SUBNAUTICA
(Themaelstorm – Ekrem Atamer)
İlginçtir, ben daha konumu yazmadan Ezgi Subnautica seçeceğimi anlamıştı. Early Access oyunları yazabiliyor muyuz diye sormam ipucu vermiş olabilir tabii ama yine de şaşırtıcı. Acaba aldığımdan beri etrafta sürekli Subnautica diye gezdiğimden mi, yoksa oynamaya başladığım birkaç haftalık sürede 135 saat biriktirmiş olmamdan falan mı çözdü? [Ğ şıkkı: Hepsi – Ezgi]
Her neyse, ben bu anlaşılmaz olayı bir kenara koyup Subnautica geçmişimi özetleyerek başlıyorum.
Bundan bir ay önce falandı, “Şöyle deniz altı kısmı yoğun bir hayatta kalmalı, ev kurmalı oyun olsa” diyordum; zira arkadaşlarla Terraria oynuyorduk. Steam’de kısa bir araştırınca Subnautica’ya denk geldim. İlk bakış güven verdi, ben de oyunu aldım. Sonra alakasız bir yorumdan ötürü oyunda sadece eşya üretildiğini, bir tane de denizaltı olduğunu sandım ve anında soğudum. Yaklaşık bir hafta sonra bunun doğru olmadığını anlayıp geri döndüm. Dönüş o dönüş. Subnautica şimdiden favori oyunlar listeme girdi ve gerçekten bitmesini büyük bir heyecanla bekliyorum.
Peki nedir Subnautica? Tür olarak tam da dediğim gibi hayatta kalmaya odaklı; eşyalar üretiyorsunuz, üs kuruyorsunuz, çeşitli araçlar üretip biniyorsunuz. Benzer oyunlardan farklı olarak ne herhangi bir çoklu-oyuncu modu ne de algoritmik yaratılan rastgele dünyalar sunuyor. Evet, evet, Subnautica gittikçe nadir rastladığımız tek kişilik oyunlardan. Hem de çoklu oyuncu modlarınca hükmedilen bir krallıkta! İlk duyduğumda bayağı canımı sıkmıştı, ne yalan söyleyeyim. Ancak oyunu denedikçe yapımcıların bu kararını anlıyor ve kesinlikle katılıyorum. Sizi de asla korkutmasın çünkü Subnautica öyle eline kazmayı alıp taşlara vurmalı, piv piv ateş edip adam kesmeli bir oyun değil. O nedir öyle yahu, cıvık bacım afedersin. Yo yo yo, Subnautica sizi bir çocuk parkına salmıyor. Subnautica sizi dört bir yandan sarıyor, öyle bir bağlıyor ki korkuyorsunuz ama bırakamıyorsunuz. Adeta Jules Verne ya da Stephen King okur gibi bir keyif alıyorsunuz.
Bahsettiğim şeyin en büyük kanıtı kanımca silahlarda. Bilgisayar sistemine göre silah planları 3D yazıcılardan çıkarılmış. Silah olacak tek şey, araç olarak tasarlanan bir bıçak. Kolunuza yapışan parazitleri sökmek için işe yarasa da köpekbalıklarını öldürmek için ideal silah değil. Öte yandan hayvanların da kendine göre bir hayatları var ve ölümüne saldıran düşmanlar değiller. Yaraladığınız bir hayvan büyük ihtimalle kaçacaktır. Belki geri gelir, belki gelmez. İsterseniz peşinden koşabilirsiniz, hatta belki diğer oyunlara alışıklığınız sizi bunu yapmaya yöneltecektir. Ancak daha sonra düşüneceksiniz… Niye? Niye benden kaçan hayvanı öldürmek için bu kadar uğraşıyorum? Cevap bulamadığınızda Subnautica’nın farklı bir oyun olduğunu anlayacaksınız. Hepsi bu kadar da değil; yapımcılar silah koymaktan bilerek kaçındıklarını da belirttiler. Oyunun alfasının çıkışına yakın dönemde gerçekleşen bir silahlı okul katliamı da bu düşüncelerini pekiştirmiş. Natural Selection gibi bir savaş oyunu çıkaran Unknown Worlds’ün bu kararının, çoklu oyuncu ve rastgele dünyalar olmaması kadar cesur olduğunu düşünüyorum.
