Acherus yola çıkmıştı. Parçalanmış Adalar çoktan geride kalmış, yerini yalnızca yıldızlara, bulutlara ve mehtapta hafifçe aydınlanan denize bırakmıştı.
Uçan kale yıllardır ilk defa harekete geçmişti. Üst katlardaki diriölü mürettebata emirler yağdıran Nazgrim, uçup gidişlerini izleyen Suramar’daki shal’dorei halkının ne düşündüğünü merak etti. Highmountain’daki gözcülerin o anda Orgrimmar’a rapor iletip iletmediklerini, Kara Kılıçlar’ın harekete geçtiklerini anlatıp anlatmadıklarını merak etti. Orda’nın bu konuda ne yapabileceğini merak etti.
Akıllılarsa savunmalarını iki katına çıkarıp istilaya hazırlanırlar, diye düşündü Nazgrim. Eğer Acherus, Buztacı’na dönüyorsa bu sadece sorun demekti. Thrall, Orda Konseyi ya da her kim yetkiyi üstlendiyse bunu bilmeliydi.
Nazgrim, Lejyon’a karşı yürütülen savaş sırasında Orda içerisinde ne olduğuna dair anlatılan söylentilerden ve haberlerden kaçınmaya özen göstermişti. Meraklanmadığından değildi; tam aksine gereğinden fazla meraklanacağından korkmuştu. Zorba bir savaşşefini savunurken ölmüştü. Ölüm şövalyesi olarak kaldırıldığında ardından neler olduğunu duymuştu. Demir Orda. Lejyon’un geri dönüşü. Hepsi Hellscream’in gururunun sonuçlarıydı. Nazgrim’in sadakatinin sonuçları…
Yeminini yerine getirerek ölmüştü. Orda için ölmüştü. Ancak yine de sonuçları zihnini kemiriyordu. Bu yüzden de üzerine düşünmemeye çalışmıştı.
Nazgrim, Dördüncü Savaş sırasında Orda topraklarında uygun… askerler ararken Orda’nın sorunlarıyla ilgili bilgiler öğrenmekten kaçamamıştı. Halkının bir başka canavarı devirişini izlemişti ancak yardımını sunmasına izin verilmemişti. Az da olsa yardım etmek istediğini fark etmesi tuhaf bir histi.
Nazgrim gözleri sessiz ve hareketsiz rünocağına yöneldi. Savaş arifesinde olması gereken yozlaşmış menekşe rengi alevler yoktu. Üç Musibet hizmetkârı hareketsiz, başları öne eğik biçimde duruyorlardı.
“İş başına,” diye kükredi. “Silahım savaşta kırılırsa siz alevleri canlandırıp ocağı ısıtırken saatlerce öylece durmamı mı bekliyorsunuz? Yine iş üstünde uyukladığınızı görürsem-”
Nazgrim’in sesi yavaşça kesildi. Üç hizmetkâr sözlerinden ziyade iradesinin emriyle çoktan çalışmaya başlamıştı. Mor alevler, rünocağında titreşmeye başladı. Nefesini boşa harcıyordu. Sana itaatsizlik edemeyecek birine emir yağdırmaktan hiç keyif alınmıyor, diye düşündü.
Arkasını döndü. Yapılması gereken başka işler vardı.
Nazgrim, Acherus’un alt katlarına indiğinde Thoras Trollbane’i kendisini beklerken buldu. İnsanların reverans adı verilen o tuhaf hareketinin alaycı bir parodisini yaparmışçasına dizlerini bükerek monoton bir sesle “Merhabalar, lordum,” dedi.
Aralarında uzun süredir devam eden bir şakanın mecburen parçası olması gerekiyormuş gibi davranan insan, bitap bir iç çekişle “Zug-zug, general,” diye karşılık verdi. “Mograine seni bulmamı istedi. Savaş başlayana kadar dördümüzden herhangi birinin yalnız kalmaması gerektiğini söyledi.”
“Neden?”
“Bolvar bizi durdurmaya çalışırsa diye. Öyle bir durumda birbirimizin yardımına ihtiyaç duyabiliriz.”
