Marduke döndüğünde Rodney’in bilekliklerini kontrol eden Raynor’ın kol bandını tuttuğunu gördü. “Onu yere indir,” diye devam etti Rodney. “Özgürüz. Hadi gidelim buradan.”
Marduke, elini gevşetip Smalls’ı indirdi. “Şerife ne oldu?”
Rodney sırıttı. “Adam herkese fazla güveniyordu.” Kol bandındaki bir düğmeye bastı ve bileklikleri kendiliğinden açılıp düştü. “Zaten kim takar ki? Sence bizi gerçekten serbest bırakır mıydı? Hayatta yapmazdı. Burada motorlar da var. Hatta ölü bilim adamlarının kimlik kartları bile var elimizde. Mazorlar gelip mevzuyu kontrol etmeden basıp gidelim işte.”
T-Bone güldü. Olayın komikliği aklını başından almış, özgür olmanın rahatlığı kafasına vurmuştu. El Indio’ya gitmesine gerek yoktu, risk almasına da. “ ‘Adam herkese fazla güveniyordu.‘ Vay be. İyi iş çıkarttın, ufaklık. Ben de seni süt oğlanı sanmıştım.”
“Hayatta mı?” diye sordu Marduke.
“Kim?” diye cevapladı Rodney.
“Şerif.”
“Sanırım… Emin değilim. Bayağı sert geçirdim hani.” Rodney motorlara doğru yürüdü. Çocuklar tehlikeyi fark edince bir kez daha siper alıp hapishane kafesinin yanına toplaştılar.
“Ben bu kıymetli küçük şeyi çok sevdim. Sen ne dersin, Rodney?” T-Bone bir kez daha sarışın kıza asıldı. Kız hapishane kafesinin zeminine çöktü, parmaklıklardan birine yapışıp arkasına saklanmaya çalıştı.
Marduke, menfur geçmişleri ve bozuk ahlaki değerleri olan, kendisi gibi sabıkalı adamları izledi. Hayatında bunlar gibi adamları çok görmüştü. Ancak o an Raynor’ın sesi zihninde gürledi: Bu hayatta bir adamın sahip olduğu tek şey sözünün güvenirliğidir, Marduke. Ben de sana söz veriyorum.
“T-Bone!” diye bağırdı.
Smalls arkasına dönerken Marduke yumruğunu mahkûmun suratına geçirdi ve onu kanlı, kati bir kararlılıkla yere yapıştırdı.
“Sen ne halt yediğin-” Rodney cümlesini bitirme şansı bulamadı. Marduke tam burnunun köprüsünün üzerine geçirdi ve bayılmasını sağladı.
Çocuklar kafaları tamamen karışmış bir şekilde izliyorlardı. Şu son bir saat içerisinde herhangi birinin hayatı boyunca görmesi gerektiğinden fazla vahşete tanık olmuşlardı. Gördükleri hiçbir şey onlara anlamlı gelmiyordu.
“Bakın burada ne var: Öz hakiki bir Konfederasyon şerifi!” Mazor, Raynor’a bu keşfin sadistik neşesini ima eden altın kaplı bir sırıtış attı. Sibernetik gözü yakınlaşırken gıcırdadı.
Raynor gözlerini yavaşça kırpıştırdı. Göz kapakları, etraflarındaki kurumuş kandan dolayı birbirine yapışmıştı. Yüzü acıyordu. Yüzü çok acıyordu. Onun şiştiğini ve adeta bir balon gibi kabardığını hissedebiliyordu. Kendisine tepeden bakan adamı onca kan ve kafa bulanıklığı yüzünden zar zor görebiliyordu. Düzgün bir şekilde görebildiğinde sadece adını söyledi, “Mazor.”
Mazor arkasındaki iki köle tüccarına dönerken gün ışığını yansıtan koca sırıtışı Raynor’ın gözünü aldı. “Heh, şuna bakın çocuklar! Meşhur olmuşum.”
“Köle ticaretinde meşhur.” Raynor öksürdü. Ağzındaki kan boğazına geri aktı.
“Ee, kim bunun kötü bir şey olduğunu söyledi ki? Şimdi kaldır bakalım kıçını.” Mazor kurşunatarını Raynor’ın suratına doğrulttu.
