Artık onları görebiliyordu. Altı bilim insanı kürekle bir toplu mezar kazıyordu. Yerde yedinci bir bilim adamı kafasından vurulmuş, kanı etrafında toplanmış bir şekilde yatıyordu. Bilim insanlarının hemen ardında Mazor ve üç adamı duruyordu.
Raynor çantasını sırtından savurup yere koydu. İçinde örümcek mayınları vardı. “Pekâlâ, şimdi bunları yerleştirip şu serserileri buraya çekiyoruz. Ben işaret verdiğimde ateşleme pimini çekeceksin. Anlaşıldı mı?”
Raynor ona neyin vurduğunu anlamadı bile.
Rodney’e doğru döndüğü anda suratı bir silahın kabzasıyla tanıştı ve yere kapaklandı. Yukarı doğru bakmaya çalıştı ama göz kapaklarını aralayacak mecali yoktu. Bir şey de duyamıyordu; kafatasının merkezinin derinliklerine doğru inen çınlama sesi diğer tüm sesleri bastırıyordu. Kanatlardan biri mi saldırmıştı? Ya da Mazor tahmininden daha mı iyi bir taktik dehasıydı da geride bir gözcü bırakmıştı? Nihayet büyük bir çabayla gözlerini aralamayı başardı.
Tepesinde dikilen Rodney’di; onu kenara itip örümcek mayınlarıyla dolu çantaya uzanıyordu.
“Bunlar iyi para eder.” Rodney aşağı baktığında Raynor’ın gözlerinin aralandığını ve elinin çaresiz bir şekilde yukarı doğru uzandığını gördü. “Eh be, Şerif.” Sesi bir fısıltıydı. “İnsanlar değişmez, bilmez misin? Ben bir mahkûmum, aptal herif!” Bununla birlikte ayağını Jim’in burnuna indirdi. Raynor’ın dünyası karardı.
Marduke ve T-Bone, izleri ikmal depolarının ötesine, Mazor çetesinin motorlarını park ettiği nem-kondüktör kulelerine kadar takip ettiler. Artık sesleri de duymaya başladıklarında çamurda gıdım gıdım sürünerek ilerlemeye başladılar. Marduke geçmişte de birçok kişiye gizlice yaklaşmış ve çoğunu onlar onun farkına varmadan indirmişti. Bunu farklı yollarla yapmıştı: Bazen bir bıçakla, çoğunlukla bir silahla ve arada bir zorunda kaldığındaysa çıplak elleriyle. Sonuncu yöntem çok da hoşuna gitmiyordu. Öylesi yavaş, zor oluyordu ve ne zaman öldüklerini, son yaşam kırıntısının ciğerlerini ne zaman terk ettiğini kesin olarak biliyordu.
Başlarda her ölüm onu etkiliyordu; her biri geceleri ya da dikkatini dağıtacak bir şey olmadan yalnız kaldığı anlarda içinde birikiyordu. Sonra bir gün bir anda rahatsız olmamaya başladı. Gözünü bile kırpmıyor ya da üzerine ikinci defa düşünmüyordu. Aslında bu bir şekilde daha korkutucuydu; bütün o hatıraların bir arada olduğundan daha fena şekilde peşini bırakmıyordu. Şimdiyse artık bütün bunlardan yorulmuştu. Öldürmekten de gizlice birilerine sokulmaktan da… İçten içe El Indio’daki hükmünü bir kutsama olarak görüp kucaklıyordu. Eski ortaklarından hiçbiri ona hizmetleri için başvuramayacaktı. Artık işinin bitmiş olduğunu bileceklerdi.
Peki ya olursa? diye düşündü. Ya gerçekten de her şeye baştan başlayabilirse? Ya herkes onun öldüğünü ya da kavşakta kaybolduğunu düşünürse? O zaman belki bir ihtimal Raynor haklı olabilirdi ve kendisi gibi alçak bir herif için bile bir şans olurdu. Yine de işleri sıraya koymak gerekiyordu; zira öldürme günleri henüz sona ermemişti. En azından burada karşı tarafta kalanlar bu sonu gerçekten hak edenlerdi. Kendilerine neyin çarptığını bile anlamayacaklardı.