Liç Kral’ın Varlığı bilinçli zihinlerini dümdüz edip onları birer kuklaya çevirirse diye, demek istemişti. Nazgrim homurdandı. Öyle bir durumda bunun yaşanmasını engellemenin tek yolu kontrolü kaybetmeden birbirlerini öldürmekti. Kuzeyyarı’nda birçok Musibet ile çarpışıp öldürmüştü ve onların düşmeden önceki boş bakışlarını asla unutmayacaktı. Onlar gibi bir köle olmak yerine yeniden ölmeyi yeğlerim. “Sence yapar mı?”
“Henüz yapmadı,” dedi Trollbane sakince. “Belki de hiç yapmayacak. Ya da belki henüz Buztacı’na yeterince yakın değiliz. Eğer yaparsa ve sen de baltanı savuracak durumda olursan kellemi al, olur mu?”
“Önce beni göğsümden bıçaklarsan bir anlaşmaya varabiliriz.” Nazgrim insanın ön kolunu kavradı ve sıktı. Trollbane de aynı şekilde karşılık verdi. Görünüşe göre bu, Stromgarde askerleri arasında dostluğun simgesi olan yaygın bir hareketti. Eski insan kralı ile ork generali, geçmiş hayatlarından geriye kalan kinin üstesinden gelmeleri vakit almış olsa da gerçekten dost olmuşlardı. Nazgrim, insanlar tarafından yönetilen toplama kamplarında çok uzun vakit geçirmişti; Trollbane bu kamplardaki orkların hepsinin idam edilmesi gerektiğini açıkça savunmuştu.
Ancak Trollbane hatalı olduğunu kabul etmişti. Nazgrim, onun yönetimdeyken halkı tarafından çokça sevilmesinin ardında bu özelliğinin yattığını düşünüyordu.
Ebon Hold boyunca kaleyi havada tutmak ve ilerlemesini sağlamak için sayısız görevi olan birçok mürettebat üyesini teftiş ederken beraber yürüdüler. Nazgrim nihayet tüm gece boyunca aklını kurcalayan soruyu sordu.
“Eğer Bolvar’ı öldürmemiz gerekirse onun yerine Miğfer’i kim giyecek?”
“Bilmiyorum,” dedi Trollbane. “İlgi duyduğum bir taç değil.”
“Peki eğer son hayatta kalan sen olursan?”
Trollbane başını salladı. “Pek olası değil.”
“Yine de… O durumda ne yapardın?”
Trollbane durdu ve Nazgrim’e sert bir bakış attı. “Azeroth’u korumak için ne yapmam gerekirse onu. Öncelikle zafere odaklan, ork. Çoğumuzun hayatta kalacağından şüpheliyim.”
Nazgrim kısaca omuz silkti. “Bence Bolvar, Mograine’i Buztacı’nda öldürebilirdi. Ama yapmadı,” diye itiraf etti. “Belki bir parçası bizim gidip işini bitirmemizi istiyor. Belki de bunu yapmamıza izin verir.”
“Belki.” Trollbane’in bakışı Nazgrim’in gözlerine kilitlenmişti. “Ama bir önceki Liç Kral da dünyadaki en iyi savaşçıları kasıtlı olarak tahtına çekmemiş miydi? Güç bela kaçtıkları o tuzağa?”
Bir belirsizlik kuyusu bir anda Nazgrim’in ruhunda açıldı. Bunu düşünmemişti. Bolvar, Mograine’in dönmesine bu yüzden mi izin vermişti? Dört Atlı’nın tamamını gücünün doruk noktası olan Donmuş Taht’a çekip hepsinin iradesini tek seferde ele geçirmek için miydi?
Yo, diye kanaat getirdi bir an sonra. “Bolvar’ın amacı bu değil,” dedi Nazgrim.
“Kendinden emin görünüyorsun.”
“Öyleyim,” dedi Nazgrim. “Kuzeyyarı’ndaki savaş planlarını gördüm. Aynı stratejiyi iki kere kullanmayacak kadar zeki. Özellikle de ilk seferde başarısızlığa uğramışken.”
Trollbane bunun üzerine düşündü ve onaylarcasına başını salladı. “İyi dedin. Ancak bu, her ne planlıyorsa hazır olmadığımız anlamına geliyor.”
