Artık yüzdük yüzdük, kuyruğuna kadar geldik: Battle For Azeroth’un çıkmasına sayılı günler kaldı. Haftalık olarak çıkan görev zincirleriyle birlikte paket öncesi hikâye gelişimi de ilerliyor. İlerliyor ilerlemesine de Legion boyunca omuz omuza savaşmış olan kahramanlar olarak aklımıza takılan, bizi belki de için için yiyen bir soru var: Bir anda ne oldu da topyekûn savaşa gidiyoruz? İşte bu yazıda bu sorunu irdeleyip karakter ve olay analizleri üzerinden yaşanan gelişimi inceleyeceğiz.
Ön bilgi: Bilmeyen okuyucularımız için belirtmem gerekir ki bir WoW oyuncusu olarak iki tarafı da oynamayı, hikâyeyi iki taraftan da deneyimlemeyi seviyorum. Horde veya Alliance yanlısı değilim, tüm ırkların sorunsuz bir arada yaşayabileceği barışçıl yaklaşımı ve “For Azeroth!” mantığını tercih ediyorum. Taurenimle oynarken yaşananların şokuyla ne yapacağımı şaşırarak karakterimin bulunduğu konumdan endişe duyarken insanımla oynarken yaşanan katliamın gölgesinde hem sinirlenip hem hüzünlendim. O yüzden okuyacaklarınız bir tarafa eğilme değil, farklı bir bakış açısı sunma amaçlıdır. Bu biraz daha teorik bir blog yazısı kıvamında olduğundan her şeyi Türkçeleştirmeyeceğimi de belirteyim. Ayrıca BfA ile henüz ilgilenmemiş veya yaşananları takip etmemiş olanlarınız varsa az biraz “spoiler” içerebilir, şimdiden uyaralım.
Legion’ı oynadıysanız veya hikâyeyi takip ediyorsanız Silithus’tan yükselen kılıç zaten yukarıdaki sorumuzun bir kısmını yanıtlayacaktır. Hatırlatmak gerekirse Burning Legion’ın kurucusu ve lideri olan Kara Titan Sargeras, önümüze koyduğu her engeli aşıp diğer titanların yardımını da alarak kendisini hapsetmeye giriştiğimizde (çünkü gerçekçi olalım, Sargeras’a karşı savaşmak gibi hayallere kapılmayalım, imkânı yok!) son bir hamleyle çağırdığı kılıcını Silithus’un derinlerine gömmüş ve böylece Azeroth’u ciddi şekilde yaralamıştı.
Sonrasındaki senaryolar ve olaylar sayesinde öğrendiğimiz üzere bu yaradan (ve darbenin etkisiyle gezegenin birçok yerinden) fışkıran madde, Azeroth’un “yaşam özü” olarak geçen Azerite adındaki materyaldi. Havayla temas ettiğinde kristalleşen ve kullanan kişiye akıl almaz bir güç sağlayan bu maddenin keşfedilişi ise dengeleri değiştiren unsur oldu.
[Burada hemen kısa bir bilgi vermekte de fayda var: Bu maddeyi keşfeden ilk kişi, goblinlerin lideri Jastor Gallywix’tir. Kezan’da yapılan bir kazı sırasında bir parça Azerite bulmuş ve onu değneğinin ucuna sabitlemiştir. Sargeras kılıcını saplamadan önce kırmızı bir taş küreden farkı yoktur.]
Kendisine dokunan bireyin kişiliğiyle bağlantılı olarak neler yapabileceğine dair seziler sunan ve onları karmaşık hislere boğan Azerite, herkeste farklı etki yaratıyordu. Yayınlanan Before the Storm kitabından çevirerek örneklersem daha iyi olacağını düşünüyorum.
ANDUIN WRYNN:
“Acının ağırlığı, adeta kaldırılıp bir kenara atılmış zırh parçasıymışçasına üzerinden kalktı. Yorgunluk kaybolup gitti; yerini dalgalanan ve hatta güçle çatırdayan bir enerjiye ve içgörüye bıraktı. Çeşitli stratejiler hızla zihninde belirdi; her biri oldukça mantıklı ve başarılıydı, tüm algılayışın çehresini değiştirebilecek ve Azeroth’taki her canlının faydasını göreceği ebedî barış ortamını sağlayabilecek yapıdaydı.
Yalnızca zihni değil, bedeni de ani ve şaşırtıcı bir hızla yüceliyor gibiydi; bir anda yeni güç, maharet ve kontrol seviyelerine ulaşmıştı. Anduin yalnızca yüce dağlara tırmanabileceğini hissetmiyordu… onları yerlerinden edebilecek durumdaydı. Savaşı bitirebilirdi, karanlığın hakim olduğu her köşeyi Işık ile aydınlatabilirdi. Yerinde duramıyordu ama bir o kadar da sakindi; üzerinden hızla akıp giden bu enerji ve güç nehrini -hayır, tsunamisini- nasıl kanalize edebileceğinden oldukça emindi. Işık bile onu böylesine etkilememişti. Hissiyat benzerdi ancak kıyaslandığında daha az ruhani, daha çok fiziksel bir yapıdaydı.
Daha ürkütücüydü.
[…]
Bununla neler yapılır! diye düşündü Anduin. Bu kaç kişiyi iyileştirebilir? Kaçını güçlendirebilir, sakinleştirebilir, dinçleştirebilir veya ilhama boğabilir?
Kaçını öldürebilir?
Düşünce adeta karnına yediği bir yumruk gibiydi ve beraberinde kıymetli taşın üzerinde yarattığı coşkunun çekildiğini hissetti.”
SYLVANAS WINDRUNNER:
“Bir zamanlar kendisinden alınan hayatın yasını tutmuştu. Diriölülüğün getirdiği avantajlarla avunmuştu: Ölümcül banshee çığlığı, açlık veya yorgunluk duymaması ve fânileri sınırlandıran diğer zincirlerden kurtulmuş olması bunlardan birkaçıydı. Ancak o an hissettiği, hepsini gölgede bırakıyordu.
Yalnızca güçlü değil, kudretliydi. Yumruğunun içinde bir kafatasını kolaylıkla ezebilecek, tek adımıyla fersahlarca ilerleyebilecek gibiydi. İplerine asılan, kusursuz keskinlik ve güce sahip bir yaratık gibi her bir kası enerjiyle sarılmıştı. Zihninde düşünceler akıp duruyordu ve yalnızca her zamanki ihtiyatıyla, kurnazlığıyla ve zekâsıyla düşündüğü şeyler değildi; aklından geçenler olağanüstü ve korkutucu derecede dahiceydi. Çığır açıcıydı. Yaratıcıydı.
Artık karanlık hanım değildi, bir kraliçe bile değildi. Yok oluşun ve yaratılışın tanrıçasıydı; bu iki kavramın birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğunu daha önce anlamamış olmasına şaşırdı. Ordular, şehirler, medeniyetler – hepsini inşa edebilirdi.
Yok edebilirdi de. Stormwind ilk düşenlerden olurdu ve orada yaşayanları kendi halkının sayısını arttırmak için kullanabilirdi.
Öylesine büyük çapta ölüme sebep olabilirdi ki-
Sylvanas, küre adeta kendisini yakmış gibi hissederek onu elinden bıraktı.”