KISA HİKÂYE – WARCRAFT: ÖLÜME SÜRÜYORUZ

“Mograine.”

Gün batımıydı. Ufuk menekşeye boyanmıştı. Gecenin soğuğu bastırıyor, nekropolisin etrafında kıvrılan buz gibi sisin kollarına karışıyordu.

“Mograine.”

Soğuk ona dokunmuyordu. Soğuk yalnızca yaşayanları rahatsız edebilirdi.

Yücelord Mograine, ne oldu?”

Darion Mograine, havada süzülen Acherus kalesini sarmalayan sisin içerisinden ileride uzanan Parçalanmış Adalar’ı görebiliyordu; Suramar’ın huzur veren ışıklarını, şer parıltısı çoktan sönmüş olan Sargeras’ın Kabri’nin solgun silüetini, Highmountain’ın uzaktan seçilebilen zirvesini… Sakindi. Sessizdi. Tıpkı Lejyon alt edildiğinden beri olduğu gibi.

“Mograine, hâlâ bizimle misin?”

Bir kılıç sıkıca ensesine bastırıldı. Tek bir bilek hareketiyle tüm dertleri son bulabilirdi. Darion Mograine başını çevirdi ve kılıcı tutan kadının bakışlarına karşılık verdi. “Şimdilik,” diye cevapladı.

“Nasıl emin olabilirim?” diye sordu Sally Whitemane; parıldayan gözleri kar beyazı saçlarının ardında durgundu. Yanında bir ork ve bir insan vardı. Araya girmek için herhangi bir hamlede bulunmuyorlardı. Akıllıca bir hareketti.

“Çünkü,” dedi Mograine, “Bolvar Fordragon’ı öldürebilmem için bana yardım etmenizi isteyeceğim.”

Mograine’in zihnindeki Varlık kıpırdamadı bile. Bu onu şaşırtmıştı ancak diğer üçünün tepkisi ilgisini daha çok çekiyordu.

Thoras Trollbane yüzünü ekşitti ve etrafa bakındı. Nazgrim bir ork küfrü savurup yere tükürdü. Whitemane yalnızca gülümsedi ve silahını indirdi. “Harikulade. Hayattayken Liç Kral’ı öldürmekten daha büyük bir arzum yoktu,” dedi.

“Her zamanki gibi pek komiksin, Whitemane” dedi Trollbane.

Mograine bakışlarını çevirdi. Gözleri adalara döndü ve huzurlu topraklara son bir bakış attı. Son bir sükûnet anı için. Ardından bunu aklından silerek, ruhundan geriye kalanları katılaştırarak gerçekliğe döndü.

Sükûnetin o anda ona bir faydası yoktu.

“Konuşmamız gerek. Yalnız Dört Atlı olarak,” dedi Mograine. Orka döndü. “Nazgrim, zahmet olmazsa…”

Ork, Acherus ekibine döndü ve adeta bir Orgrimmar eğitim çavuşu gibi kükredi. “Herkes dışarı. Kaybolun, hemen şimdi. Eğer beni bir daha söylemek zorunda bırakırsanız -”

Nazgrim onları dışarı sürerken diriölü hizmetkârlar itaatkâr bir biçimde ilerlediler. Hâlâ bir nebze de olsa aklı başında olanlar, orkun kendine has emir verme tarzına alışmışlardı. Zihinleri sağlam bir şekilde kaldırılmamış ve Dört Atlı olmasa yalnızca Azeroth’un başına bela olacak diğer Musibetler ise bu emirler bağrılsın, söylensin ya da iradeleri üzerinden iletilsin fark etmeksizin sorgulamadan itaat ediyorlardı.

Mograine, Nazgrim’in eğlencesini bölmedi. Pencerenin az ilerisinde bir komuta masası vardı. Yaşarken inancına hakaret olarak gördüğü rünlerle kaplı kılıcını kınından çıkardı ve masanın üstüne bıraktı.

Diğerleri de masada ona katıldılar; Nazgrim de birkaç dakika sonra aralarındaydı. Orkun parlayan gözleri neşeyle ışıldıyordu. Diriölü olmak her ruhun bazı şeyleri kaybetmesine sebep oluyordu ancak Nazgrim, hâlâ emir komuta sevgisine sahip olmaktan mutluydu. Bir general olarak ölmüş biri için anlaşılabilir bir durumdu.

Odaya sessizlik çöktü. Hiçbir varlık Dört Atlı’ya onları gizlice dinleyebilecek kadar yakın olmasa da bu durum onların yeterince güvende oldukları anlamına gelmiyordu. Bolvar edecekleri her kelimeyi zihinlerindeki Varlık üzerinden dinlemek istese Mograine onu durdurabilecekleri herhangi bir yol olacağından şüpheliydi.

