FOR HONOR
(Monthius – Can Arabacı)
2016 hit oyunlar açısından “hiç de fena olmayan” bir yıl olduysa da 2017 daha baştan çok ağır toplarla üzerimize saldırmaya hazırlanıyor. Hele ki şubat ayı için çıkacak oyunlar listesine baktıkça çıldırmamak işten değil: For Honor, Torment, Horizon’ın hangi birine vakit ayıracağımı şaşırmış durumdayım şimdiden. (Neyse ki Persona 5 ertelendi, yoksa bir de o çıkacaktı başıma.) Bu saydığım oyunlardan ikisinin yıl boyunca en çok beklediğim iki oyun olması da bu durumu pekiştiriyor.
14 Şubat’ta Sevgililer Günümüzü şenlendirecek For Honor aslında çok basit bir fantezinin üzerine kurulu: Kılıç-kalkanlı yakın dövüşü mümkün olduğunca gerçekçi ve doğal bir şekilde oyuncuya aktarmak. Bunu da üç ayrı fraksiyon üzerinden gerçekleştiriyor: Vikingler, Şövalyeler ve Samuraylar. Fikir ilk andan itibaren müthiş çekici. Ancak uygulaması da bir o kadar zor ve yanlış bir adımla tüm domino taşlarını devirip bir facia ortaya çıkmasına sebep olmak işten bile değil. Ancak hem bu seneki GamesCom’da hem de Kapalı Alfasında oyunu 10 saatin üzerinde oynamış biri olarak söyleyebilirim ki For Honor yapmak istediği şeyi çok net bir şekilde başarıyor.
Hızlı, dinamik ve eğlenceli dövüş sistemi oyunun tok kombolarıyla birleşince ortaya gerçekten de bağımlılık yapan ve bugüne kadar çıkan yakın dövüş odaklı oyunların birçoğundan farklı bir eser çıkıyor. Bunun üzerine farklı sınıflar, farklı oynanış stilleri, karakter kişiselleştirme seçenekleri falan da eklenince… Eh, şubat ayının ilk yarısını PS4’ün başında For Honor’da geçireceğim kesinleşmiş duruyor. Ayın ikinci yarısını nerede geçireceğime gelirsek… Onun da cevabı hemen aşağıda.
TORMENT: TIDES OF NUMENERA
(Monthius – Can Arabacı)
Torment: Tides of Numenera’yı o kadar uzun zamandır bekliyorum ki… Düşünün, ben beklediğim sırada daha oyun yapılmaya karar verilmemişti; Ninth World bile yoktu hatta daha ortada. İsmi, cismi ve o sıralar varlığı bile olmasa da ben yine de bekliyordum –zira Planescape: Torment gibi hayatımda böylesine iz bırakan bir oyun oynadıktan sonra ona benzer bir şeylerin gelmesi gerektiğinden emindim. Birileri de benimle bu konuda hemfikirmiş demek ki 2014 yılında Kickstarter’ın desteğini arkasına alan inXile, benim yıllardır beklediğim o açıklamayı yaptı: “Planescape: Torment’ın ruhani takipçisini yapıyoruz!” Bugüne kadar cüzdanımı çok kez ekrana fırlattım ama inanın, daha önce hiç o kadar hızlı bir şekilde kredi kartımı monitöre yapıştırdığımı hatırlamıyorum.
Az önce de dediğim gibi hemen şubat ayında kavuşuyoruz Torment’e; o yüzden izometrik, gerçekten derin (çok derin) RYOların takipçisiyseniz 28 Şubat tarihini takvimlerinizde işaretlemek ve sonraki haftalarda tüm randevularınızı iptal etmek isteyebilirsiniz. Daha önce Burcu Torment’in ilk beta versiyonuyla ilgili izlenimlerini zaten yazmıştı. O arada bir de GamesCom’da oyunun sempatik ve alçak gönüllü yapımcılarından Colin McComb ve George Ziets ile röportaj yapma fırsatı yakalayıp oyuna olan yaklaşımlarını gördükten sonra Torment sadece 2017 için değil, son birkaç yıldır beklediğim, yolunu gözlediğim oyunlar arasında zirveye kuruldu doğrusu. Derin ve katmanlı karakterler, gizem ve entrika dolu hikâyeler, bolca felsefi diyalog arayan biriyseniz daha öteye bakmayın. Başka hiçbir oyun sizi Torment: Tides of Numenera kadar ihya edemez.
PERSONA 5
(Noldoist – İsmet Ergül)
‘Sen bir kölesin.. özgürlük ister misin?’