Jim namluya doğru baktı. Demek sonu böyle gelecekti. Bir gün, bir şekilde şu an olduğundan daha iyi bir adam olabilmek için aptal bir fikri kovalarken… Onu buraya getiren kendi pişmanlıklarıydı ve bunun da farkındaydı. Eskiden olduğu adamı telafi etmek için duyduğu aptalca tutku ve başkalarının da kefaret için potansiyel taşıdığına dair duyduğu güven… Ne kadar çocukça ve ne kadar da safçaydı. Şimdi ise bedelini ödeyecekti. Ama daha da kötüsü, çok daha kötüsü, Liddy de bedelini ödeyecekti. Ve tabii bebek de.
“Kahretsin.” Raynor kendini kalkmaya zorladı ve tökezledi. Mazor’un gözlerinin içine bakacak pozisyona gelmeye çalışıyordu. Bu köle tüccarına onu dizleri üstünde öldürmenin ya da yalvarmanın zevkini tattırmayacaktı. Eğer sonu bu şekilde gelecekse en azından haysiyetiyle ölecekti.
Mazor onun bakışlarına karşılık verdi; sibernetik gözünün servo aksamları kendini ayarlarken cızırdadı. “Sana bir şey göstereceğim. Arkanı dön.”
“Hayır,” dedi Raynor.
“Hayır mı?”
“Eğer beni öldüreceksen gözümün içine bakıp öyle öldür.”
Mazor tam olarak öyle yaptı. Bakışı ölümcüldü. Ama sonra yumuşadı ve sırıtışı geri geldi; ağzının içindeki altın kaplı diş ve çürümüş boşlukları gözler önüne serdi. Sonra bir anda gülümseme yok oldu ve yüzünde gazap dolu bir bakışla kurşunatarı Raynor’ın karnına indirdi. Raynor dizleri üzerine düştü ve kıvamlı mor-kırmızı parçalar öksürdü.
Raynor etrafındaki köle tüccarlarından yükselen gülüşmelerin kakofonisini duyabiliyordu. Bağırsakları sanki içten sızdırıyormuş gibi hissettiriyordu. Kurşunatar bir kez daha alnına doğrultuldu.
“Şerif, sanırım artık Mar Sara’da hizmetlerinize gerek duyulmuyor.”
Jim gözlerini kapadı. Buraya nasıl geldiğini düşünüyordu. Onca yıl önce Tychus’la ve savaşla geçirdiği günlere kaydı aklı. Yeteri kadar telafi yapabilmiş olduğunu umdu. Günün sonunda iyi bir adam olarak hatırlanmayı umdu. Liddy’nin çocuklarına babasından bahsederken onu iyi anmasını umdu. Derin bir nefes aldı ve hiçliğe karışmak için hazırlandı.
Nefesini hipersonik mermilerin eti yarıp geçerken çıkarttığı rat-tat-tat-tat sesiyle birlikte saldı. Gözlerini bir anda açtı. Mermilerin hiçbiri ona saplanmamıştı. Mazor, yanındaki iki köle tüccarıyla birlikte yerde ölü yatıyordu. Geriye kalan köle tüccarları durdukları yerden fırlayıp üzerlerine yağan çelikten dolunun altında can verirlerken mermiler havayı doldurdu. Raynor yapabileceği tek şeyi yaptı. Yere yatıp kafasını bile kaldırmadı. Ortalık toz altında kaldığında artık göremiyordu; sadece kan kaybından ölmekte olan adamların bağırışlarını ve silah ateşinin o ölümcül, ezici sesini duyabiliyordu.
Sonsuza kadar sürmüş gibi gelse de nihayet silah sesleri kesildi. Toz dumanın durulduğu o sessizlikte Raynor kendini Mazor’un ölü gözlerine bakarken buldu. Sibernetik gözü tekrar odaklandı, aksamlar bir ileri bir geri hareket etti. Raynor silahını aldı ve toz ile kum tabakasının içinde bir siper bulmak için karnının üzerinde ileri sürünmeye başladı. Ateş açanın kim olduğundan emin değildi ve kendisinin dost mu, düşman mı olduğuna nasıl kanaat getirdiklerine dair en ufak bir fikri bile yoktu.