Kahretsin, Bolvar, neden ne peşinde olduğunu açıklamazsın ki?

Mograine düşüncelerini toparlarken kılıcına baktı. “Bugün Liç Kral’dan bir şey geldiğini sezinlediniz mi?” diye sordu. Varlık’ı kastediyordu. “Bir emir, boş anındaki bir his, herhangi bir şey?”

Diğer üçü birbirlerine baktılar. İlk cevabı Trollbane verdi. “Hiçbir şey. Belki biraz öfke ama sonrası yok.”

“Hiçbir şey,” dedi Whitemane.

“Tekrar deneyin,” dedi Mograine. “Liç Kral’dan bir şeyler sezinlemeyi deneyin. Onun zihnine ulaşın.”

Whitemane meraklı bir bakış attıktan sonra gözlerini kapadı. Diğerleri de peşi sıra aynısını yaptılar. Onlar konsantre olmaya çalışırken dakikalar geçti. “Hâlâ hiçbir şey yok,” dedi Nazgrim.

“Hepiniz için durum aynı mı?” diye sordu Mograine. Diğer ikisi de onaylarcasına başlarını salladılar. “O zaman size gerçeği açıklayacağım. Bolvar, onunla yüzleştiğimde hiçbir soruma yanıt vermedi. Bizi neden dışladığına dair hâlâ bir fikrim yok. Kendisinden bir cevap bekledim ya da en azından Miğfer’in gücünü kontrol altında tutacağına dair bir söz… O ise reddetti. Ben de,” dedi Mograine bir an tereddüt ederek, “ona saldırdım. Daha doğrusu saldırmaya çalıştım. İrademi kontrolü altına alarak beni buraya dönmeye zorladı. Onunla yüzleşmemiz için bize meydan okudu. Hizmet etmeye yemin ettiğimiz Bolvar bu değil.”

Whitemane artık gülümsemiyordu. Hiçbiri gülümsemiyordu. Nazgrim gözlerini kıstı. “Zihnine hükmetti ve sonra gitmene izin mi verdi?”

“Evet,” dedi Mograine.

“Neden seni oracıkta yok etmedi ki?”

“Bilmiyorum,” diye cevapladı Mograine dürüstçe.

Nazgrim, Mograine’in duyamadığı bir şeyler mırıldandı.

Trollbane, zırh eldiveniyle kaplı parmaklarından birini masaya vurdu. Metalik ses odada yankılandı. “Bu bir tuzak mı?”

“Bilmiyorum,” dedi Mograine.

“Bu oldukça tuhaf, Mograine,” dedi Trollbane. “Bolvar ondan şüphelendiğimizi ve gözümüzün kolaylıkla korkutulamayacağını biliyor. Şimdiyse en büyük korkumuzu, eğer onunla zıt düşersek zihnimizin kontrolünü ele geçirebileceğini doğruladı. O bir ahmak değil. Bilinçli bir şekilde yapılmış gibi duruyor.”

Whitemane’in yüzünde bir anlığına alaycı bir gülümseme belirdi. “Bu bir tehdit. ‘İsteseniz de istemeseniz de bana itaat edeceksiniz.’”

“Belki öyledir,” dedi Mograine. “Belki de değildir.”

Nazgrim bir başka küfür savurdu. Mograine bunun kolaylıkla kabul edebilecekleri bir şey olmadığını biliyordu. Onlar Dört Atlı’ydı, diriölüleri kontrol altında tutabilen adamın en güvenilir yardımcılarıydı. Ancak aralarından hiçbiri Bolvar Fordragon’ı Mograine kadar uzun süredir tanımıyordu. Hiçbiri Bolvar’ın buzdan hapsini diriölü olarak kaldırılmadan önce görmemişti. Hiçbiri bu veya diğer dünyada yıllarca Bolvar’ı bu korkunç hizmetten kurtarabilecek bir yol aramamıştı. Hiçbiri Mograine gibi onun sesindeki hissiz, ifadesiz acının tonunu duymasına sebep olacak kadar Bolvar Fordragon’ın yiğit ve amansız ruhunun Miğfer’in karşı konuşamaz yozlaştırıcı gücü altında eriyip gittiğine şahit olmamıştı.