Atlus’un, hatta Persona serisini geliştiren ekibin bu sözlerle karşımıza çıkmasından beri neredeyse 3 sene geçti. “Yeni bir Persona oyunu geliyor!” diye heyecanlanmış, bir an önce bir fragman izlemek, oyun hakkında bilgi almak istemiştim.
2010 yılından beri geliştirildiği söylenen, hatta PlayStation 3 ve Xbox 360 için çıkan Catherine’in Gamebryo oyun motoruna sahip olduğu belirtilen Persona 5 duyurulalı az önce de belirttiğim gibi neredeyse 3 sene geçti. Oyun birçok kez yeniden geliştirildi, konsept olarak değişti ve çıkış tarihi ertelendi. Belli ki Atlus, Persona 5 ile JRYO türünün öncüsü olmak için gerçekten de çalışıyor ve hata kabul etmiyordu. Açıkçası Atlus ve Persona ekibi, oyunu ilk olarak Japonya’ya çıkartarak da amacına ulaştı. Persona 5, Famitsu’dan aldığı 39/40 değerlendirmeyle herkesin dikkatini çekmişti. Nasıl heyecanlıyım, nasıl sabırsızım anlatamam sizlere. Ancak sizlere Persona 5’in beni neden heyecanlandırdığını söylemeden önce serinin kökenini anlatmak istiyorum, yoksa arkamdaki Jack Frost hemen saldırganlaşabilir.
Öncelikle 1986 yılına dönelim. Aya Nishitani isimli bir Japon yazar, Digital Devil Story isimli romanını yayımlar. Çocukken kara büyü ve astroloji ile ilgilendiğini dile getiren Nishitani, bu ilgisini zamanla kara büyü ile ortaya çıkan iblisler ve teknoloji ile harmanlayarak Digital Devil Story’yi yaratır. ‘Tanrıça’nın yeniden dirilişi’ veya ‘reenkarnesi’ olarak bir seriye dönüşen bu roman Atlus’un ilgisini de fazlasıyla çeker. Romanı oyuna dönüştürmek isteyen Atlus, Namco ile anlaşır ve çalışmalara başlayarak 1987 yılında romanın oyununu çıkartır.
Digital Devil Story’nin içerdiği kara büyü, iblisler ve teknoloji konsepti yıllar boyunca gelişti ve Atlus’un yarattığı Shin Megami Tensei evrenine hayat verdi. Dini motifler ve mitolojiler ile çok daha derin bir hikâyeye ve felsefeye sahip olan Shin Megami Tensei evreni (SMT), ismine Shin yani ‘gerçek veya yeni’ kelimesini 1992 yılında Super Famicom için çıkan aynı isimli oyun ile almıştı. Böylelikle Tanrıça’nın reenkarnesi adı, ‘Gerçek’ veya ‘Yeni Tanrıça reenkarnesi’ olarak değişti ve seri bu ismiyle tanınmaya da başladı. Shin Megami Tensei evreni, kıyamet sonrası Tokyo’da ortaya çıkan iblislerin ve meleklerin savaşını konu alırken serinin ‘If’ isimli oyunu ise bir okulda geçiyordu.
Ideo Hazama isimli bir öğrencinin kendisine zorbalık yapanlardan intikam alması için iblis diyarını okula indirmesi ile başlayan Shin Megami Tensei if, ‘Makai’ yani iblislerin dünyası olarak tanıtabileceğim bu dünyanın Hazama’ya İmparator varlığı kazandırması ve karakterlerimizin bu tehdide karşı savaşması ile de şekillenirdi. Nishitani’nin kara büyü ve teknoloji ile ortaya çıkan iblisleri artık okullarda yer alıyor ve yavaş yavaş da olsa Persona’nın ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Yani anlayacağınız, Persona aslında Shin Megami Tensei evreninin ‘okul hayatını temel alan’ bir yan serisiydi.
Peki Persona 5 beni neden mi heyecanlandırıyor? Günümüzde Tokyo’da geçen Persona 5, bizleri sosyal hayatın ve post-modern diyebileceğimiz yaşamın insanları tutsaklaştırmasını konu alıyor. Persona serisi, ilk oyunundan beşinci oyununa kadar sırasıyla bireyin aydınlanmasını, söylentilerin gerçekleşmesini, ölümün her an yanımızda olduğunu ve doğruluğa ulaşmak için her şeyin mübah olduğunu konu alırken Persona 5 ise modern yaşamda her bireyin iş hayatında, toplumun dayattığı kurallar çerçevesinde tutsak olduğunu ve özgür olamadığını da ele almakta. Tutsak olmuş, hayatını yaşamayan ve özgür hissetmeyen bu insanları kurtarmak da bizim elimizde.
