THE WITCHER
(Hargrimm – Burak Türköz)
Şimdiye dek eski, çok eski oyunları okudunuz. Artık günümüz işletim sistemlerinin çalıştırmakta güçlük çektiği, hatta bazen emülatörlere ihtiyaç duyduğu, adeta çocukluktaki güzel anılarımız arasında yer edinen oyunları incelediniz. Peki ya yeniden yapılacak oyunların illa eski oyunlar olacağını mı düşündünüz?
O halde sıkı tutunun. Çünkü Vizima bizi bekliyor.
“Onun adı Rivialı Geralt’tı. O bir Witcher, yani profesyonel bir canavar avcısıydı.”
Haydi ama, hiçbiriniz bunu düşünmemiş olamaz! İlk oyunu ve son oyunu oynayan kişilerin aklından mutlaka bu fikrin geçtiğini düşünüyorum. Şahsen bu gönlümün derinliklerinde yatan, keşke olsa diye içten içe göklere yakardığım bir şey. (Tamam, belki Half-Life 3 için daha çok yakarıyorumdur şimdi.)
Kendi adıma konuşmak gerekirse 2007 yılında piyasaya sürülen The Witcher’ı 2010’a kadar oynamamıştım. Evet, isminden çok bahsedilmişti ve ben de biraz homurdanarak oynamaya başlamıştım.
The Witcher, o zamana kadar genelde RPG’lerde alışagelmişlikten farklı olarak sadece karakterimiz ismi ve görünümüyle belirgin değildi, ayrıca kendi sesini de açıkça duyabiliyorduk. Bu öğe, The Witcher’dan sadece birkaç ay sonra piyasaya sürülecek olan Mass Effect ile birlikte RPG türü oyunlar için vazgeçilmez bir özellik haline gelecekti.
Sanırım beni oyuna en çok bağlayan şeylerden birisi, İngilizce versiyonundaki Geralt’ta duyduğumuz Doug Cockle’nin sesi olmuştu. Geralt’ın duruşu ve etrafına yaydığı havaya bu sesi o kadar yakıştırmıştım ki bu karakterin yolculuğunun beni nereye götüreceğini merak etmiştim.
Nereye mi götürdü? İlk oyunu Steam’de 281 saatlik oyun süresiyle dört kez bitirdim. The Witcher evreninin karanlık dünyası, Vizima’da ağlayarak dilenen yaşlı teyzeler, Tapınak Mahallesi’nin sokaklarının geceleri olan tekinsizliği ve bataklığının habisliği ile The Witcher, gönlümü en çok fetheden oyunlardan biri hâline gelmişti.
Ama ne var ki çağ ilerliyordu ve gelişen teknolojiyle birlikte gittikçe güzelleşen görsel efektler ve oyun mekanikleri, The Witcher’ı çoktan geride bırakmıştı. Üstelik pek çok insan seriye ikinci, hatta üçüncü oyunla başlamış ve ilk oyunu sırf bu yüzden oynamamıştı.
İşte bu yüzden diyordum ki CD Projekt Red, Cyberpunk oyunundan önce The Witcher’ı üçüncü oyunun mekanikleriyle tekrar yapmalıydı.
Peki ya böyle bir durumda neler farklılaşırdı? The Witcher 3’te olup da 1’de olmayan neler vardı? İlk aklımıza gelenleri şöyle bir sıralayalım:
1- Diyaloglardaki zorlama cümleler:
Şimdi hepimiz biliyoruz ki İngilizce – Türkçe çevirilerde bazı konuşmalar çok eğrelti durur ve fazlasıyla gözümüze batar. Bunlar o kadar samimiyetsiz, zorlama ve hatta yabancı durmaktadır ki muhtemelen seslendirenler bile çevirmenlere içten içe homurdanmışlardır. İşte oyunun orijinal dilinin Lehçe olduğu düşünülürse sanırım Lehçe – İngilizce arasında da benzer sorunlar yaşanmış. Oyunun bazı konuşmaları son derece zorlama, cevaplar aşırı samimiyetsiz ve yapmacıktı -ki istemsizce “Ne diyorsun sen birader yahu?” diyordum.
İkinci ve üçüncü oyunda gördüğümüz üzere bu sorun ortadan kaldırılmıştı. Yağ gibi akan, göze batmayan düzgün konuşmalarla günümüzü gün ederek Kral Henselt’e ayar veriyor, Letho’ya kafa tutuyor, Yennefer ile ağız dalaşına giriyor ve Emyr van Emreis’i sinir edebiliyorduk. Aynısını The Witcher’da Thaler ile, Foltest ile, Jaques de Aldersberg ile yapmak istemişim, çok mu? Bu da mı gol değil?!
2- Yürüme ve koşma:
Geralt’ın ortamlarda uyuzca kafasına göre yürümesi, kafasına göre koşması canımı sıkan şeylerden birisiydi. Artık bu seçimin elimizde olması sayesinde, eşlik etmek zorunda kaldığım karakterlerin yanında koşarak dur-kalk yapmama gerek olmadan, onlarla birlikte ve onlarınkine yakın bir hızda yürüyebiliyorum. Yürüme ve koşma kontrolü geldi, sıkıntı bitti! Üstelik yalnız da gelmedi. Gelirken yanında getirdiği ise…
3- Zıplama:
Melitele’ye şükürler olsun! En sonunda! The Witcher boyunca hiçbir şey ama hiçbir şey beni bunun kadar sinir etmemişti! Geralt kadar atik, çevik ve hızlı bir karakter nasıl olur da zıplamaktan aciz bir andaval olabilirdi? Sadece bu da değil! Nispet yapar gibi oyunun ortasındaki bir sinematikte (SPOILER: Kurtadam Vincent Meis ile yaptığımız, sonucunda onu öldürüp öldürmemeye karar verdiğimiz dövüş sinematiği) Geralt çatılara tırmanıyor, damdan dama atlıyor ve vücudunun bütün hünerlerini sergiliyordu! Oldu mu şimdi güzel kardeşim?