İşin gerçeği de buydu. Nazgrim’in içindeki belirsizlik, diriölü yaşamında korkuya en yakın olabilecek şeye, dehşete evrildi. Mograine açıklamasını yaptığı andan beri dördünün birden Liç Kral tarafından muhtemelen yok edileceğini biliyordu. Sıkıntı değildi. Daha önce de savaşta ölmüştü. Daha kötü şeyler var, diye düşündü. Unutulmak, köleliğe nazaran tercih edilebilir bir şeydi.
Nazgrim’in içini düğümleyen şey bilinmezlikti. İki kararlı ordu Liç Kral’a karşı saldırı gerçekleştirmiş ve neredeyse kaybetmişti. Dört savaşçının ne gibi bir ümidi olabilirdi? Mograine, Miğfer’in etkisine karşı savunmasız olduklarını doğrulamıştı. Başarısız olurlarsa en son savaşta paramparça olmuş olan Orda ve İttifak orduları başladıkları işi bitirecek sayıya sahipler miydi?
Bilinmezlikler. Belirsizlikler. Nazgrim hâlâ Bolvar’ın düşmanları olmadığına dair akılalmaz bir hisse sahipti ve bu onu endişelendiriyordu. Belki de hükmü ciddi derecede kusurluydu. Ancak yine de geri dönmelerini teklif etmeyecekti. Bu yüzleşme o ya da bu şekilde tüm sorularının cevabını verecekti.
“Onu öldürmekte tereddüt edecek misin?” diye sordu Nazgrim.
“Azeroth’u korumaya yemin ettim, Bolvar’ı değil,” dedi Trollbane basitçe.
Ork, devriyesine devam etti. Trollbane yanında ona ayak uyduruyordu.
Acherus’un balkonlarından birine vardıklarında kuzeybatı göğünü kaplamış bulutları gördüler. Buztacı ufkun ötesinde o taraftaydı. Nazgrim bunu hissedebiliyordu. Gözleri bağlı hâlde bile o sabit ve değişmez, adeta görünmez bir deniz fenerini andıran yeri gösterebilirdi. Mograine döndüğünden beri Varlık’ı hafif bir kıpırdanmadan öte sezmemişti. Liç King kendini onlardan tamamen koparmış gibiydi.
Yine de oradaydı. Bekliyordu.
“Geldiğimizi biliyor olmalı,” diye düşündü Nazgrim.
“Katılıyorum.”
“Sen onunla benden daha çok konuştun,” dedi ork. “Bolvar’ı gerçekten yitirdik mi? Yoksa onu kurtarmanın hâlâ bir yolu var mı?”
Trollbane bir süre hiçbir şey söylemedi. Nazgrim herhangi bir yorumda bulunmadan adamın düşüncelerini toparlamasına izin verdi. Nihayetinde Trollbane sakince konuştu. “O, korkunç bir görevi olan bir lider. Zannımca bu görev onu ezene kadar tek başına taşımaya niyetli.”
—–
Thoras Trollbane, Donmuş Taht’ın önünde tek başına duruyordu. Yukarısında, Buztacı Hisarı’nın zirvesinde Hüküm Miğferi’nin ve onu çevreleyen mavi buzun içinden bir çift alevli gözün parıltısı yayılıyordu.
Liç Kral’ın keşfedilmemiş derinlikler gibi pes sesi, Trollbane’in zihninde Varlık üzerinden konuşuyordu. Haftalardır ilk defa yapıyordu. “Defol, Trollbane. Bugün tavsiyelerine ihtiyacım yok.”
“Belki yoktur,” dedi Trollbane sesini yükselterek. Yine de basamakları çıkmaya devam etti. “Yine de seninle konuşacağım.”
Çıktığı her basamakla birlikte Bolvar’ın öfkesinin büyüdüğünü hissedebiliyordu. Varlık’ı üzerinden adeta açık bir yara gibi sızlayıp duruyordu. Dikkatli ol, anlamına geliyordu.