Ancak diğerleri de Dört Atlı olarak kaldırıldıkları andan itibaren Mograine’in endişelerini paylaşmaya başlamışlardı: Bolvar’ın Liç Kral’ın gücünü Lejyon’a karşı savaşmak için kullanma kararı -her ne kadar Miğfer’in gerçek potansiyelinin yalnızca ufak bir kısmını kullanmış olsa bile- asla kapatılamayacak bir kapıyı açmış olabilirdi.

“Hepiniz olağan dışı görev ve sadakat algılarınızdan ötürü Bolvar’ın Atlıları olarak konumlandırıldınız ancak sizden en büyük günahı işlemenizi isteyeceğim: ihanet etmenizi. Bolvar Fordragon’ı öldürmenizi istiyorum; ne yaptığını anladığımız için değil, aksine anlayamadığımız için. Onun yerine geçtiği canavara dönüşmesine izin vermeyeceğime dair yemin ettim ve bu yüzden başarısız olacak olsam bile harekete geçmeliyim.” Mograine masayı ve üzerindeki kılıcı işaret etti. “Bolvar bugün onun kontrolüne karşı koyamayacağımı kanıtladı. Eğer bana katılacaksanız kılıcım sizde kalsın. Bende duracak kadar güvenilir değilim.”

Kararları tereddütsüz verildi. “Kılıcını al, Mograine,” dedi Trollbane. “Önümüzdeki savaş için sana ihtiyacımız var.”

Nazgrim aynı fikirde olduğunu gösterircesine homurdandı. “Bu günün gelebileceğini biliyorduk. Seninle birlikte gideceğiz.”

Mograine, Whitemane’e baktı. “Ya sen?”

Whitemane sadece gülümsedi.

O hâlde karar verilmişti. Keşke bunu tek başıma yapabilseydim. Ölüm, Mograine’i -hepsini- fâni duyguların canlı renklerinden mahrum bırakmıştı. Yaşayanlar gibi sevgi, neşe veya öfke nedir bilmiyorlardı. Ancak Mograine bu diğer üç Atlı’yla birlikte Azeroth’un karşılaştığı en büyük tehdite karşı savaşmıştı. Çarpışmanın zorluklarından geçerken onların gözü pek ruhlarını ve amansız yüreklerini tanımaya ve takdir etmeye başlamıştı. Kader, görev ya da belki de sadece şans yüzünden Liç Kral’ın Dört Atlısı olmuşlardı.

Beraber acı çekmişlerdi, beraber savaşmışlardı, beraber kazanmışlardı. Bu yalnızca askerlerin bilebileceği bir bağdı.

Ve onları sonlarına götürüyordu. Hiç şüphe yoktu. Liç Kral’a bağlı dört kişi onu asla deviremezdi.

Ancak diğerleri de bunu biliyorlardı. Ve ona katılmak için tereddüt dahi etmemişlerdi. Bir anlığına bile.

Babasının kitabından bir pasaj aklına geldi: Kardeşlerim, şimdi savaşta bana katılın, şimdi zaferde bana katılın ve birlikte Işık’ın kucağına gidelim. Mograine onları bu ümitsiz görevden kurtartabilmeyi diledi. Aralarındaki bağ sebebiyle yapamayacağını biliyordu. Her ne olursa olsun.

“Öyleyse mürettebatı toplayın. Acherus’u yolculuğuna çıkarın,” dedi Mograine. “Kuzeyyarı’na gidiyoruz. Buztacı’na gidiyoruz. Son bir kez.”

—–

İttifak, Dazar’alor’u işgal etmişti. Zandalar kralını öldürmüş ve geri çekilmişlerdi. Sayısız İttifak ve Orda savaşçısının bedenleri şehrin sokaklarına yatıyordu. 

“Onurlu bir şekilde ölenlerin cesetlerini bana getirin,” diye emretti Liç Kral.

Öyle de yaptılar. Oldukça dikkatlice.

Orası Orda bölgesiydi; bu yüzden Nazgrim liderliği üstlenmiş, düşen kahramanların hikâyelerini toplamış ve adayları seçmişti. Orada yaşayan mezarların loasından gizlenebilmek için ellerinden geleni yapmışlardı zira topraklarında izinsiz avlandıklarını öğrenirse pek memnun olmazdı. Nazgrim saklanmayı başarmış olduklarından emin değildi.

Ardından Kul Tiras’a gitmişlerdi. Sonra Karasahil’e. Bulabildikleri her büyük savaş meydanına uğramışlardı. Düşenlerin bir kısmı derinlerden gelen karanlık dehşetler ile yüzleşmiş, bir kısmı ise vatan toprakları için çarpışırken ölmüştü. Bir kısmı düşenleri gömmekle yükümlü mezarcılara ve cenaze levazımcılarına rüşvet verilerek toplanmıştı, kalanlar ise basitçe korumasız mezarlardan çalınmıştı.

