Sürgünleri sırasında geçen seferki gibi kendilerini gizlemeye dahi gerek duymayan Baş Habisler, Sığınak boyu kaos ve dehşet yaratarak etkilerini yaymaya başladılar. Doğrudan bir bedenleri olmasa da zayıflamış hâlleri bile Sığınak’ın zavallı insanlarını etkilemek için fazlasıyla yeterliydi. Politik güce sahip figürleri pençelerine alarak Kehjistan’ı birbirine katmaya başladılar. Bu sırada tetikte bir şekilde Sığınak’ı gözetmekte olan Başmelek Tyrael durumu fark etti ve dağılmış büyücü klanlarından topladığı cesur büyücülerden Horadrim adında bir organizasyon kurdu. İlk işleri Dünyataşı’ndan yontup yarattıkları taşlarla Diablo, Mephisto ve Baal’ın peşine düşmek oldu. Taşları kullanarak üçlüyü avlamaya başlayan Horadrim, ilk önce Kehjistan’ın kalabalık bir bölgesinde Mephisto’yla karşı karşıya geldi. Mephisto etraftaki birçok masum sivilin de öldüğü bir çatışma sonucunda ele geçirildi. Diablo ve Baal ise İkiz Denizler’i aşıp Aranoch Çölü’ne ilerlediler. Baal burada Horadrim tarafından köşeye sıkıştırıldı ve Lut Gholein şehrinde üç gün boyunca saklandı. Habislerden biriyle bir kez daha şehir ortamında savaşmak istemeyen Horadrim büyücüleri sakin bir şekilde beklediler ve çölde izini kaybettirmeye çalıştığı sırada Tal Rasha’nın önderliğindeki bir grupla Baal’ı da yakalamayı başardılar. Ancak dövüş sırasında kehribar renkli taş hasar görmüş olduğu için Tal Rasha kendini feda etti ve Baal’ın ruhunu bedenine hapsederek kontrol altında tutmayı denedi. Üç Baş Habis’ten geriye sadece Diablo kalmıştı.
Kardeşlerinin kaderini paylaşmamak için Khanduras’a geçmiş olan Diablo, kendini güvene almak için bir yandan da bir ordu toplamaya çalışıyordu. Çeşitli iblisleri ve yaratıkları çağırarak bölgeyi dehşete boğdu fakat ordusu günden güne artarken bir yandan Horadrim’in de dikkatini çekti. Yıllar süren mücadelenin sonunda Diablo’yu yenip ruhunu taşa hapsetmeyi başardılar. Sığınak’taki olaylara doğrudan müdahale etmesi yasak olan Tyrael, Horadrim’e son bir kez gözüküp Talsande Nehri’nin dibindeki labirentimsi mağaraların üzerine bir manastır kurmalarını ve taşı da mağaraya saklamalarını tembih etti. Bu manastırın koruyucuları olan Horadrimler ve onların aileleri o bölgeye yerleşerek Tristram adındaki kasabanın temellerini attılar. İki yüz yıl sürecek sessiz nöbetleri sırasında Diablo’nun uzun vadeli planlarının tıkır tıkır işlediğinden haberleri dahi yoktu.
Eski maceralar efsanelere dönüşmeye ve yavaş yavaş unutulmaya başlandığında Zakarum kilisesinin emriyle dini yaymak için bölgeye gelen Kral Leoric, tam da Diablo’nun beklediği ve ihtiyacı olan şeydi. Kurast’ta Mephisto’nun ruhtaşını korurken Nefretin Efendisi’nin etkisiyle yozlaşmış Başpiskopos Lazarus’un önerisiyle yeni krallığının merkezini Tristram’a taşıyan Leoric, terk edilmiş ve harabe hâlindeki manastırı da bir Zakarum katedraline dönüştürdü. Başlarda Tristram halkına karşı adaletli ve cömert olan Leoric, bir yandan da yavaş yavaş Diablo’nun etkisi altına girmeye başladı. Diablo’nun yerleştirdiği karanlık düşünceler zamanla akıl sağlığını parçaladı ve paranoyaklaşmasına sebep oldu. Her geçen gün daha da histerik hâle gelmeye başlayan Leoric, Diablo’nun Lazarus aracılığıyla fısıldadığı Westmarch’ın kendisine karşı savaş açma ihtimaline inandı ve oğlu Prens Aidan’ı peşinde bir orduyla birlikte savaşa yolladı. En yakınındakilerden, hatta kendi eşinden bile şüphe etmeye başlayan Leoric sadece Lazarus’a güveniyordu ve onun sözüyle Kraliçe Asylla’yı idam ettirirken gözünü bile kırpmadı.
