MONKEY ISLAND
(Monthius – Can Arabacı)
“Adım Guybrush Threepwood. Bir korsan olmak istiyorum.”
Her maceranın bir başlangıcı vardır. Monkey Island’ın başlangıcı da buydu işte. Guybrush Threepwood’un korsan olmak istemesi… Devamında süregelen hikâyeyse macera oyunlarının en komik, en şapşal, en eğlenceli anlarını da beraberinde getiriyordu.
Monkey Island’ın ilk üç oyununu da yere göğe sığdıramadığım doğru. Her biri bir öncekinden daha güzel diyemeyeceğim belki (zira öncekilere de haksızlık etmek istemiyorum) ama en azından bir öncekinin şanına layık şekilde devam eden seri, birden dördüncü oyunla birlikte tökezledi; sonra da çok uzun bir süre haber alamadık zaten. Eğer bana bunu dördüncü oyundan hemen sonra sormuş olsanız belki de “Tamam” diyebilirdim, “Monkey Island gerçekten de ömrünü doldurdu. Guybrush’ın hikâyesi burada bitmeli artık.” Ama diyemiyorum çünkü önümüzde TellTale Games’in makineli tüfek gibi macera oyunu saçmaya başlamadan önce yapmış olduğu mükemmel bir örnek var: Tales of Monkey Island. TellTale oyunları arasında açık ara favorim olan ToMI hem dördüncü oyunun ağzımda bıraktığı acı tadı almış hem de beni daha fazlası için kıvranır bırakmıştı. Bulmaca desen gırlaydı. Klasik Monkey Island mizahı desen tastamam. E üzerine bir de çok alışık olmadığımız bazı motifler örmüşler; Monkey Island oyununda oturup ciddi ciddi bir şeye üzülünür mü? ToMI yaptı işte onu. Mis gibi de oldu üstelik. Tüm bunları müthiş şekilde kotarıp da (her ne kadar aralarından birçoğunu çok sevsem de) artık uçan kuşu bile adventure serisine bağlarken Monkey Island gibi bir cevheri tek sezonla es geçen TellTale’e çok içerliyorum. Hâlbuki ellerindeki imkân muazzam. E serinin o absürt espri anlayışını da kavramışlar ToMI’den gördüğümüz kadarıyla… O zaman neden yeni bir Tales of Monkey Island oyunu gelmiyor diye sorarım sana, ey TellTale! Bırak şimdi Solitaire’in adventure oyununu falan yapmayı. Korsan olmak istiyoruz biz. Grog içmek, hakaretli kılıç dövüşü yapmak, Guybrush’ın işleri eline yüzüne bulaştırmasına kahkaha atmak istiyoruz! Kim ne yapsın bunun yanında Batma—ehm, Game of Thrones’un oyununu falan?! (Batman iyi şimdi, ona laf yok.)
E hadi tamam, TellTale yapmasın. Ona da razıyım. Verin abi oyunun haklarını Ron Gilbert’a. Adam defalarca yeni bir Monkey Island yapmak isterdim diye dile getirdi zaten. Hani çıkışmıyorsa söyleyin, biz kendi aramızda üç beş hazine yağmalayıp toplayalım, bir şeyleri tekmeleyelim ama başlatalım şu oyunun yenisini bir şekilde. Hatta mümkünse Ron Gilbert’ın gözetiminde TellTale’a yaptırın bak, daha bile nefis olur doğrusu. Gülmeye fazlasıyla ihtiyacımız olan şu günlerde Guybrush’ın şapşallıklarına iki kahkaha basmayı da çok görmeyin bize…
BULLY
(Noldoist – İsmet Ergül)
Son birkaç senedir, lise ve üniversite yıllarımın hayatımın en parlak dönemi olduğuna dair sayısız nasihat aldığımı söylemem gerek. Aldığım bu nasihat ve tavsiyeleri oflayarak dinlerken lise yıllarımın hem tatlı ancak bir o kadar da acı deneyimlerle geçtiğini hatırlamamla birlikte ortaokul yıllarında ‘okulun kralı’ olduğum hayaller de sırayla gözümün önünde canlandı. Her ne kadar sosyalleşmeyi seven birisi olsam da hayatım boyunca beni anlayan ve bana destek olan arkadaşlarımın sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. İşte belki de bu yüzden gerçek hayatta okulun kralı olamayan benim için Bully’nin değeri her zaman değişilmez oldu.
Silahlı, insan öldürmeli şiddet dolu oyunlarıyla tanınmış Rockstar’ın Jimmy adında bir liseli gencin hayatına yönelmesi benim ilgimi bir hayli çekmişti. Öz annesinin üvey babası ile evlenip Jimmy’nin de yatılı bir kolejde kendini bulması ile başlayan Bully, gerçekçiliği ile beni hemen kendisine bağlamıştı. Okulumda gördüğüm süslü püslü kızlar ve züppe oğlanlar, havalı sporcu çocuklar, sosyalleşemeyen ve dersten başka bir şey bilmeyen inekler ve zorbaların aynısı Bully’de de yer edinmiş ve bana ikinci bir okul deneyimi sunmuştu; ancak bu sefer elde edilmeyi bekleyen bir okul vardı.