Trollbane hayattayken Bolvar Fordragon’ı tanımamıştı. Stromgarde kralı olduğundan azmi ve asil ruhu sayesinde paladin eğitimcilerini hayran bırakan Fordragon çocuğunu duymuştu. Belki katıldıkları ortak bir saray faaliyeti olmuştu ama hiç konuşmamışlardı. Bolvar hakkında bildiği tek şey kendisi diriölü olarak kaldırıldığından beri deneyimledikleriydi: Kendini adamış, sarsılmaz ve gözü pek bir adamdı. Paladin iken en iyilerinden biri olmalıydı. Lanetlilerin Gardiyanı olması ise dertlerini tartışmak istemediği anlamına geliyordu. İnatla yükünü tek başına omuzlamakta ısrar etmişti.
Trollbane, zirveden birkaç basamak aşağıda durdu. Merdivenin tepesinde durup Bolvar’ın tahtı üzerinde belirmek istemiyordu. Buz kozası Bolvar’ın gözlerini ve bedeninde alevler yüzünden oluşmuş turuncu yaraları örtüyor olsa da bu ikisi tahta belli belirsiz, tüyler ürpertici bir parıltı katıyordu. Trollbane, teninin üstündeki buzun damarlarındaki ejderha ateşini yatıştırıp yatıştırmadığını merak etti. Belki durumu daha da kötüleştiriyordu.
“Bolvar,” dedi Trollbane, “biz senin hizmetkârların değiliz. Öyleymişiz gibi davranmayı kesmenin vakti geldi de geçiyor.”
Buzun altındaki anlık turuncu ışık parıltısı, Bolvar’ın Varlığı üzerinden hissedilen rahatsızlık titreşimiyle örtüşüyordu. “Yani. Seni Mograine gönderdi.”
“Hayır. Ama Mograine bağı kopardığını da saklamadı.”
Soğuktu. Tereddütsüzdü. “Ona söyleyecek hiçbir şeyim yok. Sana da.”
“Hepimizi kaldıracak kadar bize güvendin. Bizi Atlılar’ın yapacak kadar,” dedi Trollbane. “Bizim de sana güvenmemiz gerek. Bizden bir şeyler gizliyorsun.”
Öfkesi yükseliyordu. “Sana nasıl bir derdimi dökeyim?”
Trollbane ellerini açtı ve sakince işaret etti. “Burada bir ordu topluyorsun. Satranç taşlarını yerlerine oturttuğunu hepimiz görebiliyoruz ancak amacını kavrayamıyoruz. Bize planlarını anlat ve biz de sana yardımcı olalım.”
“Ölürsünüz. Bu bana hiç yardımcı olmaz.” Bolvar, çocuğuna kızmış bir babanın küçümseyen tavrıyla konuşuyordu. Trollbane bunu deneyimleyeli çok ama çok uzun zaman olmuştu.
“Eğer askerleri hazırlıksız bir şekilde savaşa gönderirsen, evet, muhtemelen öleceklerdir,” diye onayladı Trollbane. “Ve biz de kesinlikle hazırlıksızız. Ne değişti? Bizi kendinden uzak tutmaya zorlayan güç ne?”
“Sylvanas Windrunner.”
Thoras Trollbane duraksadı. Windrunner mı? Liç Kral, Dördüncü Savaş başladığından beri onunla ilgilenmiş, Dört Atlı’nın onun nerede olabileceğine dair duyacakları tüm söylentileri raporlamalarını istemiş ancak onu kendi başlarına avlamalarını kesinlikle yasaklamıştı. Ancak Bolvar aynı zamanda Dört Atlı’ya Sylvanas’ın Miğfer’e karşı onu hor görmekten başka bir şey göstermediğini de söylemişti. “Ne olmuş ona?”
“Onun savaşı, yaşam ile ölüm arasındaki dengeyi altüst etti. Ölüm ziyafet çekiyor ve Miğfer’in gücü taşıyor,” dedi Bolvar. “Lejyon dünyamızı bir ölüler mahzenine çevirdi, yine de o zaman bile bu tarz bir şey hissetmemiştim.”
Trollbane hâlâ Bolvar’ı rahatsız eden şeyin ne olduğundan emin değildi. “Sylvanas ne yapmaya çalıştıysa çalışsın başarısız oldu.”
Trollbane, Bolvar’ın öfkesinin akkor gibi alevlendiğini hissetti ancak onun her şeyden öte kendisine kızgın olduğuna dair tuhaf bir hisse kapılmıştı. “Onun kendisinin başarısız olduğuna inandığına dair herhangi bir işaret görüyor musun?”