İşe iyi tarafından bakarsak haritanın her noktası elle yapılmış. Çıkışı olmayan gedikler, içinde kaybolacağınız mağaralar, araştırırken nefesinizi sonuna kadar zorlayacağınız enkazlar… Uzayda geçen oyunun sunduğu cıvıl cıvıl hayvanlar, bitkiler ve toprak yapısıyla birleşince gerçekten başka bir dünyaya giriyor ve kayboluyorsunuz. Tabii bu noktada bir kum köpekbalığı gelip keyfinizi biraz kaçırıyor ya da uzaklardan duyduğunuz bir kükreme ensenizdeki tüyleri diken diken ediyor. Sonra durumun korkunçluğunu hatırlıyorsunuz: Uzay geminiz bilinmeyen bir sebepten dolayı bu gezegenin okyanusunun ortasına düşüyor (ya da belki bu gezegen sırf okyanus) ve son anda bir yaşam podu ile patlamadan kurtulmuş durumdasınız. Kolay kolay da unutulmuyor tabii, zira devasa uzay gemisi Aurora’nın enkazı gözünüzün aldığı uzaklıkta su üstünde görebildiğiniz tek şey. Diğer podlarla kaçanlar oldu mu? Neredeler? Aurora niye düştü? Bunları keşfetmek size kalıyor.
Keşfetmek demişken… Oyunun iki “ilerleme” hissi var. İlki eşyalar, üs kurmak falan. Podunuzda bir üç boyutlu yazıcı var ve bundan çeşitli araçlar üretebiliyorsunuz. Bu araçlardan birisi Habitat Yapıcı. Bununla da denizaltı üsleri kurmanız mümkün. Eğer bir Tarayıcı yaparsanız, enkazları gezmeniz ve belli teknolojilerin parçalarını tarayarak üç boyutlu planlarını yeniden yaratmanız mümkün. Tabii ki bir sandalyeyi tek sefer taramanız yeterli olacakken tek kişilik bir denizaltı olan Seamoth için bir kaç parça taramanız gerekecek. Neyse ki üstünüzdeki giysi uzay koşulları için tasarlanmış da basınç sorununuz yok. Nefes ve korunma sorunları için üreteceğiniz denizaltı ve diğer araçlarla yüzlerce metre dalacaksınız ve diğer “ilerleme” hissinin üstüne gideceksiniz: Oyunun öyküsü. Bu konuda hiçbir yorum yapmayacağım ancak son yamada hikâye eklendi ve oynadığım kadarıyla oyunun ilgi çekici ama bir yandan içinizi daraltan havasına oldukça uygun gidiyor.
Subnautica kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir oyun. O yüzden olabildiğince genel konuşmaya çalıştım. Sonuçta maksat bir inceleme yazısı yazmak da değil zaten. Ama oyunu kesinlikle tavsiye ediyorum. En beklemediğiniz anda arkanızdan dolanan deniz canavarları, etrafınızda yüzen balıklar, yeni ve hepsi uzaylı bitki ve hayvan türleriyle karşılaşınca onları anlamaya çalışmak, kendine has bu dünyayı keşfetmek gerçekten hayatımın bol stres dolu ve yorucu geçen şu haftalarında her akşam içimi sakinleştirdi, yüzümü güldürdü, ALLEBELEANAIVERSİNENEREDENÇIKTIN dedirtti ve Reddit kullanıcısı yaptı.