Gerçek hayatta yapamadığım, yapacağım zaman mutlaka okuldan atılacağım her şeyi Bully sunuyordu. İstediğim zaman maytapları tuvalete atıp eğlencenin tadını çıkartabiliyor, istediğim zaman uyuz olduğum öğretmenleri dövüp tabana kuvvet kaçabiliyordum. Kulaklarımdan yakaladıkları zaman da ayaklarına basıp izimi rahatça kaybettirebiliyordum. Hatta oyunun hikâyesinde ilerlediğiniz vakit gerçekten de okulun kralı olabiliyor, işe yaramaz müdürünüze bile elinizi öptürüp ‘Bi’ Türk kahvesi yap bakayım, az şekerli olsun ama’ diyerek ahkâm da kesebiliyordunuz. Kısacası Bully, okul hayatı zor geçen oyuncuların hayallerini gerçekleştirebileceği, sinir atabileceği ve kendisiyle de bir nebze olsun barışabileceği bir ortamı sunuyordu. Bu yüzden Bully, belki de Rockstar’ın bu zamana kadar geliştirdiği en başarılı oyunlardan biriydi.
Bully Rockstar’ın değil de EA veya Ubisoft’un elinde olsaydı kesinlikle devam oyunu gelirdi diye düşünüyorum; ancak şiddet içerikli oyunlarından sapmak istemeyen Rockstar, oyuncuların göz bebeği olan GTA gibi oyunlara yönelerek Bully’yi oyun sektörünün tozlu raflarına kaldırdı. Elbette Bully, GTA serisi kadar popüler olamadı; ancak oyun olmakla birlikte gerçekçi yapısını bozmayan bir içeriğe sahip olan Bully’nin bir devam oyunu geldiği vakit hem eski nesil oyuncuların mutlu olacağını hem de yeni nesil oyuncuların da keyifle keşfedip bu oyunu oynayacağına eminim. Hem zorlu geçen eğitim yaşantımızda kim okuduğu okulun kralı olmak istemez ki?
LEGACY OF KAIN
(Razelis – Orçun Turan)
Bitmek bilmeyen PlayStation seanslarından bir tanesinde bir arkadaşım Soul Reaver’ı getirmişti. Benim seveceğimi düşünmüş, en azından bir denememi istemişti. Oyun açıldı, insanın tüylerini diken diken eden bir müzik ile birlikte bütün ihtişamıyla Raziel alana girdi. İngilizce bilgimiz isim söylemekten öteye gitmediği için kanatlı olanın Raziel ve kılıçlı olanın Kain olduğunu çözebilmiştik sadece. Daha sonra Kain, Raziel’in kanatlarını kırdı ve onu bir girdabın içine fırlattırdı. O andan sonra oyun tek kişilik olduğu için oynamayı bıraktık fakat Soul Reaver uzun bir süre benim elimde kalacaktı. Bu süre içerisinde vampirleri kazıklara fırlatmaktan tutun, iki farklı düzlemdeki başıboş gezen ruhları toplamaya kadar birçok şeyi defalarca yaptım. Ta ki kaderin azizliğine uğrayıp bir ara sahnede oyun kilitlenene kadar. Aklıma gelen her türlü çılgınlığı denedikten sonra oyunu kendi hâline bıraktım. Alternatif evrenlerde hâlâ bir çocuğun o oyunu sorunsuz çalıştırmayı denediği rivayet ediliyor.
Tanışma hikâyesini anlattıktan sonra neden bu serinin benim için önemli olduğu kısmına geçeyim. Öncelikle Raziel. Vampir olduğu dönemdeki halini geçtim, yaşadığı şeyden sonra bile karizmasından hiçbir şey kaybetmeyen bir karakter. Bunun yanı sıra seri süresince yaşadıkları, düşünceleri, kendini ve amacını bulma uğraşı benim gözümde Raziel’i diğer karakterlerin ulaşamayacağı bir yere çıkarttı. Michael Bell’in de sesiyle buna katkısı çok büyük; söz etmeden geçmem haksızlık, hatta ayıp olur.
Benim için önemli bir diğer şey olan hikâyesine geçmek gerekiyor. (Aslında burada geçmesem daha iyi ama çekici kılan önemli noktalarından bahsetmeden olmaz). Yarattığı kafa karışıklıkları, paradokslar, ana karakterler, karakterlerin amaçları, bu amaçlara giden yolların kesişimleri, yaratılan dünya, daha çok paradoks… Hepsi o kadar güzel bir şekilde işlenilip toparlanıyor ki oyun sonunda şahsen her çeşit duyguyu bolca yaşamıştım.
Bağlayacak olursam, gönlüm hikâyenin ucu açık noktalarının bağlanması için ve o dünyaya tekrar geri dönebilmek için yeni bir oyun istiyor, evet. Ama yeni oyun yapacağız diye bütün yapılan her şeyi bozmaları da gözümü korkutuyor. (Nosgoth denen şeye girmek bile istemiyorum, çünkü öyle bir oyun çıkmadı). Bence en güzeli bütün seriyi yenileyip tekrar ortaya çıkartmak. Hem daha çok oyuncuya ulaşılabilir hem de oyunun insanı çileden çıkartan kamerasını düzeltmiş olurlar.
“Vae Victus”