SENSIBLE WORLD OF SOCCER
(Egzolinas – Mirac M. Kocaturk)
HALF-LIFE
(Hargrimm – Burak Türköz)
“Öngörülemeyen sonuçlara hazır ol.”
G-Man, Alyx’ten bu mesajı babasına iletmesini istediğinde bunun aslında bizlere verilen gizli bir mesaj olduğunu asla bilemezdik. G-Man (ya da artık tahminlerime göre Gabe-Man) hain emellerini yürürlülüğe koymuş, bize ürettiği bu Half-Life oyununun sonuncusu olmasını ve devamı için bizi sayısız yıl boyunca süründürmeyi kararlaştırmıştı. Gerçekten de öngörülemeyen bu sonuçlara hiç hazır değildik.
Oysaki Gabe-Man bizi hiç daha önce hiç hayal kırıklığına uğratmamıştı. Eğlence ve oyun borusunun vanasını (Valve) sonuna kadar açmış, 1998’de bizi Gordon Freeman ile tanıştırmış ve bir daha da bırakmamıştı.
Kendi adıma Half-Life, tam bilgisayar oyunlarına bulaştığım dönemde çıkan ve beni oyun oynamaya en çok bağlayan oyunlardan biriydi. Daha İngilizce nedir, kimdir yarım yamalak öğrendiğim o dönemler günümüzün rapçilerini hasetlerinden çatlatacak hızda konuşan bilimadamları ve güvenlik görevlileriyle Black Mesa Research Facility, tam bir muamma halini almıştı. Elbette ki kısa süre sonra konuşmaları çözmeye başlamıştım ancak o zaman bile oyun konusunun çok az parçasının verildiğini öğrenmek beni üzmüştü. Yine de çoklu oyunculu haritalarını da bitirip bitirip hastalık gibi tekrar başladığım ana oyuna eklersek Gordon Freeman ve levyesinin benim için neredeyse semavi bir karakter hâline geldiği su götürmez bir gerçek.
Elbette ki Half-Life destanı kısa sürmemişti. Hemen bir yıl sonra, 1999’da Gearbox ile olan ortaklığı ile Half-Life: Opposing Force çıkmış ama bizi bugün hâlen üzen bir şekilde bu öykü kısa sürmüştü; Adrian Shephard sayesinde Black Mesa Reserch Facility’nin bilinmeyen bölgelerini keşfetmiş ve biz Gordon ile sağ kalmaya çalışırken diğer kısımlarda nelerin döndüğünü görebilmiştik. Ama kendi adıma artık Adrian Shephard’ın akıbetiyle ilgili bir şeyler öğrenebileceğimizden bir hayli şüpheliyim. (Hayır, Prospekt’i saymıyorum.)
Sadece bu kadar da değil. 2001 yılında çıkan Half-Life: Blue Shift, bize Barney Calhoun’u tanıtmış ve önce Black Mesa’nın güvenlik görevlilerinin hayatını gördükten sonra farklı bir yönden bizi konuya dahil etmişti. Half-Life: Blue Shift her ne kadar diğer ikisine nazaran daha kısa bir oyun olsa da benim ağzımda hep hoş bir tat bırakmıştır. Tabii bunun en önemli nedenlerinden birinin Dr. Rosenberg olduğunu itiraf etmeliyim. Half-Life evreninde o güne kadar Dr. Rosenberg kadar sosyalleşen (düzeltiyorum, hiç durmadan konuşan) başka bir karakter yoktu. Gordon’a özendiği için kıskançlıktan onu taklit ettiği hiç konuşmamasından belli olan Barney’nin aksine Dr. Rosenberg, iki taraf için de yeterince konuşuyordu. Bu diyaloglar Half-Life evrenine yeni bir tat katmış, karakterleri benimsememizi sağlamıştı.
2004 yılında piyasaya çıkan Half-Life 2, Source motoru sayesinde oyun teknolojisinde de bir çığır açmıştı. Bugün hâlâ sıkıla sıkıla son damlasına kadar suyu çıkartılarak kullanılan Source motoru, Half-Life konusu ve dünyası ile ilgili bize o kadar çok şey yaşatabilmişti ki oyunun pek çok kısmını resmen film izler gibi izliyorduk. Valve bu oyunla bize sadece aksiyon alanında değil, olay örgüsü ve gelişimi hakkında da başarılı olduğunu ve hatta isterse gayet korku oyunu bile çıkartabileceklerini göstermişti. (Lanet olsun sana Ravenholm!)
Half-Life 2 bittiğinde üzülmüş olmama rağmen yine de Valve beni hayal kırıklığına uğratmayacaktı, biliyordum. Sonuçta Half-Life: Blue Shift’ten sadece üç yıl sonra Half-Life 2 ile muhteşem bir dönüş yapmıştı. Nitekim haklıydım da! 2006’da Half-Life 2: Episode 1’ı çıkartarak Half-Life 3 için düşündükleri konuyu, Half-Life 2’ye dahil etme kararı almışlardı. Bu, konuyu iyice geliştirecekleri anlamına geliyordu. 2007’de Half-Life 2: Episode 2 çıktığında çok mutluydum. Artık neredeyse yıl aşırı yeni Half-Life içeriği görebiliyorduk. Seneye bu Episode serisi sona erer ve muhtemelen bir ya da iki sene sonra üçüncü oyunu çıkartırlardı.
Olmadı. Gabe-Man’in öngörülemeyen sonuçlarına hiçbirimiz hazır değildik.
Valve, Half-Life 3 hakkında hiçbir açıklama yapmıyor. Duyurdukları tek şey, Episode 3’ü iptal ettikleri ve Half-Life 3’e yöneldikleri yönünde oldu. Combine’ın nereden geldiğini ve planlarının ne olduğunu düşünen bizler, bir anda Half-Life 3’ün ne zaman geleceğini, oyunla ilgili planların ne olduğunu düşünüp komplo teorileri kurmaya başladık. Teorilerin hepsi yalan çıktı. Yıl 2016 oldu, Half-Life 3 hâlen ufukta görünmedi.
Böylece bizi kümesteki tavuklar gibi besleyip büyüten Gabe-Man, şimdi mutsuzluğumuz ve umutsuzluğumuzdan beslenmek için ruhlarımızı emerken Gordon Freeman da tıpkı yitip giden, bizi terk eden ama asla unutamadığımız, hatırladıkça bir ah çekip kederlendiğimiz eski sevgiliye dönüştü.
Şahsi fikrim o ki Gabe Newell açlıktan bir deri bir kemik kalmadığı müddetçe Half-Life 3’ü çıkartmayacak. Steam sağ olsun, bu da pek gerçekleşebilecek gibi görünmediğinden ötürü kendi adıma Half-Life 3 için umudum kalmadı. O yüzden artık Half-Life serisi, kendi küllerinin altına gömülen bir efsane haline gelirken G-Man’in şu sözünü hatırlıyorum:
“Uyanın, Bay Freeman, uyanın ve küllerin kokusunu alın.”