Oyunun çıkışı gelecek sene -sanırım- bahara ertelendi. Oyuna ara verip son hâlini mi oynasam, ara sürümleri denesem mi bilmiyorum ama çıkışını iki türlü de büyük heyecanla beklediğim kesin. Ben şimdi hikâyeyi çok bitirmeden hardcore (tek canınız var) oyunuma devam edeyim, siz de Steam’de indirimde mi bir bakın.
PROJECT WIGHT
(Terran – Burak M. Kılıç)
The Outsiders denen yapımcı arkadaşların bize bu yıl sunduğu bir oyundur kendileri. İlginç bir şekilde ilk videosunu izler izlemez Person of Interest dizisindeki Jim Caviezel’in de bulunduğu 2008 yapımı Outlander adlı filmi anımsattı bana bu oyun. Neden mi? Şey… Oyunun videosunu görenleriniz veyahut filmi izleyenleriniz olduysa bu iki yapımın da şu ya da bu şekilde Ortaçağ İskandinavyası’nda geçen ve doğaüstü yaratıkları avlayan bir grup Viking savasçısını anlatır nitelikte olduğunu biliyorsunuzdur – elbette ki aralarındaki türsel ve öyküsel farkları gözardı etmeden söylüyorum bunları.
Evet, “tarihî” İskandinavya’dayız. Doğaüstü yaratıklar var – ve bu yaratıkların kökünü kurutmaya yemin eden Vikingler bulunuyor. Hani oynanası görünen bir yapıma benzese de öyle ağzı salyalı bir şekilde beklenmeye değecek bir şeymiş gibi durmuyor, değil mi? Değil. Neden? Çünkü bu durumda kontrol ettiğiniz karakter gelişigüzel bir Viking savaşçısı veyahut yere bakan, yürek yakan bir köylü değil – aksine bu avlanan yaratıklardan birisi! Evet, oyunda bir insanın değil, bu avlanan ve bir hayli tehlikeli olsa da sayıları gitgide azalan yaratıklardan birinin gözünden işlenen bir hikâye var karşımızda. Ve evet, oynanış da bir hayli Alien vs Predator’u anımsatmadı değil.
Oyun hakkında bilinenler maalesef oldukça kısıtlı – dolayısıyla konu hakkında söyleyebileceklerim de bana gösterilenlerden öteye geçmiyor. Lakin her ne kadar kısıtlı olsa da bana sunulanlar beni ciddi şekilde etkilediği için böylesine bir oyunu da Writer’s Blog’un bu yazısına dahil etmemek yazık olurdu diye düşündüm ve yazdım.
Tabii her şey hoş ve güzel görünse de canımı sıkan bir hususun olduğunu da belirtmeden edemeyeceğim, efendim. Boynuzlar! Evet, boynuzlar; sözüm ona bize Viking diye tanıtılan askerlerin miğferlerinde boynuzlar bulunuyor – her ne kadar bu durumun modern zamanlarda uydurulan bir saçmalık olduğu bilinse de. Evet evet, oyun “alternatif tarihte geçiyor”, biliyorum; lakin buradaki beklentim “Ühü, köy liderinin (chief/jarl) ismi, tarihsel gerçekleri yansıtmıyor” gibi pireyi deve yapan bir detay değil. Nordic kültürüyle uzaktan-yakından alakası olmayan bir elementin “alternatif tarihte geçiyor” adı altında bulunmasının sorununu tartışmamdan ibaret. Oyunun böylesine bir kategori altında bile bu tip bir kavram karmaşasını eklemesi onu alternatif bir gerçeklikte işlemekten çok, bilakis “İskandinavya” adı altında bize sunulanların (doğaüstü olsun, olmasın) bir grup deli saçması olacağı gibi bir endişeli beklenti içine sokuyor.
Neyse, bu konuda fazla konuşturmayın beni – zira susmak bilmem.
