Birlik Midgard’daki Yok Oluş Tohumları’nın ortaya çıkmamasını sağlayan dört mührü korumaya çalışırken İmparatorluk’un istediği yegane şey kaostu. Bitmek bilmeyen bu tehdide karşı eli kılıç tutan her genç önce eğitime, ardından da orduya alınmış ve savaşın en korkunç cephelerinde konumlandırılmıştı. Birlik’in insanlığı korumak namına ne kadar insanı feda ettiği net olarak bilinmez ancak milyonlarca gencin korkunç şekilde can verdiğinden bahsedilmektedir.
Bu cephelerin birinde kız kardeşi Midgard’ın mühürlerinden biri olan Caim de bulunuyordu ve bu genç savaşçının kaderi, 10.000 yaşında olan Angelus isimli ejderhayla karşılaşmasında değişecekti.
İmparatorluk’a karşı savaşan Caim güçsüz düşmüştü ve cephenin tam da kalbinde yaralı bir durumdaydı. Birlik’in ezici bir şekilde savaşı kaybedeceğini anlayan Caim, kız kardeşi için hayatta kalmaya çalışsa da ölümün pençelerinin yavaş yavaş onu kavradığını hissetti. Tam da o an, kendisinin beklemediği bir şey gerçekleşti. Karşısında İmparatorluk tarafından zincirlenmiş kıpkırmızı bir ejderha duruyordu. Angelus isimli bu ejderha, yaklaşık 10,000 yaşındaydı ve doğal yollarla öldürülemediği için zincirlenmişti. Aslına bakılırsa Caim ve Angelus’un karşılaşmasının kaderden öte bir şey olduğunu düşünülmekteydi. Birbirlerine muhtaç olan bu iki canlı, kalplerini ve yaşamlarını o anda birleştirmişlerdi. Caim, ruhunu ve kalbini Angelus’a sundu, kırmızı ejderha ise karşısındaki genç savaşçıyı alçakgönüllülükle kabul etti. Böylelikle Birlik’in kaybettiği savaş cephesi bir anda Caim ve Angelus’un gazabı ile yıkanırken İmpartorluk en büyük mağlubiyetlerinden birini yaşamış oldu.
Birlik’in yeni silahları olarak kendilerini cepheden cepheye atan ve karşılarına çıkan İmparatorluk ordularını yok ederek Gözlemciler’in oluşturacağı tehdidi önlemek isteyen Caim ve Angelus, ne yazık ki oluşacak kıyameti engelleyemediler. Caim’in kız kardeşi Furiae, İmparatorluk tarafından öldürüldü. Gözlemciler’in çağrılmasını engelleyecek herhangi bir mührün kalmamasıyla birlikte o gün Midgard’ın gökyüzünde Tanrı’nın belirdiği söylentileri baş gösterdi. İmparatorluk yalnızca Gözlemciler’i çağırmakla kalmadı; üstüne bir de durmak bilmeden yarattıkları kaos ile birlikte kraliçeleri olarak bilinen Kraliçe Yaratık’ın da Midgard’a inmesine sebep oldu. Birlik’in Ejderha Şövalyesi Caim ve Angelus ise geri dönemeyeceklerinin ihtimalini kabullenerek çoktan yola koyulmuşlardı. Kız kardeşi Furiae’nin öcünü almak isteyen Caim, kendisini asla hayalini edemediği bir savaşta buldu.
Kraliçe Yaratık ile çarpışmak için tüm cesaretini toplayan Caim ve Angelus, hiç beklenmedik bir ‘tuhaflığa’ sebep oldular. Aynı yıllar öncesinde Katedral Şehri’nin başka bir boyuttan ortaya çıkması gibi Caim, Angelus ve Kraliçe Yaratık da yine aynı şekilde aniden Mdigard’ın göklerinde kayboldular. Hem Birlik hem de İmparatorluk o an ne yapacağını bilemedi. Büyünün, savaşın ve akan kanın durmak bilmediği Midgard’ı geride bırakan Caim ve Angelus, kendilerini gökdelenlerle süslü garip bir diyarda buldular. Yaklaşık dokuz bin sene önce olan bu olayla Ejderha Şövalyesi, kendisini 2003 yılında Tokyo’da buldu. Dünyamıza hem canlı bir ejderhayı hem de Tanrılar’ın gazabını getiren Caim’in o gün ne kadar büyük bir paniğe sebep olduğu alınan kayıtlarda gayet açık bir şekilde belirtilmektedir. Gökyüzünde kıpkırmızı bir ejderhanın, grotesk bir varlığa karşı savaştığını gören Japonya hükumeti hemen alarm vermiş, halkın yaşadığı paniği durdurmak için kaba kuvvete başvurmuştu. Angelus ve Caim’in Kraliçe Yaratık’ı o gün yok ettiği belirtilse de ikilinin sonu, Japon savaş uçakları ile geldi. Ortaya çıkan bu krizi nasıl engelleyeceğini bilemeyen ve panik olan Japonya hükümeti, diğer ülkelerden tepki almamak için roketlerle dünyanın canlı canlı gördüğü ilk ejderhayı vurdu ve hem süvariyi hem de kırmızı ejderhayı öldürdü.
