İkinci kanat Kel’Thuzad’ın umut etmiş olduğu her şeydi. Büyülü artefaktlar, laboratuvar ekipmanları ve eski laboratuvarlarını utandıracak diğer tüm gereçler… Hakiki bir asistanlar ordusu tutabilecek devasa odalar… Hayvanların döküntülerinden ustalıkla birbirine dikilmiş ve diriltilmiş diriölü canavarlar… Hatta türlü insanların beden parçalarından oluşturulmuş birkaç diriölü… İnsan bedeni parçalarında yara bulunmadığını fark etti: Nerubianların aksine insanlar kaderleri için savaşmamışlardı. Nekromans bedenleri yerel bir mezarlıktan elde etmiş olmalıydı. Dikkat çekmekten kaçınmak için akıllıca bir yoldu. Yoksa Kirin Tor acil olarak harekete geçerdi.
Ne yazık ki üçüncü kanat en az ilginç olanıydı. Anub’arak ona bir cephanelik ve dövüş eğitimi için bir alan gösterdi. Ardından kabir lordu onu yüzlerce, hayır binlerce mühürlü varil ve nakliye kasasıyla dolu odalardan geçirdi. Naxxramas neden bu kadar erzak ihtiyacı içinde olabilirdi? En azından piramit, pek de mümkün olmayan bir kuşatma altına alınması ihtimaline karşı iyi stoklanmıştı.
En sonunda o ve Anub’arak son kanada ulaştılar. Bahçemsi bir alanda büyümüş olan dev mantarlar, Kel’Thuzad’ın kendini hasta hissetmesine sebep olan zehirli dumanlar çıkarıyordu. Mantarların altındaki toprak sağlıksız, muhtemelen hastalıklı görünüyordu. İncelemek için daha yakına gidince bir şeyin üstüne basıp ezdi: Yumruk büyüklüğünde kurtçuğa benzeyen bir yaratıktı.
Ürperdi ve hızlıca devam etti. Sıradaki odada köpüren yeşil sıvıyla dolu bir dizi küçük kazan vardı. Maddenin tiksindirici kokusuna karşın Kel’Thuzad, merakla ileri bir adım attı ama iri bir pençe birden yolunu kesti.
“Efendi yaşayanlar arasında kalmanı istiyor. Henüz zamanın gelmedi.”
Nefesi boğazında tıkandı. “Beni öldürebilir miydi?”
“Efendiye hayattayken hizmet etmeyecek birçok kişi var. Sıvı bu ‘zorluğun’ üstesinden geliyor.” Kel’Thuzad’ın boş bakışları üzerine kabir lordu, “Gel. Sana göstereceğim,” dedi.
Anub’arak onu iki tutsağın olduğu bir hücreye götürdü. Gösterişsiz kıyafetlerine bakılırsa köylülerdi. Adam, ölü gibi solgun ve terden sırılsıklam olan kadını kollarıyla kucaklamıştı. Kadın açıkça hasta olsa da ikisi de hayattaydı. Kel’Thuzad kabir lorduna sıkıntılı bir bakış attı.
Kadının çaresiz cam gibi gözleri Kel’Thuzad’ı buldu ve aydınlandı. “Merhamet, lordum! Bedenim tükeniyor. Bundan sonra neler olacağını gördüm. Bir alev oku için yalvarıyorum size. Bırakın huzur içinde yatayım.”
Kadın, nekromansın kölesi olmaktan korkuyordu. Anub’arak’a göre bir seçeneği olmayacaktı. Kel’Thuzad rahatsızca başını çevirdi. Ne de olsa hiçbir koşulda fazla yaşayamayacaktı.
Kadın adamın kollarından debelenerek kurtuldu ve hücre parmaklıklarına yapıştı. “Tanrı aşkına! Eğer bana yardım etmeyecekseniz, en azından kocamı güvenli bir yere götürün!” Ve umutsuzca ağladı.
“Sakin ol, bir tanem,” diye mırıldandı adam arkasından. “Seni bırakmayacağım.”
Kel’Thuzad şiddetle Anub’arak’a fısıldadı. “Kadını sustur!”
“Ses sana ızdırap mı veriyor?” Anub’arak yıldırım hızında bir hareketle bir pençesini parmaklıkların arasından geçirip kadının kalbine mızrak gibi sapladı. Kabir lordu gelişigüzel bir hareketle cesedi zeminin üstüne silkeledi.
Kocası acı içinde uludu. Suçlu hissetse de rahatlayan Kel’Thuzad dönüp gitmeye başladı ama ceset kamburlaşıp zemine vurmaya başlayınca donup kaldı. Köylü adam şok içinde bakıyordu ve sessizleşmişti.