Anlayacağınız kusurlarıyla, etkileyiciliğiyle Project Wight, 2017’de gelmesi beklenen oyunlardan hangilerinin beni cezbettiğini soranlara verdiğim ilk cevaplardan biri olmayı hak etmiştir. Keza benzerlerinin “kese kese bitiremediği” bu yaratıklara Project Wight’ta sempatik yaklaşma fikri, bize çok nadir (neredeyse yok denecek kadar az) sunulan bir bakış açısıdır ve dolayısıyla biraz olsun tanıtılmayı hak etmelidir diye düşünüyorum.
MASS EFFECT: ANDROMEDA
(Huliandel – Ezgi Elif Pajecki)
Mass Effect serisine başlamam biraz zorlama üzerineydi aslında. Eski ev arkadaşım oynarken arada bir göz atıyor, ne yaptığına bakıyordum ama şahsen uzayda geçen ve teknolojik öğeler barındıran oyunlardan pek hazzetmediğim için denemeye niyetlenmemiştim. Sonra bir gün bana “Bak, al şunu oyna. Gerçekten çok seveceksin, düşündüğün gibi değil” dedi. Ve böylece Mass Effect 1’e başlamış oldum. Aradan yıllar geçti, seri bitti ve ben Mass Effect 2’nin tadı damağımda, kolumda bir N7 dövmesiyle öylece kalakaldım. (Mass Effect 3 mü? O ne öyle disko topu gibi ışık tutuyorsun da her yere renk saçıyor filan…)
Sonra dediler ki “Biz başka Mass Effect oyunları da yapacağız.”
Dedim “I’m Commander Shepard and this is my favourite news in the entire universe.”
“Shepard yok,” dediler. Üzüldüm. 🙁
“Ama başka galaksiye gideceksiniz!” dediler.
Dedim “Nereye başvuruyoruz?”
Geyik bir yana Mass Effect: Andromeda ilk duyurulduğunda küçük bir “Mass Effect!” çığlığı atmış olduğum doğrudur zira oyun hayatımda benim için çok çok ayrı bir yeri var. Özellikle Mass Effect 2 gerçekten başyapıt olarak gördüğüm yapımlardan birisi. Bu yüzden bu kadar sevdiğim bir serinin devamı-gibi-ama-değil oyununu duyduğumda çok sevinmiştim.
Peki Andromeda nedir? Öncelikle Pathfinder kod adıyla anılan ve soyadı Ryder olan bir ana karakterimiz olacağını belirtmem gerek. Mass Effect 2’nin geçtiği dönemde insanların yerleşip koloniler kurabilecekleri uygun dünyalar araması için Hyperion adlı bir üs-gemi ile Andromeda galaksisine gönderilen Ryder, dondurularak girdiği uykudan 600 yıl sonra uyanır (evet, Mass Effect 3 çoktaaan geçip bitmiştir). [Oyunun en sevdiğim kısmı bu oldu şimdiden. Pathfinder’ın Mass Effect 3’ten haberi yok. -Can] Kendisini ekibiyle birlikte tamamen yabancı oldukları bir sistemde bulur; burada “uzaylı” olanlar aslen onlardır. Kendi kişisel uzay gemisi Tempest ile gezegenden gezegene geçecek olan Ryder, burada hammadde toplamalı, yerleşime uygun yaşam alanları bulmalı, ırklarla diplomatik ilişkiler içerisine girmeli, alacağı çeşitli görevleri tamamlamalı ve bir yandan da bu galaksinin gizemlerini çözmelidir.
