Bulutla kaplı gökyüzü gün doğumunu saklıyordu ancak şafağın kasveti, güç bela görülen Dragonblight sahilindeki uçurumları ve yıkılmakta olan harabeleri ortaya çıkarmıştı. Buztacı Hisarı’nın görülmesine daha saatler vardı.
Sally Whitemane, göz ucuyla dikkatlice Darion Mograine’i inceledi. Mograine kendini tüm gece komuta işleriyle meşgul etmiş, Acherus mürettebatına kuşatma hazırlıkları için kısa ve sert emirler yağdırmıştı. Şimdiyse gözlerini kıpırdatmadan bir Kuzeyyarı haritasına bakıyordu. Muhtemelen düşüncelerinde kaybolmuştu.
Böyle olmaz, diye kanaat getirdi Whitemane. Eğer Mograine dikkatini bekleyen korkunç görevden uzaklaştırıyorsa Fordragon’ın kontrolüne karşı savunmasız hâle gelebilirdi. “Önceki Liç Kral seni kuklası yaptığında bu nasıl bir histi?” diye sordu.
Mograine ona baktı. “Dua et ki öğrenmezsin.”
“Korkunç hatıraları gündeme getirmeye çalışmıyorum,” diye yalan söyledi, “ama Fordragon bizim geldiğimizi biliyor olmalı. Eğer irademizi bizden çalmaya çalışacaksa direnmeye hazır olmalıyız. Işık’ın Umudu’nda Arthas’ın kontrolünden nasıl kaçtın? Nasıl özgür kaldın?”
Yücelord gözlerini kıstı. “Serbest kaldığımda kutsal topraklardaydım. Haklı öfkem Arthas ölene dek beni bir arada tuttu.”
“Yani. Işık ve öfke. Bunlardan herhangi biri bize şimdi yardımcı olacak mı?” diye sordu Whitemane sesini yükselterek. Yapabilirse öfkesini uyandırmak istiyordu. Kendisi diriölülüğe kaldırıldığı andan beri nefretle dolmuştu. Tüm hayatını diriölüleri ortadan kaldırmak için adadıktan sonra onlardan biri olmak bilhassa acımasız bir ironiydi. Yine de görevlerini kabullenmişti. Kişisel hoşnutsuzluğu ne olursa olsun karanlık gücünü Azeroth’u korumak için kullanmıştı. Mograine kendisiyle ne kadar ters düşerse düşsün çektiği acıların anlamsızlaşmasına izin veremezdi.
“Bugün son çare olmadığı sürece Işık’ın yardımını istemeyeceğim, ölüm şövalyesi,” dedi Mograine soğukça. “Gerçekten şanslıysan Işık yozlaşmış tenini kora döndürerek cevabını verecektir. Güven bana: hoş bir ölüm değil.”
Whitemane onun bu konuda da kendi deneyimleri üzerinden konuştuğunu biliyordu. “Senin hakkında şüphelerim var, Yücelord,” dedi. “Bolvar’ı öldürme vakti geldiğinde bocalayabilirsin.”
Mograine bakışlarını masaya geri çevirdi. “Onu öldürmek senin için çok kolay olacak o zaman?”
Whitemane gülümsemesi geri dönerken dişlerini gösterdi. “Liç Kral’ı öldürme arzumun şakasına söylendiğini mi düşünüyordun?”
“Hayır.” Kuzeyyarı haritasına bir anlığına daha baktıktan sonra onu öteledi. “Bolvar’a karşı bir öfkem yok. Yalnızca pişmanlıklarım var. Ancak görevimi yerine getireceğim. Ona bunun sözünü verdim,” dedi.
Mograine’in gözleri bir anda yuvalarından fırladı. “Ne-?” diye söze başladı.
Whitemane de bir an sonra hissetti.
Zihnindeki Varlık, Liç Kral ile arasındaki o bağ artık sessiz değildi.
Bir anlığına alev almış gibi hissettirdi. Hayır. Whitemane’in hissettiği şey ısı değildi. Liç Kral’ın Varlığı’nı yavaşça sarmalayan ayazın yakıcı soğuğuydu.
Oluyor. “Yücelord, bu -?”
“Evet,” dedi Mograine. “Arthas’ın hissettirdiği de buydu. Miğfer’in gücü. Bolvar artık onu zapt etmiyor.”
“O düştü mü?” diye sordu Whitemane.
“Evet,” dedi Mograine. Whitemane onun yumuşak, kederli bir tonda konuştuğunu duydu. “Bolvar, anlamıyorum…”
Işık aşkına, ben de hissedebiliyorum, diye düşündü Whitemane. Bolvar, diriölülüğün yozlaştırıcı lanetini, yaşamın kendisinin özünü tüketmeye çalışan o aç ve hevesli çürümüşlüğün nehrini en saf hâliyle kucaklamıştı.