Ölü kadının derisi renk değiştirmeye başladı: Soluk, yeşilimsi bir griye dönüyordu. Spazmlar yavaş yavaş durdu ve kadın dengesizce ayağa kalktı. Başını bir tarafa çevirdi, ardından kocasını görünce titredi. “Muhafızlar, bu adamı dışarı çıkartın.” Sesi kulak tırmalayıcıydı.
Muhafızlar hiçbir harekette bulunmadılar. İnleyen kadın parmaklarını kullanarak birbirine dolanmış saçlarını şöyle bir taradı; böylece Kel’Thuzad kadının yüzünü nihayet net bir şekilde görebildi. Teninin altındaki kan damarları gittikçe koyu bir renge bürünüyordu ve gözleri vahşi, deliye dönmüşçesine bakıyordu.
Kocası şüphe içinde sordu, “Aşkım? İyi misin?”
Kadının ağzından acı bir kahkaha kaçtı ve adam ona doğru tereddütlü bir adım attığında bir hırıltıya dönüştü. “Daha yakına gelme.”
Adam onun karşı çıkmasını göz ardı ederek kadına doğru ilerledi ama kadın onu uçuracak bir güçle itti. Adam hücre parmaklıklarına çarptı ve kayıp düştü; sersemlemişti.
“Uzak dur.” Konuşması boğuklaşmaya başlamıştı. “Sana zarar veririm.” Kolları etrafına sarılmış hâlde hücrenin diğer tarafına çarpana kadar geri geri gitti. “Sana zarar veririm, sana zarar veririm,” diye inilderken söyleyişindeki bir şey tuhaflaşmaya başladı.
Yavaşça, düzensiz hareketlerle elini göğsündeki boşluğa doğru götürürken Kel’Thuzad neler olduğunu anlayamadan onu izledi. Kadın tısladı, yüzünü ekşitti ve parmaklarını ağzına götürdü. Yaladı. Emdi. Sonra anlık bir hareketle kadın kocasının üstüne atladı, saldırdı, dişlerini gösterdi…
Adam çığlık attı ve hücre zeminine kan fışkırdı. Kel’Thuzad yüzünü çevirdi. Gözlerini kapatmak yardımcı olmuyordu; hâlâ kelimelerle anlatılamayacak sesleri duyabiliyordu. Koparma, parçalama sesleri. Çiğneme sesleri. Hafif, sefil bir ağlayış tam korktuğu gibi diriölü kadının bir aşamaya kadar hareketlerinin farkında olduğu ama kendini durduramadığı anlamına geliyordu.
İğrenmiş ve dehşete düşmüş bir hâlde Naxxramas’tan tümüyle dışarı ışınlandı, tökezleyerek biraz uzaklaştı ve kustu. Lekesiz bir kar yığını bularak, avuç dolusu çıkarttı ve acımasızca yüzüyle ağzını ovaladı. Bir daha asla temiz olamayacakmış gibi hissediyordu. Kendini nasıl bir işe bulaştırmıştı?
Dağınık düşünceleri bir bir yerine oturuyordu. Nekromans yaygın olarak yasaklı bir büyü alanı üzerinde çalışmakla ilgilenen basit bir akademisyen değildi. Evini saldırılara karşı kuvvetlendirmekle kalmayı da planlamıyordu. İnsanları zombilere dönüştüren bir sıvının seri üretimini yapıyordu. Naxxramas’ta muazzam erzak stokları, silahlar, zırh, eğitim alanları…
Bunlar savunma önlemleri değildi. Savaş hazırlıklarıydı.
Ani bir rüzgâr, doğaüstü bir çığlıkla onu tokatladı ve bir grup soğuk tayf gözlerinin önünde belirdi. Yıllar önce Menekşe Hisarı’nda onlar hakkında yazılar okumuştu. Gölgeli, yarı saydam formlarının muğlak tarifleri, parlayan gözlerindeki duygusuz kötülükten hiç bahsetmemişti.
Tayflardan biri kayarmışçasına daha yakına geldi ve sordu, “Şüphelerin mi var? Gördüğün gibi küçük numaranın sana bir faydası yok. Efendiden kaçamazsın. Her hâlükârda ne başarmayı umuyor olabilirsin? Nereye gidebilirsin? Daha önemlisi, sana kim inanır?”
Savaş ya da kaç: Bunlar kahramanca seçenekler olurdu. Kahramanca ama anlamsız… Ölümü hiçbir şeye hizmet etmezdi. Nekromansın çırağı olmayı kabul ederek Kel’Thuzad, kendi yeteneklerini geliştirmek için zaman kazanmıştı. Yeteri kadar eğitimle nekromanstan daha kudretli olabilir veya adamı gafil avlayabilirdi.