Tristram dehşetin gölgesinde kıvranırken Leoric’in en küçük oğlu olan Prens Albrecht‘in ortadan kayboluşu tuz biber oldu. Oğlunun kayboluşunun sorumlusu olarak kasaba halkını gören Leoric, bu sefer de halkı cezalandırmaya, hatta Albrecht’in yerini söylemeyi reddedenleri idam ettirmeye başladı. Gerçekteyse Albrecht, Lazarus tarafından katedralin altındaki mağaralara götürülmüş ve burada Diablo’nun ruhunu taşıyan ruhtaşı alnına saplandığı için çoktan Diablo’ya dönüşmeye başlamıştı. Başpiskopos ve Deli Kral’ı kukla gibi parmağında oynatan Diablo’nun planları, bir grup askerin Westmarch’taki savaştan dönmesiyle sekteye uğradı. Leoric’in şövalyelerinin yüzbaşı olan Lachdanan, çok sevgili kralının yaptıkları karşısında dehşete düştü; daha fazla yozlaşmasına göz yummamak ve acısına son vermek için kılıcını Leoric’in kararmış kalbine sapladı. En önemli piyonlarından birini kaybeden ve hâlâ gücünü geri kazanmaya çalışan Diablo, Leoric’in bedenini ölümden geri döndürerek katedralin altındaki mabedi korumak için dikti. Kralsız kalmış ve ordusu yok yere savaşa girmiş olan Tristram, çaresiz bir şekilde Lazarus’tan medet umdu. Başpiskopos, Prens Albrecht’in hâlâ kayıp olduğunu hatırlatarak kasaba halkını katedralin altındaki mağaralarda arayışa yönlendirdi. Lakin mağaralar artık Diablo’nun çağırdığı iblisler ve yaratıklarla doluydu; vahşice katledilen kasaba halkı da karanlık büyülerle diriltilerek Dehşetin Efendisi’nin ordusuna katıldılar.
Tristram halkı umudunu yitirip Doğan Güneş Meyhanesi’ne korku içinde sığındıkları sırada Prens Aidan, Wesmarch’a çıktığı seferden yanında Jazreth adında bir Vizjerei sahiri ve Moreina adında Görmeyen Gözün Kızkardeşliği’ne mensup bir okçuyla geri döndü. Tristram’da yaşanan felaketleri ve kardeşinin kayboluşunu öğrenen prens, vakit kaybetmeden yanındaki iki dostuyla birlikte katedralin altındaki mağaralara indi. Önlerindeki iskelet ordusunu ve iblisleri katlederek yerin kat kat altına inen üçlü, en nihayetinde Diablo’yla karşı karşıya geldiler. Henüz tam gücüne kavuşmamış olan Diablo, buna rağmen üçünü de hem fiziksel hem de zihinsel olarak tüketti; Aidan korkularıyla yüzleşti ve Diablo’yu öldüren darbeyi kendi elleriyle indirdi. İblisin bedeni gözlerinin önünde kuruyup toza dönüşürken altında yatan zavallı Albrecht’in bedenini de gözler önüne serdi. Diablo (şimdilik) yenilgiye uğratılmıştı ancak bunu bedeli Prens Albrecht’in hayatı olmuştu. Dahası ruhtaşı da hasar görmüş ve Diablo’nun ruhunu hapis tutamayacak kadar çatlamıştı. Diablo’nun ruhunu zaptedebileceğini uman Aidan, böylece Tal Rasha’nın yaptığı fedakarlığın aynısını yaparak ruhtaşını alnına sapladı.
Başta Diablo’yu kontrol altında tuttuğuna inanan Aidan, içinde büyümekte olan karanlığı dizginlemekte zorlandığı zamanlarda Cadı Adria’nın yardımını almaya başladı. Diablo’nun şeytani özünü genç prensin içinde hisseden Adria ise bunu çıkarına kullandı ve birlikte uzun geceler dertleştiği prensi baştan çıkartıp ondan hamile kaldı. Ancak aslında içinde taşıdığı çocuk Aidan’ın değil, gizliden gizliye hizmet ettiği efendisi Diablo’nundu; onun özünü ve geleceğini taşıyordu.