Lorekeeper ekibi olarak bir araya gelip hazırladığımız yazı dizimizin yeni bölümüyle karşınızdayız.
Geçtiğimiz bölümde devamının gelmesini istediğimiz oyunları konu almıştık. Hazır böyle bir konuya girişmişken bu sefer de yıllar içerisinde gelişen teknolojilerden faydalanılarak yeniden yapılmasını istediğimiz oyunlar üzerine yazdık. Zamanında çok sevdiğimiz, belki de saatlerce başından kalkamadığımız ve en son geliştirilen oyun motorları ile tekrar yapılsa yine bilgisayar başına gömüleceğimiz oyunları listeledik.
Kendi şahsi fikirlerimizden yola çıkarak hazırladığımız bu yazıda atladığımız ve yer alsaydı güzel olacağını düşündüğünüz oyunlar var ise onları da yorumlara bekleriz!
Lafı daha fazla uzatmadan sizleri yazımıza alalım. İyi okumalar.
TWINSEN’S ODYSSEY
(Agmand – Altuğ Can Onat)
Yaklaşık yirmi yıl önce, en çok oynadığım oyunların başında macera ve aksiyon türündeki oyunlar geliyordu. O dönemde takip ettiğim oyun dergisinde Twinsen’s Odyssey diye aksiyon ve macera karışımı yeni bir oyunun çıktığını gördüm. Oynadığım çok fazla oyun olsa da bu kadar ilgi alanıma hitap eden bir oyunu da almadan edemedim.
Twinsen’s Odyssey aslında Little Big Adventure serisinin ikinci oyunuydu. İlk oyunu oynamamış olsam da kısa sürede Twinsen’s Odyssey’in bağımlısı oldum. Farklı gezegenlerde geçen maceralar, büyücüler, uzaylılar ve hem fantastik hem de bilim kurgu öğeleriyle çocukluğumun en harika maceralarından biriydi. Üstelik dönem oyunlarına göre oldukça uzundu ve oynarken içinde kaybolduğumu hissetmiştim. 1997 yılında çıkmış olan Twinsen’s Odyssey’in üç boyutlu poligon grafikleri de o zamanlar için oldukça hoştu.
Twinsen’s Odyssey 2015 yılında Steam üzerinden yeniden satışa çıktı. Nostalji severler için güzel olsa da aradan geçen yıllardan sonra Twinsen’s Odyssey gibi bir oyunu yepyeni grafiklerle günümüz teknolojisine uyarlanmış bir yapım olarak görmek isterdim. Böylece hem eski oyuncular bu keyifli oyunu yenilenmiş bir yüzle tekrar oynama fırsatı bulurdu hem de yeni nesil oyuncular harika bir macera ve aksiyon oyunuyla tanışırdı.
PIZZA TYCOON
(Egzolinas – Mirac M. Kocatürk)
Tycoon oyunlarının büyük furya oldugu bir dönem vardı; hepiniz hatırlarsınız. 90’ların ortalarından 2000’lerin başına kadar geçen süre içerisinde disket doldurtan herkes bir şekilde “tycoon” oyunlarından biriyle mutlaka haşır neşir olmuştur. Railroad, Transport, Hospital derken bir oyun vardı ki ağzımızın suları aka aka oynardık. Evet, Pizza Tycoon’dan bahsediyorum.