Eğer Whitemane’in herhangi bir şüphesi kaldıysa da yok olup gitmişti. Liç Kral’ın derhâl ölmesi gerekiyor. Varlık üzerinden gücünün zayıf hissini, adeta soğuk bir bardağın üzerindeki su damlalarının boncuk gibi akışına benzer şekilde zihninden geçip kırılmış ruhuna sıçrayışını sezebiliyordu. Bolvar onları korumaya çalışsa -hatta korumak istese– bile birkaç gün buna maruz kalmak, Dört Atlı’nın da onun gibi kaybolup gitmesine sebep olabilirdi.
Mograine’in ifadesinin sertleştiğini görmek onu rahatlattı. İşte, diye düşündü Whitemane, yücelord sonunda savaşa hazır.
Mograine, Kuzeyyarı’na baktı ve göğüs zırhını yumrukladı. “Artık başka seçeneğimiz yok,” dedi. “Geri dönüş yok. Eğer gün batımında Bolvar hâlâ Liç Kral olarak kalırsa onu durdurabilmenin yolu kalmayabilir.”
Mograine sesini yükseltti ve sözlerinin Acherus boyunca yankılanmasına izin verdi. “Azeroth için! Yaşayanlar için! Ve birbirimiz için: Bolvar’ı öldürmeye gidiyoruz.”
—–
Bir gün öncesinde Darion Mograine, kılıcını çekmiş ve ruhunda fırtınalarla kaplı biçimde Donmuş Taht’a yaklaşmıştı.
“Bolvar,” diye seslenmişti. “Konuşmamız gerek. Derhâl.”
Bir cevap gelmemişti. Buz gibi bir rüzgâr hisarın zirvesini kamçılamış, Mograine’in zırhını boylu boyunca buzla dövmüştü. Bolvar’a giden ilk basamağı çıktı. Liç Kral’ın kendisine bakıp bakmadığını çıkaramıyordu. Bolvar’ın saran buz her zamanki berraklığından yoksundu.
“Bolvar, sana bir söz verdim.” Mograine yukarı doğru bir adım daha attı. “Hatırlıyor musun?”
Hâlâ bir yanıt yoktu. Bolvar hâlâ ona bakmıyordu. Mograine içinde yükselen ızdırabın boğazında düğümlendiğini hissetti. Diriölülüğe taşınan tüm duygular içerisinde bana hüzün verildi, diye düşündü kederle. Tırmanmaya devam etti.
“Senin Arthas gibi olmana izin vermeyeceğime yemin ettim.” Bir adım daha. Bir şey söyle, Bolvar, diye düşündü Mograine. Bunu yapmama izin verme.
Mograine bir adım daha attı ve neredeyse kaydı. Basamakların üzerindeki ince su akıntıları çizmelerinin yanından akıp gidiyordu.
Mograine anlamıyordu. Bu su da nereden geliyordu?
Çizmeleri her adımda su saçarken son birkaç basamağı hızlıca çıktı. Tam Donmuş Taht’ın önünde durdu. Gözleri büyüdü.
Liç Kral’ı saran buzlar eriyordu. Üçte biri çoktan gitmiş gibiydi.
“Bolvar”, diye fısıldadı Mograine. “Ne yapıyorsun?”
Nihayet iki turuncu göz kendi gözleriyle buluştu. “Tek başına gelmen aptalcaydı, Mograine.”
Evet. Aptalcaydı. Mograine, Bolvar’ın bir ultimatoma karşılık verebileceği umuduyla gelmişti; Liç Kral’ın tahtını terk etmeye hazırlandığını bulmaya değil.
Onunla yüzleşmek için gereğinden fazla bekledim, diye düşündü Mograine. Daha kötüsü Bolvar’ı bunu yapmaya zorlamış bile olabilirdi.
“Miğfer’in ayartmalarına kapılıp kapılmadığını bilmemiz gerekiyor,” dedi Mograine. “Yıllardır Lanetlilerin Gardiyanı olmaya dayandın.”
“Öyle mi?” Bolvar sakindi. Fazla sakindi. “Miğfer’in gücünü zapt ederken onun asıl amacını görmezden geldim.”
Amaç mı? “O her ne ise durdurmana yardımcı olabiliriz. Ancak her ne olursa olsun kendini Miğfer’in gücüne teslim edemezsin, Bolvar. Sonuçlarını biliyorsun.”
“Yok ettikleri çorak bir dünyada ilerleyen ölü ordular. Hayatın Azeroth üzerinde yitişi.”
“Evet,” diye fısıldadı Mograine.
“Peki bunu kim durduracak, Yücelord?”
“Bir Liç Kral ile savaştım,” dedi Mograine. “Bir tanesiyle daha savaşacak gücüm var.”
Varlık, gaddar bir neşeyle çaktı. “Bu gece beni öldürüp yerime geçersen saltanatının kısa süreceğini görürsün, Mograine.”