Çirkin, rahatsız edici bir işti. Nazgrim en nihayetinde Bolvar ile bu konuda yüzleşmişti. “Ölenleri vatanlarında ve atalarının ruhlarıyla huzura erdirmek daha iyi olurdu,” diye söylenmişti.

Liç Kral ise etkilenmemişti. “Onları ben alıyorum ki başkaları ele geçiremesin.”

Başkaları? Nazgrim, Mograine’e bunu sormuştu. Mograine kesin olarak bilmiyordu. “Bolvar’ın gözü Sylvanas Windrunner’ın üstünde,” diye tahminde bulunmuştu. “Onun niyetlerinden kuşkulanıyor.”

Windrunner’a karşı gelmek Nazgrim’i rahatsız etmemişti. Nihayetinde kendi ölümünde parmağı vardı ve asla kendisinin savaşşefi olmamıştı.

Cesetler, hisarın altında yer alan ve soğuğun çürümelerini engelleyeceği buz gibi depolara defnedilmek amacıyla Buztacı’na götürülmüştü. 

Liç Kral yalnızca Windrunner Orda komutasını terk ettikten sonra onları diriölü olarak kaldırmaya başlamıştı. Cansız cesetler birbiri ardına seğirmeye, titremeye ve acıdan, işkenceden ve güçten oluşan yeni varoluşlarına uyanmaya başlamışlardı.

Liç Kral bu yeni ölüm şövalyelerini tek bir basit vazifeyle karşılamıştı: “Ölümün gücü artıyor. Kalkın ve benim şampiyonlarım olun.”

Nazgrim onlara yeni güçlerini kullanmayı öğretebilmek için yıllarını harcamayı bekliyordu ancak neredeyse hepsi vatanlarına geri gönderilmiş, kendilerinden korkacak ve tiksinecek bir dünyada yollarını bulmaya zorlanmıştı. Nazgrim, yeni askerleri en azından onlara nasıl hayatta kalınacağını öğretmeyi denemeden savaşa göndermeyi hayal bile edemezdi. Bir gün Mograine’in Bolvar’a bu konuda meydan okuduğunu duydu.

“Arthas bile yeni kölelerini eğitiyordu,” demişti Mograine.

“Ben Arthas değilim,” demişti Bolvar. “Onlar da köle değil.”

“Aynen öyle,” demişti Mograine. “Biz lanetliyiz. Her gün acı çekiyoruz. Ve bulabildiğimiz tek huzur yaşayanlara ölümü ve acıyı tattırmakta. Arthas’ın sıkı kontrolü olmasaydı birçoğu başıboş kalacaktı. Bu ruhların bir kısmı dışarıda uzun süre dayanamayacak ve düşmeden önce masumlara zarar verebilirler.”

Bolvar’ın yanıtı soğuktu. “Gerekli bir risk.”

Ancak haftalar geçtikçe başka bir şey Nazgrim’i rahatsız etmeye başlamıştı. Görünüşe göre Musibet, Buztacı Hisarı’na doğru çekilmeye başlamıştı. Ölüm şövalyeleri uzaklara gönderiliyor olsalar bile Buztacı’ndaki Musibet safları giderek artıyordu. Nazgrim ilk olarak kar yığınlarını kazarak ve buradaki taze tozla üzerlerini örterek saklanan birkaç başıboş diriölü fark etmişti. Kısa süre sonra gördüğü her kar yığınına elini sokar hâle gelmişti – bazen içlerinde hiçbir şey olmuyordu ancak kimi zaman ise doğrudan kendisine bakan bir grup diriölü ortaya çıkıyordu. 

Bunlar aklı yerinde olmayan diriölülerdi. Ancak kendilerine emredildiğinde böyle bir şey yapabilirlerdi. Bolvar’a bunu sorduğunda “Seni ilgilendirmez,” yanıtını almıştı.

Nazgrim, diğer Atlılar’a bunu anlatmıştı. Onlar da en az kendisi kadar endişelenmişlerdi. Bolvar neden kendisini sorgulayabilecek diriölüleri uzak topraklara gönderirken bir yandan gizlice Musibet’i Buztacı’nda topluyordu?

Kategoriler
Yazarlardan İnciler
“Çünkü klasiklerin klasik olmasının bir sebebi vardır. Özellikle de üzerine tüm hasar modifikasyonlarını bastığınızda.”
-Burcu (Amansızca Horizon: Zero Dawn överken)