Persona 5’in mangasında Akira Kurusu ismine sahip olan ana karakterimiz, bir kadının yabancı bir adam tarafından rahatsız edildiğini görür ve hemen olaya karışır. Kadını kurtarmak isteyen Akira, adamı darp ettmesi sebebiyle polis tarafından gözaltına alınır ve suçlu bulunur. Yaşından dolayı sadece göz hapsine alınan Akira, Tokyo’daki Syujin Lise’sine okumaya gönderilir. Bu okulda problemli bir öğrenci olan Ryuji Sakamoto ve Anne Takamaki ile arkadaş olmakla birlikte Morgana isimli ilginç bir kediyle de dostluk kurar. Personalarını ortaya çıkarmaları ile birlikte bu ekibimiz kendilerine ‘Phantom Thieves of Hearts’, yani ‘Kalplerin Hayalet Hırsızları’ ismini verir ve yetişkinlerin yozlaşmış akıllarından oluşan saraya adımlarını atarak ‘değerli’ ve ‘gizli’ hazineleri elde etmeye çalışırlar. Tabii bu saraylara adımlarımızı attığımız anda SMT evreninden tanıdığımız birçok iblisin karşımıza çıkacağını da belirtmem gerekiyor. Bir de bunun üstüne çok daha interaktif ve karakterlerin yaşadığı bir açık dünyanın olmasının yanında akıcı bir sıra tabanlı dövüş sisteminin de bulunması Persona 5’in en güçlü yönlerinden sadece birkaçı.
Genel olarak Yunan, Roma, Mısır ve Japon mitolojilerinden alınarak yaratılan karakterlerimizin Personaları, bu sefer ağırlıklı olarak edebî eserlerdeki ünlü hırsız ve adalet savaşçılarından esinlenerek geliştirilmiş. Arsène Lupin, Kaptan Kidd, Zorro hatta Robin Hood gibi karakterlerin Persona olarak karşımıza çıkması, oyunun konseptine inanılmaz uymuş.
Karakterimiz Akira’nın gündüzleri okula gittiği ve arkadaşlarıyla sosyalleştiği, geceleri ise insanları özgürleştirmek için iblislerle çarpıştığı Persona 5, hem seriyle tanışmak hem de JRYO açlığını bastırmak isteyenler için en doğru seçim olacak.
TOM CLANCY’S GHOST RECON: WILDLANDS
(Umutterol – Umut Tunç Erol)
Casusluk, askerî bilim ve soğuk savaş denince akıllara gelen en çarpıcı isimlerden olan Thomas Leo Clancy Jr’ın hem video oyun hem de masaüstü oyun dünyalarında bıraktığı etki gerçekten tartışılmaz. 2001 yılında başlayan Ghost Recon serisi ise bu ustanın çalışmalarından sadece biri. Serinin onuncu bölümü olacak olan Wildlands ise önümüzdeki yıl için en çok beklediğim oyunlardan biri.
Bolivya’daki Santa Blanca kartelinin peşinde olacağımız oyun, Sam Strachman tarafından kaleme alınmış durumda. Tom Clancy’nin 2013 yılındaki vefatından sonra (her ne kadar son yıllarında yazarlık yapamamış olsa da) oyunlarının alacağı şekiller ve senaryolar, oyuncular ve serinin takipçileri tarafından merak ediliyordu. The Division’ın senaryosu ile bu işin altından kalkabileceğini gösteren geliştiriciler hemen ardından Wildlands bombasını patlattılar.
Wildlands’i diğer Ghost Recon oyunlarından ayıran en önemli özellik tabii ki Advanced Warfighter ve Future Solider’dan sonra tekrar günümüz dönemine dönen serinin ilk defa açık bir dünyaya sahip olması. Bu dünyada çöller, tuzul araziler, bataklıklar ve ormanlar olacağı açıklanan bilgiler dahilinde. Açık bir dünya tabii ki açık ve çizgisel olmayan bir hikâye de demek anlamına geliyor -ki bu da daha önce Ghost Recon serisinde görmediğimiz bir yenilik olacak ve hikâyenin nasıl şekilleneceği gerçekten beni de meraklandırıyor.
Şu ana kadar bildiklerimiz şöyle: Bolivya’daki Santa Blanca kartelinin hızlı yükselişinden ve dünyadaki en büyük kokain üreticisi ve dağıtıcısı haline gelişinden sonra ABD hükümeti bu işe bir el atma ihtiyacı hissetmiş olacak ki “The Ghosts” olarak bilinen özel kuvvetlere bağlı bir ekibi bölgeye gönderiyor. Amacımız Bolivya’daki kartel gücünü minimize etmek. Bunu yaparken tabii ki artık simgeleşmiş hâle gelen ve Ghost Recon oyunlarından tanıdığımız dronelar, termal kameralar, son teknoloji ürünü silahlar da emrimize amade olacak.