Bu ne anlama geliyordu? “Şimdi de benimle dalga mı geçiyorsun? Ne senin miğferini ne de tahtını istiyorum. Sayısız kişinin kaderine hükmetmeyecek olsa bu kahrolası hisarın tamamını ve içindeki her bir yaratığı da yıkar geçerdim.” Mograine, Buztacı’nın etrafındaki tüm tahkimatı işaret edecek şekilde kolunu savurdu. “Sana yardım edebilirim. Dördümüz birden edebiliriz. Yükün her ne olursa olsun.”
“Ölürsün. Dördünüz de ölürsünüz.”
“O zaman ölürüz!” diye kükredi Mograine. “Birimizin bile tekrar ölmekten korktuğunu mu sanıyorsun? Azeroth’u tehdit eden herhangi bir düşmana karşı birlikte ilerleyeceğiz. Ve eğer düşersek karşılığında onlara yüz katını ödeteceğiz.”
“Evet, umuyorum yaparsınız,” dedi Liç Kral.
Liç Kral’ın başının üstündeki buzda bir çatlak belirdi. Bolvar’ın yüzündeki buzda, boynundaki çentikli çizgiyi takip eden küçük bir yarık açıldı. Büyük bir buz parçası, rüzgârda savrulan küçük kristallere dönüşecek şekilde Mograine’in ayaklarının dibine düştü.
Mograine gerildi. Buzun üstünde artık Bolvar’ın boynunu açığa çıkartan bir boşluk vardı. Kılıcımın temiz bir darbesi yeter, diye düşündü.
Ama bir şeyler tersti. Bolvar sanki bunu yapması için onu kışkırtıyor gibiydi. Mograine bir anlığına gözlerini kapadı. Düşüncelerini topladı.
Ve kılıcını savurmaya karar verdi.
Ama kasları kıpırdamadan önce Varlık tepkisini gösterdi. Mograine bir anda hareket edemez hâle geldi. Bolvar’ın iradesi onu durduruyordu.
Mograine, bir zamanlar Arthas’ın dizginlerinden kurtulduğu gibi Bolvar’ı da silkeleyebilmek için zihninde vahşice çırpındı. İşe de yaradı. Bir şey çözülmüştü. Bolvar, Mograine’in ruhu üzerindeki kavrayışını tam olarak sağlamlaştıramamış gibiydi.
Mograine tereddütsüzce kılıcını Bolvar’ın boynuna doğru savurdu.
Varlık, baskısını sıklaştırdı. Mograine’in kılıcı ellerinden düştü.
Kılıcı Liç Kral’ın tahtının hemen önündeki buz ve su üzerinde sekerken ümitsizlik Mograine’in üzerine çöktü. Varlık onun benliğini sıkıca tutuyor, çelikten daha güçlü zincirlerle onu Bolvar’ın iradesine bağlıyordu.
Başaramadım.
“Kılıcını al, Mograine. Ona ihtiyacın olacak.” Varlık, üzerinde artık tam anlamıyla hakimiyet sağlamıştı. Mograine, Miğfer’in yarattığı hapishanenin içinde kapana kısılmıştı, kolları kılıcını alelade bir biçimde kaldırıp kınına yerleştirirken kendi isteğiyle hareket edemiyor veya konuşamıyordu. “Şimdi yürü.”
Mograine’in ayakları itaat etti. Varlık onu Donmuş Taht’a sırtını dönmeye ve merdivenlerden geri inmeye zorladı. Bolvar – yo, Bolvar’ın dile getirilmemiş iradesiyle uyumlu bir biçimde Mograine– Acherus’a bir ölüm geçidi açtı. “Seni kendi aracım olarak geri gönderebilirim. Diğer üçü seni orada bekliyorlar, değil mi? Onlar nihayetinde seni öldürene kadar kaç tanesini indirebilirsin?”
Bir umut pırıltısı. Yap bunu. Beni geri gönder, diye düşündü Mograine.
Bolvar bunu fark etti. “Anlıyorum. Orada seni bekliyorlar. Whitemane kendin olarak geri dönmeyeceğinden şüpheleniyor. Bunun için hazır olacaklar. Güzel.”
Ölüm geçidi etkinleşti. Kara menekşe rengindeki sis, Mograine’den az daha uzun olacak şekilde bir piramit oluşturdu.
Varlık, Mograine’i ona doğru yürümeye zorladı.
“Tek başına geri dönme, Mograine,” dedi Bolvar. “Yalnızca dördünüz birken Miğfer’in hükümdarını öldürme şansınız olacak. Elveda.”
Mograine, Acherus’a giden geçide adım attı. Ve sis de ardında kaybolup gitti.
Böylece Bolvar’ın kontrolü de kalktı. Varlık yine uykuya dalmıştı. Sessizdi. Doğru anda saldırmak için bekleyen bir engerek gibi ruhunda pusuya yatmıştı.
Mograine, başı elleri arasındayken dizleri üzerine çöktü. Özgürdü ancak kendini hiç olmadığı kadar kaybolmuş hissediyordu.