İkinci sunum yeni Naruto oyunu Naruto to Boruto: Shinobi Striker üzerineydi. Bu, Fatal Bullet’ın bıraktığı kötü tadı bir nebze aldı doğrusu. Bu aralar multiplayer çekişmeli oyunlar pek moda biliyorsunuz ki, Naruto da bu trendi yakalamak adına 4’e 4 arenaya taşımaya karar vermiş işi. Animeden bildiğiniz karakterleri alıp çeşitli arenalarda belli görevleri yerine getirmeye çalışmanın yanında kendi ninjanızı yaratmak gibi çok tatlı bir özellik de eklemişler. Ben animeden favorim olan Kakashi’yi seçtim tabii hemen ama kendi karakterimi yaratma seçeneğini kurcalamayı da merakla bekliyorum bir yandan. Özetle Naruto seviyorsanız oynanır gibi duruyor bu. En azından Fatal Bullet’a kıyasla daha fazla umut vadediyor.
Dil problemini bir kenara bırakırsak Monster Hunter için beklentilerim yüksekti doğrusu. Kendinden on kat büyük bir yaratığı gerek üstüne tırmanarak gerek kanatlarını oklayarak avlama mekaniklerini oldukça severim, Dragon’s Dogma’yı her ortamda överim. Ancak Monster Hunter bu konudaki beklentilerimi karşılayamadı. Silahlar ağır, kontroller tuhaf ve dövüş mekanikleri beklentilerime göre oldukça kısıtlıydı. Hafif vuruş, ağır vuruş ve takla atarak kaçınma mekanikleri zaten her oyunda bulabileceğimiz basit şeyler. Oyunun grafikleri ve manzaraları gerçekten hoş olsa da en azından Gamescom’da bize gösterilen kadarıyla ilgimi çekmeyi başaramadı. Son on dakikayı “Ne zaman bitecek?” diye beklemekle geçirdim.
Bu sırada Gwent için Burcu’ya dönebiliriz!
Bu senaryoda Rivia ve Lyria kraliçesi Meve olarak dağ tepe geziyor ve ülkemizi adam ediyoruz. Bize gösterilen başlangıç senaryosuna göre Kuzey Krallıkları liderleriyle olan bir görüşmeden dönerken topladığımız vergilerin haydutlar tarafından çalındığını öğreniyoruz ve bu işe bizzat el atmaya karar veriyoruz. Haydutlara yardım ve yataklık ettiği söylenen köylüleri getiriyorlar karşımıza ve… çıkarıyoruz kartları, başlıyoruz bi el Gwent-…
Hayır tabii ki. Koskoca kraliçe olarak tavernalarda kart atmıyoruz. Kartlar bizim askerlerimiz, belli karakterleri temsil eden özel kartlar da yandaşlarımız. Oyundaki kontrol merkezimiz olan kamp alanına gittiğimizde kendilerini orada takılırken görebiliyoruz. Bu arada karakterlerine çok aykırı olacak seçimler yaptığımızda da kalkıp gidebiliyorlarmış. Tabii onlar gidince Gwent savaşlarımızda kullanabileceğimiz bir kartımızı da kaybetmiş oluyoruz. Kart oyununda ne seçimi diye soracak olursanız… oynanışın epey RPG stili olduğunu söyleyebilirim. O sorgulamak için getirdikleri köylüleri ne şekilde sorgulayacağımızdan tutun da ne ceza vereceğimize kadar pek çok seçim yapıyoruz. Bu seçimlerin hem hikâyeye hem de Gwent oyunumuza etki edeceğini de öğrendik. Örneğin ceza olarak köylüleri askere alırsanız, onları kampınızda eğitebiliyorsunuz. Bu sayede yeni asker kartlarınız olmuş oluyor. Eğitmezseniz de muhtemelen PFI.