Tayfa doğru başını salladı. “Pekâlâ. Beni ona götürün.”
Tayflar onu hisara geri ışınlandılar ve Kel’Thuzad’ın sonradan hatırlayamayacağını bildiği bir dizi salon ile odadan geçirerek aşağı doğru götürdü. En sonunda yerin altındaki derinliklerde o ve tayflar, nemli soğuğu kemiklerine batan koca bir mağaraya girdiler. Mağaranın merkezinde baş döndürücü uzunlukta sivri bir kaya vardı. Karla örtülmüş bir dizi merdiven spiral şeklinde kayanın yanlarından yukarı uzanıyordu.
Kel’Thuzad ve tayflar yukarı çıkmaya başladılar. Kalbi heyecan ve korku içinde atıyordu. Adımlarının yavaşladığını fark ettiğinde tekrar hızlandı. Ancak azmi uzun sürmedi. Sanki bir ağırlık onu çekiyormuş gibi hissediyordu. Belli ki Kuzeyyarı boyunca yaptığı uzun yolculuk onu düşündüğünden daha fazla yormuştu.
Çok üstünde, sivriliğin tepesinde büyük bir kristal parçası olduğunu zar zor fark etti. Karın dokunmadığı soluk mavi bir parlaklığı vardı. Nekromanstan iz yoktu.
Tayflardan biri buz gibi kuvvetli bir rüzgârla onu itti. Yine geride kalmaya başlamıştı. Sinirli bir şekilde pelerinini yakınına çekti ve kendini tırmanmaya zorladı; oysa ki zor nefes alıyordu.
Zaman geçti ve bir sulu kar fırtınası tüm farkındalığını geri getirdi. Merdivenlerin ortasında durdu ve asasına yaslandı. Hava kirli ve boğucuydu; artık nefes nefeseydi. “Bana biraz zaman verin,” demeyi başardı.
Arkasındaki bir tayf, “Biz dinlenemeyiz,” dedi. “Sen neden dinlenesin?”
Kel’Thuzad zalimce tırmanmaya geri döndü ve giderek artan yorgunluğuna karşı omuzlarını kamburlaştırdı. Çaba göstererek başını kaldırdı ve hafifçe parıldayan kristalin yaklaşmakta olduğunu gördü. Bulunduğu mesafeden içinde puslu karanlık şekiller olan pürüzlü bir taht gibi görünüyordu. Bu her neyse, çevresinde açıkça tehditkâr bir hava vardı.
Tayflar ona sürtündüler ve korkarak haykırmasına sebep oldular. Sesin ekosu mağara boyunca yankılandı. Titreyen elleriyle kürklü pelerinini kavradı. Nefesi boğazının gerisinde hırıldıyordu ve aniden geri dönüp kaçmaya başlamak gibi korkunç bir dürtüye kapıldı. “Efendi nerede?” diye sordu, sesi yüksek ve titrekti.
Cevap yoktu, sadece bir dolu fırtınası gaddarca onu kırbaçlıyordu. Tökezledi ve yeniden ayakları üstünde durmayı başardı. Üstünde belli belirsiz görünen taht her adımda daha baskın hissettiriyor, başını aşağı itiyor, belini büküyordu. Zar zor dik yürüyordu. Çok geçmeden elleri ve dizleri üzerine düştü.
Sonra nekromans, direkt olarak Kel’Thuzad’la artık nezaketle uzaktan yakından alakası olmayan bir sesle konuştu. Bu senin ilk dersin olsun. Sana veya halkına karşı hiçbir sevgi beslemiyorum. Aksine insanlığı bu gezegenden tamamen temizlemeye niyetliyim ve şüphen olmasın: Bunu yapabilecek güce sahibim.
İnsafsız tayflar ona durma izni vermedi. Aşağılanmanın ötesine geçerek asasını bıraktı ve emeklemeye başladı. Nekromansın kini onu yere seriyor ve karın derinlerine bastırıyordu. Kel’Thuzad titriyor, inliyordu ve tanrılar şahitti ki hata yapmıştı; aptalca, korkunç boyutta hatalıydı. Bu bitkinlik değildi. Saf dehşetti.
Beni asla hazırlıksız yakalayamazsın çünkü ben uyumam ve zaten tahmin etmiş olman gerektiği gibi düşüncelerini senin bir kitabı okuman gibi kolayca okuyabilirim. Beni alt etmeyi asla umut edemezsin. Zayıf zihnin, benim aklıma estiğinde kontrol edebileceğim enerjileri idare edebilecek kapasitede değil.