Oyunun co-op özellikleri de beni meraklandırıyor. The Division’daki co-op sistemi çok güzel işlenmişti (her ne kadar o co-op’dan ziyade biraz daha MMO olsa da) ve bunun Wildlands’de de aynı şekilde devam etmesini ümit ediyorum. Arkadaşlarımdan oluşan bir ekiple taktiksel menevralar planlayıp Bolivya çöllerinde kartelle kapışmak kulağa bayağı çekici geliyor.
Son olarak Ubisoft’un açıklamasına göre oyunda oyuncular NPCler ile etkileşime girebilecek, onlarla düşman ya da dost olacak şekilde ilişkiler geliştirebileceklermiş. Tabii bu durum oyunun oynanışını ciddi ölçüde etkiliyecek deseler de benim pek içime sinmiş değil. Bu etkileşimler büyük bir ihtimalle ya opsiyonel olarak destek olarak yanımıza çağırabileceğimiz gerilla birliklerinden ibaret olacaktır ya da rol yapma oyunlarında sıkça karşılaştığımız eşya alışverişinde indirim şeklinde karşımıza çıkacaktır.
Ghost Recon ve açık dünya kavramlarının yan yana olması beni heycanlandırmaya yettiği için geriye kalan her şeyi göz ardı ediyorum ve heyecanla “Artık çıksa da biraz kartel pataklasak” demekten kendimi alamıyorum.
SNIPER ELITE 4
(Umutterol – Umut Tunç Erol)
Oldum olası keskin nişancılık içeren oyunları, filmleri ve kitapları sevmişimdir. Sniper Elite serisi de Sniper Ghost Warrior serisiyle birlikte bu kategoriye giren ve hastalık derecesinde tekrar tekrar oynadığım oyunlardandır. Sniper Elite’i benim için bir Ghost Warrior’dan ayıran ve onun önüne geçiren en önemli sebep ise geçtiği dönem olan II. Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde elimizde bir tek tüfeğimiz ve dürbünümüzle bütün bir muharebenin gidişatını değiştirebiliyor ve bunu yaparken de Rebellion’ın bize en büyük kıyaklarından olan X-ray Kill Cam’inin dibine kadar tadını çıkartabiliyor oluşumuzdur.
Gelelim yeni oyuna. Bu sefer 1943 İtalyası’nda Karl Fairburne adlı bir keskin nişancıyı canlandıracağız. Şu ana kadar yayımlanan haberlere ve oyunun gidişatına göre işin ucunun Hitler’e kadar uzanacağı güzel ve uzun bir senaryosu var gibi görünüyor. İtalya’da İtalyan direnişçiler ve halkla o dönemde kendilerine zulmetmiş diktatör Benito Mussoline ve adamlarına karşı durup bu tehdidi alaşağı etmeye çalışacağız.
Her ne kadar bu oyun da “Ön Sipariş” furyasından nasibini almış olsa da (Hitler’i hedef alacağımız bölümler ön sipariş olarak aldığımızda ücretsiz) içinde yapılabilecek yüzlerce şey var. Sniper Elite serisinin en güçlü yanlarından biri de sizi büyük ölçüde özgür bırakması -ki bu da benim gibi içinde bir keskin nişancı yaşayanlar için bir nimet durumuna dönüşüyor. Hedefinizi dilediğiniz gibi izleyebilir, sonucunda onun ölümüne yol açacak kompleks planlar tasarlayabilir, bileğinize güvendiğiniz kadar uzaklardan kimsenin ruhu bile duymadan onu ortadan kaldırabilirsiniz… Ya da her şeyi bir kenara bırakıp “Ehh kim uğraşacak bunula” deyip birliklerin ortasına otomatik tüfeğinizle dalabilirsiniz. Seçim tamamen sizin!
Sonuç olarak yeni yılda sanırım 4-5 defa farklı şekillerde oynayacak olduğum yepyeni bir Sniper Elite’e kavuşacağım fikri bu soğuk Aralık ayında içimi biraz olsun ısıtmıyor değil; ancak elimizde şu an çok az detay olduğu için dereyi görmeden paçayı da sıvamak istemiyorum. Umarım Rebellion ilk üç oyunda olduğu gibi yüzümü güldürür.
Sizinle sıcak İtalya güneşinin altında görüşmek dileği ile…