Tıpkı bir rol yapma oyunundaki gibi pizza restoranları sahibi olacak bir karakter yaratıyordunuz. Zeka, popülarite, yaş ve para gibi istatistiksel bilgiler vardı ve bu bilgiler oyunun işleyişine direk etki ediyordu. Amacımız tabii ki pizza restoranlarını işletmek, herkesin sevebileceği şekilde ağız tadına uygun pizzalar yapmak ve kâr elde ederek şirketimizi büyütmekti. Fakat makro yönetimden mikro yönetime kadar o kadar ayrıntılı ve güzel bir geçiş içeriyordu ki restoranınızdaki masa ve sandalyelerin yerlerini ayarlamaktan tutun, mutfağınızdaki domates stoğunuza kadar her şeyle ilgileniyordunuz. Detaylarda yakaladığınız bilgiler sizi bir anda milyoner yapabiliyorken rüzgâr, gerçek bir esnaf gibi ters yönden de esebiliyordu. Dükkanınızın bağlı oldugu mahalledeki potansiyel müşterilerin beğenilerini göz önüne alarak yapmaya çalıştığınız pizzalarınız, bir anda rakip pizzacıların yaptığı bir mutfak sabotajina kurban gidebiliyordu. Tabii pizzanın olduğu yerde mafya da eksik olmayacağı için bazen karanlık işlere bulaşabiliyor ya da kısa yoldan para kazanmak istemiyorsanız bir şehirde kıt kanaat ama düzenli bir gelir elde ederek de pazara hakim olabiliyordunuz.
Üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş bir oyunun günümüz grafikleri ve oynanabilirliği ile yeniden yapılmasını kim istemez ki? Sıra tabanlı yapısı aynen korunarak detayların daha iyi işlenebileceği bir grafik ara yüzü ile tadından yenmeyecek bir oyun olur Pizza Tycoon. Özellikle yeni bir tarif üzerinde çalışırken eski grafiklerin yeterli gelmediği bazı pizza denemelerini yapabiliyor olmak oyun içeriğini de zenginleştirir. (Sadece 4 kere rondodan geçebilen ıstakoz devri kapansın artık! 🙂 ) İnteraktivitenin daha fazla yer alabileceği, yapay zekânın daha gerçek/agresif olabileceği bir oyun deneyimi Pizza Tycoon’u yeniden o eski güzel günlerine çevirir.
Benim şimdiden karnım acıkmaya başladi bile.
THE LONGEST JOURNEY
(Archsorceress – Burcu Arabacı)
Ta 2000 yılında piyasaya çıkmış The Longest Journey. Benim onunla tanışmam ise bir 7-8 yılı bulmuş olmalı. O zamanlar için bile grafikleri epey eski kalıyordu, ekran kartım o kadar eski grafikleri kaldırmadığı için oynayamamıştım başta hatta. Peki bu eski grafikleri yenilesinler diye mi oyunu tekrardan yapmalarını istiyorum? Hem evet hem hayır. Aslında daha çok kişi şu oyunun muhteşemliğinin farkına varabilsin, devam oyunları, spin-off’ları (burada Saga’ya göz kırpıyorum), ruhani takipçileri yapılsın, En Uzun Yolculuk hiç bitmesin istiyorum. Zira yeni nesil “macera” diyince interaktif filmden hallice oyunlardan bahsettiğimizi sanıyor, hem hikâyesiyle hem bulmacalarıyla bize kök söktürmüş akılda yer etmiş bu maceraların varlığından bile haberdar olamayınca insan üzülüyor. Oysaki plastik bir ördekle yapabileceklerimizin sınırı zorladığı gibi sunduğu dünyayla da akıllarda yer eden bir oyundu The Longest Journey. Ve o dünyayı bugüne taşımak için ihtiyaç duyduğu yegane şey de biraz daha modern bir teknoloji desteği muhtemelen.