Kel’Thuzad’ın cüppesi yırtılalı çok olmuştu, tozluklarıysa kabaca yontulmuş merdivenlerin buzdan kayalarına karşı faydasızdı. Son spirale doğru çıkmaya çabalarken elleri ve dizleri, ardında kanlı izler bırakıyordu. Taht, kemiklerini dondurabilecek kadar şiddetli bir soğuk yayıyordu ve sisle çevrelenmişti. Kristalden değil, buzdan bir taht…
Ölümsüzlük büyük bir lütuf olabilir. Henüz idrak etmeye başlamadığın şekillerde ızdıraba da dönüşebilir. Bana karşı koyarsan sana acıdan ne ders çıkardığımı öğretirim. Ölüm için yalvarırsın.
Kel’Thuzad tahtın birkaç adım yakınına geldi ve daha ileri gidemedi, çaresizce bu varlığın ezici, insanlık dışı kudret ve nefret halesi altında mıhlanmıştı. Görünmez bir güç üstüne bastırdı ve yüzünün bir tarafını sert taşa dayadı. “Lütfen,” diye hıçkırarak ağlarken buldu kendini. “Lütfen!” Daha fazla söz söyleyemedi.
Sonunda baskı hafifledi. Tayflar uçup gitti ama ayağa kalkmaması gerektiğini biliyordu. Zaten yapabileceğinden şüpheliydi. Ancak gözleri gayri ihtiyari işkencecisini aradı.
Tahtın üstünde olmaktan ziyade içinde bir levha zırh seti oturuyordu. Kel’Thuzad ilk başta zırhın sadece siyah olduğunu düşünmüştü ama dikkatlice baktığında yüzeyinden hiçbir ışık yansımadığını gördü. Nitekim daha uzun baktıkça ışığın, umudun ve akıl sağlığının tamamını yutuyormuş gibi görünüyordu.
Sivri uçlarla kaplı gösterişli miğfer, açıkça bir taç görevi de görüyordu. Mavi renkte tek bir değerli taşla süslenmişti ve zırhın gerisi gibi boş görünüyordu. İçindeki figür bir eldiveniyle keskin tarafı rünlerle dağlanmış muazzam bir kılıcı sıkıca tutuyordu. Burada güç vardı. Burada ümitsizlik vardı.
Vekilim olarak en hırslı rüyalarını bile geçen bilgi ve büyü elde edeceksin. Karşılığında ise -yaşarken veya ölüyken- kalan günlerinde bana hizmet edeceksin. Bana ihanet edersen seni akılsız müritlerimden birine dönüştürürüm ve böylece yine bana hizmet edersin.
Bu ruhani varlığa, bu Liç Kral’a hizmet etmek -Kel’Thuzad onun hakkında düşünmeye başladığından beri olduğu gibi- kendisine kesinlikle büyük güç getirecekti… ve onu sonsuza kadar lanetleyecekti. Ama bu bilgi fazlasıyla geç gelmişti. Ayrıca lanetlenmenin gerçek ölüm ihtimali olmadan çok az anlamı vardı.
“Sizinim. Yemin ediyorum,” dedi kısık bir sesle.
Karşılığında Liç Kral, ona Naxxramas’ın bir görüsünü gönderdi. Küçük siyah cüppeli figürler geniş bir çember hâlinde dışarıda, buzulun üstünde duruyorlardı. Kolları, kara büyüyle burulduğu görülür şekilde, Kel’Thuzad’ın anlayışı dışında tekrarlayan bir ilahi ile uygun bir tempoda kalktı ve indi. Ayaklarının altındaki toprak titreşimlerle sarsılmaya başladı ama büyüyü sürdürdüler.
Gidip gücüme tanıklık edeceksin. Yaşayanlar arasındaki elçim olacaksın ve ilerideki planlarım için aynı fikirdeki insanlardan bir grup oluşturacaksın. İllüzyon, ikna, hastalık ve silah zoruyla Azeroth üstündeki hâkimiyetimi kuracaksın.
Buz, Kel’Thuzad’ı hayret içinde bırakarak kayıp çatladı ve bir ziguratın tepesi donmuş zemini deldi. Bir bina topraktan çıkartılıp yukarı çekiliyordu. Cüppeli figürler çabalarını iki katına çıkarırken engin piramit yüzeye yaptığı imkânsız çıkışa devam etti. Çamur ve buz yığınları patlayıcı bir kuvvetle dışarı uçuştu. Yapının tamamı kısa süre içerisinde toprağın elinden kurtuldu. Naxxramas yavaşça ama emin bir şekilde havaya yükseldi.
Ve bu, senin aracın olacak.
* Blizzard tarafından yayınlanan, Evelyn Fredericksen’in World of Warcraft için yazdığı Road to Damnation öyküsünün çevirisidir.