Neyseki ikinci oyundan beri sahip olduğumuz zıplama yeteneği her ne kadar onu böylesine interaktif bir şekilde kullanmamıza müsaade etmese de Geralt’ın yontulmamış bir kütük gibi hareket etmesini durdurmayı başardı. Şimdi aynı hakkı ilk oyunda da istiyorum. Ben de Vizima’nın lağımlarında suya girmeden karşıdan karşıya atlayabilmek istiyorum. Beni niye illa pisliğin içinde yüzdürüyorsunuz kardeşim?! (Çünkü Geralt o pisliğin içinde dövüştüğü Zeugl’un hikâyesinin çok ekmeğini yedi sonradan -Can)
4- Dövüş mekaniği:
Her ne kadar ben sevsem de çoğu kişi The Witcher’ın dövüş mekaniklerinden nefret ediyor. Fazlasıyla basit, rahat ve sıkıntısız ilerleten, sanki oyunda dövüşleri değil de konuyu ön planda tutmak isteyen bir sistemdi. Şahsen “Aman bu oyunda zorlanayım da oyunun keyfi çıksın” zihniyetinden ziyade oyunun konusunu görmeyi isteyen ve dövüşler zorlayıp bir yeri geçemediğimde sıkılan birisi olduğum için bu sistem beni gayet memnun etmişti.
Ama elbette ikinci oyunda bana verilen takla atmalı, sağa sola zıplamalı, canım istediğinde vurmalı dövüş yöntemini de gayet beğenmiştim. Hatta bu sayede dövüşlerin görselleri daha dinamik, daha spontane ve hâliyle daha gerçekçi olmuştu. Oysaki ilk oyunda hareketler sabitti ve değişmiyordu. Ben Azar Javed’i dinamik, spontane ve gerçekçi bir şekilde tokatlamak istiyorum birader!
5- Görüntüler:
Ehehehe… Sanırım şimdi geldik en çok konuşacağımız kısıma. The Witcher’ın yapıldığı 2007 yılının teknolojisi, kesinlikle günümüzde mevcut olan görselleri vermeye müsaade etmediği gibi yakınından bile geçmiyordu. Tabii ki yapıldığı yıl için gayet hoştu ve severek oynuyorduk ama yani arkadaşlar, dürüst olalım…
Şu teknolojinin sizi Vizima’nın bataklığına, lağımlarına, mezarlıklarına taşıdığını düşünün. Hani üstelik yapımcılar adeta nispet yapar gibi Vizima sarayını neredeyse birebir bir şekilde koyup “Bakın canımız isteseydi yapardık da istemedi” gibi mesaj verdikten sonra! Bize taht odasından Temeria lalelerinin sökülüşünü izletirken hiç mi içiniz acımadı vicdansızlar!
Mevzu bununla da bitmiyor. Geralt’ın yüz hatları ilk oyunda aşırı belirsiz. Yani şuna baksanıza, vitrinlerdeki plastik mankenler gibi.
Öte yandan yapımcıların kesinlikle ikinci oyundaki hataya düşmemeleri gerekiyor. Bu hata ne mi? Basit. İkinci oyunu hatırlayanlar bilirler ki Geralt’ın sıradışı gözleri fazlasıyla dikkat çekici, hatta rahatsız ediciydi. Muhtemelen mutantlığını ve insan olmayışını vurgulamak için böyle yapılmıştı ama yapımcıların gözardı ettiği psikolojik bir olgu vardı. Uncanny Valley ismi verilen bu olgu, insana çok benzeyen ama hafif bir insandışı özellik taşıyan şeylere karşı insanlarda uyanan korku ve iğrenme dürtüsüydü. Bunun nedeni konusunda pek çok sebep olsa da robotlar ve oyuncak bebekler gibi şeylere karşı bazı insanlarda görülen rahatsızlığın nedeni olarak gösteriliyor.
İşte bu konuda en orta yolu bulmuşlar ki üçüncü oyunda en sonunda Geralt’ın görünümünü hakkıyla ve detayıyla oturtmuşlar.
Bir de tabii ki The Witcher’ın oyun içi sinematikleri var. Oyun bize bunlardan bol bol sunuyor ve bunlar, daha kaliteli bir yapımı kesinlikle hak ediyorlar. Hatta Blizzard için yıllarca dediğimizi diyip keşke ilk oyunu film yapsalar mı desek ne?
Şimdi gerçekten tüm bunları göz önüne aldığınızda bana The Witcher 1’in tekrar yapılmayı hak etmediğini söyleyebilecek misiniz? Gerçekten de Jacques de Aldersberg ile düzgün, kıran kırana ve muhteşem görsellerle dövüşmek istemiyor musunuz?
Ben istiyorum ve diyorum ki duy sesimizi CD Projekt Red! Cyberpunk ile işin bitince bize The Witcher’ı yeniden yap!