Maalesef Mass Effect: Andromeda için yayınlanan hiçbir fragman ilgimi çekemedi. Bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorum ama sorunun üzerine tam parmağımı koyabilmiş de değilim. Ancak yine de merakla beklemeye devam ediyorum. Neden mi? Yapımcıların söz verdikleri şeyler ilgi çekici duruyor da ondan. Örneğin haritanın açık dünya galaksi olması, dilediğimiz yere şartlar el verdikçe gidebiliyor olmak ve Mako’ya benzer şekilde tasarlanan Nomad adlı araçla gezegenlerde gezmek, benim gibi oyunlarda keşfetmeyi seven biri için heveslendirici olaylar. Yeni dövüş sistemi ve biotik güç kullanımı da çatışmaların çok daha hareketli geçeceğinin göstergesi. Yine bir “diyalog dümenimiz” mevcut ancak dediklerine göre seçimlerimiz iyi veya kötü olmaktan ziyade daha gri tonlarda olacakmış; bakalım, bunu ancak oynayınca görebileceğiz. Zırhımızı ve bazı diğer eşyaları kendi topladığımız materyaller ile kendimiz yapacakmışız -ki bu da hammadde sıkıntısı çeken bir galakside hayatta kalmaya çalışan ekibimiz için hoş bir dokunuş olmuş. Ayrıca oyunun başında direkt bir sınıf seçmeyecek, oyun ilerledikçe edindiğimiz özelliklerle kendi sınıfımızı oluşturacak olmamızı da güzel bir değişiklik olarak görüyorum.
2017 baharında piyasaya sürüleceği açıklanan ancak henüz kesin bir tarih verilmeyen Andromeda’nın diğer hiçbir Mass Effect oyunuyla bağlantısı olmayacağını, sevdiğimiz karakterlerinin bazılarının sadece adlarının geçeceğini ama pek hatırlanmayacaklarını, Mass Effect 3’ün sonunda hangi rengi seçtiğinizin oyuna hiçbir etkisi olmayacağını da son birkaç bilgi olarak ileteyim.
SOUTH PARK: THE FRACTURED BUT WHOLE
(Huliandel – Ezgi Elif Pajecki)
2017 senesinde çıkması planlanan ve merakla beklediğim oyunlardan biri de kesinlikle South Park: The Fractured But Whole. (Benden duymadınız ama hızlıca okuyunca çok ayıplı bir şey oluyor. Ayıplı. Evet.)
Yetişkinlere yönelik çizgi dizi olan South Park karakterlerinin yer aldığı bu oyun, oldukça beğenilen “The Stick of Truth” isimli ilk oyunun devamı niteliği taşıyor. Dizinin birçok karakterine ev sahipliği yapacak olan The Fractured But Whole (Cartman, Valmer filan olmadan South Park olur mu zaten?!) boyunca yine kasabadaki “Yeni Çocuk“u oynayacağız; ancak bu sefer tek bir farkla: İlk oyunda sadece erkek olabilmemizin aksine karakterimizin cinsiyetine biz karar verebileceğiz.
Bu devam oyunun konusu tabii ki yine…absürt bir şeyler. Zaten South Park denince bunu anlamak çok da zor olmasa gerek. Neyse, efendim, ne diyordum? Absürt, evet. Bu sefer rol yapma oyunlarında kendilerini birer süper kahraman olarak atayan ekip, yeni bir maceraya atılıyor. Ancak olmazsa olmaz bir şekilde anlaşmazlığa varan karakterler, birbirleriyle zıtlaşan iki gruba ayrılıyorlar ve “sivil savaş” başlatıyorlar. Eh, bizler de Yeni Çocuk olarak bu maceralarda yer alıyor olacağız.
Bu oyunu neden mi bekliyorum? İki kelimeyle özetlemem yeterli olacaktır: South. Park. Kendine özgü yerici mizahı, açık-kapalı laf göndermeleri, manasız saçmalıkları, diyalogları ve diğer her şeyiyle dizinin kendisini sevdiğim kadar The Stick of Truth’u da sevmiştim. İlk oyun öylesine sahneler, konular ve konuşmalar barındırıyordu ki kimi ülkelerde bazı bölümleri tamamen sansürlendi. Hani burada anlatabileceğim gibi değil (sitenin kapanmasına yol açmak istemiyorum) ancak henüz oynamadıysanız edinip bitirmenizi şiddetle tavsiye ederim. İkinci oyunun da karşımıza bu özelliklerden zerre ödün vermeden (!) çıkacağından hiç şüphem yok.