Mesela düşünsenize: VR versiyonu çıksın, bir Stark’ta bir Arcadia’da gezelim, bulmaca çözelim, olaylara karışalım. Serinin ikinci oyunu olan Dreamfall’da Virtual Reality başlıkları ile dünyayı ele geçirme peşindeki kötü adamlara karşı mücadele ettiğimizi de düşününce VR desteği muhteşem (ve anlamlı) bir eklenti olabilirdi seriye. Hem günümüzün teknolojik fütüristik bir distopya versiyonu olan Stark’ı hem de mistik ve fantastik Arcadia’yı kendi gözlerimizle görmek, adeta içinde olmak da inanılmaz bir deneyim olurdu. Alırdık alemlerin en iyi ikinci sidekick’i Crow’u omzumuza, diyar diyar gezerdik. Düşüncesi bile tatlı bir rüya gibi adeta…
GOTHIC
(Terran – Burak M. Kılıç)
Özellikle şu sıralar oynadığım The Witcher 3’ün ek paketi olan Blood & Wine ile birlikte aklımdan çıkmayan bir fikir bu aslında. Keza Gothic serisini – ilk üçlemesinden söz ediyorum – oynamış olanlar iyi bilir; daha elimizde Morrowind yahut Oblivion (ki bariz olarak, Witcher) yokken ilk oyununun ihtişamı, yılına göre sanal atmosferi, zekice tasarlanmış yapay zekası ve elbette ki ana karakterin bir hayli gerçekçi gelişimiyle fantastik açlığımızı şahane bir şekilde gidermeyi başarmıştı bu güzelim oyun… 2001 yılında çıkan bu ilk oyundan sonra gel zaman git zaman ikinci oyun ve ek paketleri geldi: Gothic II! Artık seri haline gelmiş yapımlarda klişe olan “bir önceki yapımın mirasını mahvetmek” şeklindeki endişeli beklentilerimizi haklı çıkarmaktan ziyade, bilakis ilk oyundan daha çok övgü almayı başarabilen (ve hak eden) bir devam oyunu olan Gothic II’nin, şu günde bile serinin en beğenilen oyunu olduğunu söylesem abartı olmaz sanırım. Üçüncü oyun ise maalesef tablonun ibre yönünü bozan, bir öncekilere nazaran çok da başarılı olamayan fakat kanımca yine de oynamaya değer bir yapımdı. Serinin ve onu sevenlerin hatrına ArcaniA’dan bahsetmemeyi seçiyorum – dolayısıyla, konuyu burada bırakalım…
Oyunlardan ve ne kadar eski olduklarından bahsettim ancak söz konusu serinin yapımlarını çıktığı yılda oynadığımı söylesem yalan konuşmuş olurum. Fakat oynayanları tanıyorum ve bana anlattıklarını çok iyi anlıyorum – keza seriye ilk başladığımda fantastik edebiyata ve bilgisayar oyunlarına bir hayli aşina olsam dahi bana yine de eşi benzeri görülmeyen bir tecrübe sunmayı sonuna kadar başarabilmiş yegâne oyunlardandır Gothic serisi.
Konusundan bahsedip de hikâyeyi bilmeyenler için mahvetmeyeyim. Sonuçta ilk oyuna hiçbir şey bilmeden başlamak gerek karakter gelişimi için gerekse edinebilecek tecrübeler için en ideal olandır. Kendinizi uyarılmış bilin. İşte sırf bu yüzden böylesine bir şaheserin, özellikle grafiklere önem veren bir oyuncu kitlesi için (yargılamıyorum) yeniden tanıtılması, onlara sunulması ve oyunun yeniden piyasaya gelip daha çok insanın dilinde dolanması gerek serinin gerekse onu sevenlerin hak ettiği bir lütuf olurdu – ki hiç şüphem yok, bilgisayar oyun sektörünün altın çağı olarak düşünülebilen bu yıllar için bile Gothic serisi, ona yeni başlayanlar için muazzam bir tecrübe sunacaktır!
Her zaman dediğim gibi bunu da şu cümlelerle sonuca bağlıyorum: Yeterince konuştum; bana inanmıyorsanız gidin, kendiniz karar verin – tecrübe edin! Oynadıktan sonra da beğenmediğinizi fark ederseniz bana gelin, muhabbet edip neden öyle hissettiğinizi, hayatınızda bu kadar yanlış giden ne vardı ki böylesine zevksiz bir insan olduğunuzu oturup kon– tamam, sulandırmıyorum.
Dipnot: Serinin yeniden tasarlanıp piyasaya sürülmesini bu kadar ballandıra ballandıra anlattım (The Witcher grafikleriyle donanmış bir Gothic serisi, fena mı olurdu?) fakat takdir edersiniz ki ArcaniA’yı buna dahil etmemeyi tüm samimiyetimle öneriyorum. Keza süslü grafikler ve daha adam akıllı bir oynanış bile o oyunu – ve devamında her ne geldiyse onu – düzeltmeye yetmeyecektir.