Marduke ve T-Bone, nem-kondüktör kulelerinin kenarına kadar süründüler; kulenin fanları yavaşça dönüyor, çöl esintisinden ufak bir parça yakalıyordu. Öbür taraftaysa Mazor çetesi, çocukları kendi hapishane kafeslerine kilitliyordu. Bu kafes daha eski bir modeldi ve önleyici bariyerleri çorak topraklarda geçirdikleri zamandan dolayı paslanmış ve yıpranmış gözüküyordu. Çocuklar çatışma bunalımına girmişlerdi; yüzleri korku ve endişenin birer portresiydi.
Nem-kondüktörünün fanlarından biri son ezici, gıcırdayan dönüşünü yaptığında Marduke, Smalls’a dönerek bağırdı, “Şimdi!”
Marduke Saul ayağa fırlayıp siperden dışarı koştu ve yolunu gauss ile açmaya başladı. Hipersonik mermilerin tiz vızıldaması eti parçalar ve kemikleri ayırırken çıkan ses sağır ediciydi. T-Bone da takip etmekte gecikmedi, kurşunatarı kaldırıp çeteye doğru sıkı, seri atışlar yapmaya başladı. Çocuklar bağırarak kaçıştılar; kimisi kendini yere attı, kimisiyse kafesin arkasına saklandı. Mazorların gerçekten hiç şansı yoktu. Marduke tam bir profesyoneldi ve sürpriz saldırı sayesinde şans onlardan yanaydı. Modern silahların yolu olduğu üzere çatışma başladığı hızla sona erdi. İnsan bedeni hipersonik hızda uçan mermilere dayanmak için tasarlanmamıştı ve en sağlam zırh bile nereye nişan alması gerektiğini bilen biri karşısında çaresizdi.
Marduke bir anlığına durup yarattığı katliam manzarasını içine çekti. Vulture motorları, hapishane kafesi gibi bulabildikleri ne varsa arkasına saklanmaya çalışan sinmiş çocuklara uzun ve sertçe baktı. Çocukların gözyaşları rahatlama, belirsizlik ve dehşetin birbirine karışımıydı. Bu adamlar onları çeteden çalmak için mi, yoksa kurtarmak için mi buradalardı? Marduke durumun farkındaydı; korkularını ve tereddütlerini gördü.
“Gel bakalım, velet. Isırmayız, korkma… tabii siz kızların hoşuna gidiyorsa o başka.” T-Bone daha büyükçe olan, on altı yaşlarında sarışın, güzel bir kızın içine düşmek üzereydi.
“Kapa çeneni, Smalls. O çeneni kapa ve kapalı tut, yoksa onu suratından koparıp eline veririm.” Marduke, T-Bone Smalls’a kanı donduran bir bakış attı ve ardından çocuklara döndü. “Artık güvendesiniz, tamam mı? Güvendesiniz.” Etraflarındaki onca kan ve ölüm göze alındığında bu kelimelerin ağırlığına inanmak zordu.
“Ah, kahrolsun. Ben şaka yapıyordum be, koca oğlan. Onların o kıymetli saçlarının tek bir teline bile dokunmam. Gerçi, belki şuradakine…”
Marduke tereddüt dahi etmeden T-Bone’u boğazından yakalayıp havaya kaldırdı. “Sana çeneni kapamanı ve kapalı tutmanı söylemiştim, di mi?”
T-Bone nefessiz kaldı, boğulurken tuttuğu kurşunatarı düşürüp iki eliyle birden Saul’un kavrayışını bozmaya çalıştı. “Tamam be,” demeyi başardı. “Bırak artık.”
“Çocuklar, çocuklar! Durun.”