Koprulu sektöründe Jim Raynor’ın Lanet Kavşağı kadar nefret ettiği pek az şey vardı. Ancak tabii ki bir adamın coğrafi bir bölgeye olan nefreti, Konfederasyon şerifi görevlerine engel olacak değildi. Böylece Raynor bir kez daha Mar Sara’nın adı çıkmış –ve hiçliğin ortasında bulunan- çorak topraklarındaki cehennemsi çöl yatağına doğru yola koyuldu.
Hamile karısı Liddy’ye söz vermiş olduğu gibi iki gün içerisinde dönmek için gaza asılırken rüzgâr da vulture motoruna çarpıp gürlüyordu. Hava sert, kuru ve sıcaktı. Ayağının altındaki sıkı çöl, güneşin kavurucu ısısıyla uzun damarları andıran bir şekilde çatlamıştı ve en ufak bir nem parçasının kutsamasından asırlardır yoksun gibiydi. İnsanoğlunun böyle bir mekânda hayatta kalamaması lazımdı, diye düşündü Raynor ama bu gerçek, onu denemekten de alıkoymamıştı.
Uzakta dalgalanan nahoş bir serap gibi Şef Glenn McAaron’un silüetini ve polis kamyonunu görebiliyordu; tabii Raynor’ın buraya asıl gelme sebebi olan orta boyda konfederasyon damgalı hapishane kafesini de. Kabarık gölgeleri geceye çalmak üzere olan son güneş ışınlarıyla bükülmüştü.
Şekiller Liddy’nin onu uğurlarkenki öpüşünün hatırası kadar net hâle geldiğinde “Kahretsin,” diye sövdü Jim. Lanet Kavşağı, Mar Sara’nın kötü şöhretli “dalga-bandı anomalileri”nin tam merkezindeydi. Bu durum vektör-dengeleme ekipmanlarının çoğu zaman çalışmaması ve iletişimin her daim oldukça kısıtlı olması anlamına geliyordu. Bu da nakliye gemilerinin çöl vadisini geçişini (buna paranız yetiyor olsa bile) tehlikeli bir mesele hâline getiriyordu; fakat asıl problem 2,400 kilometrelik bu anomali alanının bu bölgeyi gezegenin –hatta belki de galaksinin- en az denetlenen mekânı yapıyor olmasıydı. Bu durum Mar Sara’nın kanunsuzları ve sürü hâlinde gezinen suçluları tarafından da gayet iyi biliniyordu. Konfederasyon Bilim Departmanı’ndaki yumurta kafalara soracak olursanız dalga-bandı anomalileri yerin altından fırlayan mineral zengini nadir kristal oluşumlarından yayılan elektron darbelerinden kaynaklıydı. Bu anomalilerin sebebi her ne idiyse sonuç olarak Şerif Raynor suçluları gezegenin bir tarafından diğerine nakletmek amacıyla en sevmediği polis şefiyle buluşmak için oldukça tehlikeli bir bölgeden geçmek zorundaydı.
“Kafesi almaya mı, yoksa içindekilere katılmaya mı geldin Şerif?” Raynor motorunu durdururken McAaron dehşet verici, dişsiz gülümsemesini takınıyordu. İçerisinde zerre mizah barındırmayan, ironik bir gülümsemeydi.
“Yasaları çiğnememi gerektirecek bir şey yapmamı teşvik edecek bir şey söylemezsen, hayır,” diyerek tozlu yere tükürdü Raynor. Geçen yıllar McAaron’ı yumuşatmıştı. Kemerinin üzerinden pörtlemiş göbeği, iki adamın son görüşmelerinden bu yana daha da meydana çıkmıştı; üstelik her görüşmelerinde daha da büyüyor gibiydi. Şef, ufukta gözükmüş olan emekliliğin getireceği o kolay hayata şimdiden ayak uydurmaya başlamıştı.