Kısa, eğlenceli ve kimi yerlerde böğürerek güleceğimden oldukça emin olduğum The Fractured But Whole’un çıkış tarihi henüz belli değil ancak 2017 senesinin ilk çeyreği olacağını söylemişlerdi. Bakalım, bu belirsiz tarih aralıkları sıklıkla değişebilen şeyler ama erteleneceğini düşünmüyorum. Bekle beni Colorado!
NINTENDO SWITCH
(Reywyn – Emre İnal)
Aslında benimkisi bir oyun olmaktan öte, bir sistem: Nintendo Switch. Ancak burada “Ya sistem çok güzel olacak, şu oyunlar olacak” diyecek değilim; zira zaten Nintendo konsolu ve çıkacak oyunların yarısından fazlasını daha duyurulmamışken sayabilirim sizlere.
Benim burada anlatmak istediğim Nintendo’nun son zamanlardaki durumu ve Switch sayesinde nelerin değişeceği. Bileceğiniz üzere Nintendo, temellerini ev konsolu cephesinde atmış olsa da el konsolunda elde ettiği başarıyı uzun bir süre kimseye kaptırmadı. İlk etapta oyunları benzeşse de (hatta zaman zaman aynı oyunlara sahip olsalar da) ev konsollarının kalitesi arttıkça Nintendo’nun ev ve el konsolları arasında ayrım açılmaya başladı. Ancak istediği oyunları yapmak için teknolojiyi sonuna kadar zorlamak zorunda değildi ve insanların Nintendo konsollarına sahip olmasının sebebi de zaten bu oyunlardı.
Çok basitçe Mario’dan bahsedelim. Son 10 yılda çıkmış oyunlarının birçoğu tam bir tekerleme ancak isimlerinden çok fazla şey öğrenebiliyoruz. Mesela New Super Mario Bros U, yenilenen Mario serisinin Wii U’ya çıkan oyunu. Super Mario 3D Land, aslen GB’ye çıkmış Land serisinin havasını sağlamaya çalışırken aynı zamanda 3D de olmaya karar vermiş bir oyun. Ancak gel gelelim ki ev konsolundaki New U iki boyutlu ve daha basit grafiklere sahipken 3D Land 3 boyutlu ve bunun özelliklerini dikkatlice kullanmaya çalışan bir oyundu.
Nereye mi varmaya çalışıyorum? Son dönem el konsollarının geçirdiği evrim, Nintendo’nun artık insan gözünün algılamayacağını düşündüğüm grafik detaylarına sahip oyunları yapmaya merakı olmaması ya da oyunlarının hep aynı kalması olsun; Nintendo artık hem ev hem el konsolu cephesinde oyun üretememeye başladı. Bunu özellikle oyunların hem DS/3DS hem de Wii/WiiU’ya çıkmaları üzerinden gördük. Bunu bir noktada yapmak zorundalardı çünkü yazının başında da belirttiğim gibi bir Nintendo konsolu alınıyorsa yazılı olmayan kuralı gereği o cihazda Mario, Zelda, Pokemon gibi oyunlar olmak zorunda.
Çıkacak olan Switch, Nintendo’nun bu sorununu çözmesi için çok güzel bir adım. Tek bir cihaz üzerinden gidilmesi ile var olan cihazın oyun kütüphanesi büyüyecek. Ev ve el konsolu ayrımı yapılmaya gerek kalmayacak. Daha kişisel şeylere gelirsek DS’in çift ekranlı ve dokunmatik yapısı ya da Wii’nin hareket algılaması gibi teoride güzel ama artık sıkmış olan şeyler kullanılmayacak. Bu yüzden ben en çok gelecek yılda Switch sayesinde Nintendo’nun geçireceği bu değişimi merak ediyor ve oyuncular olarak oldukça kazançlı çıkacağımızı düşünüyorum.