Kısacası en az beklentiyle gittiğim Gwent en çok beklentiyle çıktığım oyun oldu, tek kişilik senaryo modu gümbür gümbür geliyor. Witcher serisinin biraz geçmişinde geçtiğini de hesaba katarsak hikâyesiyle de merak ettiren bir oyun olacak. Bir noktada Geralt of Rivia bağlantısına da değineceklerinden de hiç şüphem yok doğrusu.
Perşembe gününün yorgunluğunu atmak için ise Blizzard’ın bizleri özel olarak davet ettiği ve sınırlı sayıda katılımcının yer aldığı partinin yapıldığı mekana adım attık. Blizzard partisinin detaylarına bu yazının sonunda yer alan “Bonus” kısmında yer verdim ancak şu kadarını söyleyebilirim ki şahsen hayatımın en güzel gecelerinden biriydi.
Bir önceki gün Playstation standında uğrayıp ziyaret edeceğimizin bilgisini verdiğimizden ötürü sabah ilk iş Detroit: Become Human’ı denemeye gittik. Bir araştırma görevini tamamladığımız bölüm bile oyunu beğenmemize yetti de arttı bile. Gerçekten çok hoşumuza gittiğini belirtmem gerek. Özellikle de araştırmayı gerçekleştirirken kontrol ettiğimiz android karakterin gözünden olayların nasıl gerçekleştiğini görmek, bulduğumuz ipuçları sayesinde yaşananları tekrar canlandırmak ve araştırmayı sonuçlandırmak oldukça keyifliydi. Son bölümdeki konuşma ekranında yazılar İngilizce olsaydı daha iyi olabilirdi tabii fakat ne dediğimizden tam emin olmadan rastgele tuşlara basan Burcu gayet başarılı bir şekilde bölümü tamamladı. 😀 (Almanya’da olmanın eksileri…)
Her şey güzel ilerlerken küçük birkaç talihsizlikle karşılaştığımız da oldu. Özellikle Shadow of War’u denemek isteyen Can’ın başına geleni kendi kaleminden okuyalım derim.
Ufak çaplı bir stüdyo olan Warhorse Studios bizi hemen içeri buyur etti. Hatta bilgisayarın başına otururken görevlilerden biri üzerimdeki Destiny 2 tişörtünü görüp “Ooo, Bungie’den misiniz?” diye sordu. “Yok, Destiny 2 oynayanlara dağıtıyorlar bu tişörtlerden” diye cevaplayıp (istemeden de olsa) hevesini söndürmüş oldum. Her neyse… Kingdom Come çok uzun süredir radarımda olan bir oyundu zaten. Orta Çağ dönemini içine hiçbir fantezi katmadan olduğu gibi yansıtan bir RPG kendisi. Oynadığım kısa seansta bile o dönemi ve Doğu Avrupa havasını çok güzel yansıtmayı başardıklarını söyleyebilirim. Oynanışta ufak tefek pürüzler var ama oyunun çıkışına daha aylar olduğu için onları da törpülerler diye umuyorum. Kısa bir-iki görev hallettikten sonra savaş sistemine dair ufak bir hazırlık oynadıktan sonra (ki silahın savuruş açısını falan ayarladığınız ilginç bir sistemi var) bize ayrılmış sürenin sonuna geldik ve tekrar Shadow of War standına yürüdük.
Shadow of War standında artık gerçekten de iletişimsizlikten mi yoksa önceki görevlinin cinliğinden mi bilemiyorum ama bir vardiya değişimi olmuştu. Yeni görevli bize yardım etmeyi katiyetle reddettiği gibi lafımıza da inanmadı bir türlü. Bir üst yetkiliyi ya da 40 dakika önce burada olan arkadaşı çağırın dedim ancak gelen eleman da “Yok, oynatamayız. Biz size 40 dakika sonra gelin falan demedik” diye diretince dediğim gibi Shadow of War’a beslediğim hisler bir parça daha nefret kısmına kaydı.