“Senden beklerim doğrusu, evlat. Sabıka kaydını ortaya döksek buradaki suçluların çoğunu utandırırsın. Eğer çok sağlam dostların olmasaydı bu akşam üstü El Indio’ya doğru yol alan belki de sen olurdun.”
“Yapma ama Şef, kefarete olan inancın nerede?” Motorundan inerken Jim de kendi ödüllü gülümsemesini takındı. McAaron rozetini uzun zamandır takıyordu ve şüphesiz ki Jim’in geçmişinden haberdardı. Şef gibi adamlar genelde inatçı ve sabit fikirli olurlardı. Eski bir suçlu olan Jim’e karşı tavrı kişisel değil, tamamen prensiptendi.
“Ahh, insanlar değişmez, Şerif. Uzun süre bir kanun adamı olarak kalırsan neden gözümü üzerinde tuttuğumu sen de anlarsın.”
“Takdir etmiyorum sanma, Şef.” Raynor, biraz duraksadıktan sonra devam etti. “Buradaki çocukların olayı nedir?”
Diz çöküp elektrikli ufak parmaklıklardan baktı. Polis nakil gemilerinin ve daha sofistike dünyaların diğer pahalı olanaklarına sahip olmayan sınır kolonilerinde konfederasyon hapishane kafesleri iyiden iyiye demirbaş olmuştu. Manyetik dingiller, havada saatte 480 kilometre hızla süzülmeye imkân veren teknoloji, sıcaklığı kontrol edilebilen ortam, biyolojik tüm ihtiyaçları karşılamak için destek ve her 30 dakikada bir yenilenen temiz, arıtılmış oksijene sahiplerdi. Jim bazen suçluların kendisinden çok daha büyük bir konfora sahip olduğunu düşünüyordu.
“Ah, bilirsin işte, her zamanki neşeli tipler; Mar Sara’nın en iyi otelinde uzun süreli kalmaya hazırlar.” Şef’in sesi birden birkaç desibel yükseldi. “Duydunuz mu çocuklar? Hepiniz El Indio Hapishanesi’ne gidiyorsunuz!” Hemen ardından gelen kahkaha kuru öksürüğe dönüştü. Ve şefin söylediklerinin arkasında yine herhangi bir mizah yoktu; soğuk ve acımasızdı.
Jim ise gülmüyordu. El Indio Hapishanesi pek de hafife alınacak bir yer değildi –mali olarak yeterince desteklenmeyen, sadece en beter suçluların tutulduğu çivi gibi sert bir cezaeviydi. El Indio’ya giden suçluların hayatta kalma oranının sadece yüzde 64 olduğu bilinen bir gerçekti. Konfederasyon adaletinin sınırlardaki yüzüydü adeta.
“Şunlara bak,” dedi şef yere tükürürken. “Resmen vergi indirimi israfı, değil mi? En iyisini umalım da senin de o sınırı geçmemen için dua edelim.”
“Artık şu lanet yola koyulsak mı?” Kafesin içindeki suçlulardan biriydi konuşan; büyük, kaslı ve kapkara bir bıyığa, kel bir kafaya, telefon direği gibi kollara sahip bir adamdı. Vücudu, sektörün dört bir yanından edindiği korkunç dövmelerle kaplıydı. Jim’i delip geçen ve hiçbir şeyin –hele ki onu kaçınılmaz kaderine taşımakla yükümlü yalnız, ayakçı bir şerifin- onun kendine olan güvenini sarsamayacağını gösteren bir bakış attı.
“Gözün şunun üzerinde olsun. Annesi hiç terbiye vermemiş. Adı Marduke Saul, görüp görebileceğin en piç heriftir. Saldırı, cinayet, terörizm, adam kaçırma suçlarından ve tam bir kaba orospu çocuğu olduğundan burada.” McAaron tekrar tükürdü ve bu sefer ağzından çıkan sıvı kafese, Marduke’un suratının yakınına isabet etti.
Marduke geri hırladı, “İçeride olduğum için şanslısın, Şef.”
“Deme be?”