Kraliçe Yaratık ve Ejderha Şövalye ölmüş olmalarına rağmen Caim’in bedeni hiçbir yerde bulunamadı. Bu durum, bazı teorisyenler tarafından Lejyon Komutanı olan ‘Kızıl Göz’ün Caim olduğu söylentilerini ortaya sürse de kanıtlanabilir bir bulguya rastlanmadı. Angelus ise bilim insanları tarafından üzerinde araştırma yapılmak üzere Japonya’da gizli bir üsse alındı.
İnsanlığın başına gelen kıyamet senaryosu da bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Tanrılar’ın Midgard’dan vazgeçip bizim dünyamızı hedef alıp almadıkları kesin olarak bilinmese de aldıkları kararlar sebebiyle insanlık, Ay’da hayat sürmek zorunda kaldı. 2003’te gerçekleşen bu olay ile birlikte Gözlemciler’in, hatta Kraliçe Yaratık’ın tüm zehri Tokyo’ya yayıldı. Bilim insanlarının Maso veya iblis elementi olarak isimlendirdiği bu partiküller, hızlıca havaya karıştı ve kısa sürede ‘Beyaz Klorlaşma Sendromu’ adı verilen bir hastalığa sebep oldu. İşin ilginç yanı, bu hastalık bir grip, bir veba, soğuk algınlığı veya virüs gibi bir şey değildi. Tanrılar’ın veya Gözlemciler’in amaçlarının en başından beri dünyaya geçerek Caim ve Angelus’u kullanmak olduğunu düşünülmesine sebep olan bu hastalık, hastaların başka bir boyuttaki Tanrı ile bir anlaşma yapmasını zorunlu kılıyordu. Bu garip tanrı ile anlaşmayı kabul edenler, Lejyon isimli orduya alınıyor ve bir nevi ‘akılsız bir asker, bir hizmetçi’ye dönüşüyorlardı. Kabul etmeyenler ise tahmin edilemeyecek kadar kötü bir kaderi yaşıyorlar ve tuzdan birer heykele dönüşüyorlardı.
Bu hastalık ilk önce Tokyo’nun Shinjuku bölgesinde ortaya çıktı ve bu bölge de önlem alınması adına uzun duvarlarla çevrildi. Hastalığa yakalanan insanların bir kısmı Lejyon’a katılmayı tercih ederken bir kısmı da kaderlerini kabullendi; ancak hastalığın son anlarına kadar da Japon hükümetine karşı yürüyüşler ve protestolar sergilediler. Hastalığın Shinjuku’dan çıkarak tüm Japonya’ya hatta dünyaya yayılacağından korkan diğer ülkeler ise -başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere- acil durum toplantısı düzenleyip bu buluşmada ‘Gestalt Projesini’ ortaya koydular. Hastalığın giderek yayılması durumunda bu proje ile birlikte insanların ruhları bedenlerinden ayrılarak saklı tutulacak, bedenleri ise hükümetler tarafından güvence altına alınacaktı. Gestalt Projesi’nin detayları hükümetler tarafından tartışılıp onaya sunulurken bu sefer de hastalığın bir anda tüm dünyaya yayıldığı haberi patlak verdi. Dünyadaki tüm insanların bu projeye dahil olacağını hesaplayan bilim insanlarının unuttuğu ufak bir detay vardı: Gestalt Projesi ile her ne kadar insan ruhu bedenden ayrıştırılarak saklansa da hastalık, ruhunu kaybetmiş bedene de bulaşabiliyordu. Bu durumu engellemek namına Gestalt Projesi’ne dahil olan ‘Replicant Projesi’ de ortaya çıktı. İblis elementine karşı savaşmayı hatta Lejyon’u yok etmeyi planlayan ülkeler, hastalığı taşıyan insan vücutları için ‘klon’ diyebileceğimiz ‘Replicant’ bedenler kullanacaktı. Lejyon’un tamamen ortadan kalkmasının ardından ruhsuz bir beden olarak korunan Replicantlara Gestalt adı verilen ruhlar yerleştirilecek ve böylelikle insanlar yaşamlarını devam ettirebileceklerdi.
Lakin Lejyon’a karşı savaşmak ülkelerin tahmin edebileceği kadar kolay değildi. Bu savaşta yer alan her asker hastalığa yenik düştü ve kimisi panikleyerek Lejyon’un çağrısına kulak verip insanlığın karşılaştığı en büyük düşmana güç kattı. Bu soruna hızlıca bir çözüm bulmak isteyen hükümetler ise yarattıkları Replicantları ve hızlıca ürettikleri Android olarak bilinen insansı robotları savaşa sürdüler. Replicantların ve Androidlerin Lejyon’a karşı verdiği savaşta Kızıl Göz ise Kudüs’te öldürüldü ve böylelikle Beyaz Klorlaşma Sendromu tamamen ortadan kalkmış oldu.