DRAGON’S DOGMA
(Archsorceress – Burcu Arabacı)
Normalde Aksiyon/RYO denilince köşe bucak kaçarım, hiç sevmem. Çünkü genelde azıcık RYO soslu aksiyon oyunlarından ibaret olurlar. İşte bu ön yargımı kıran oyundur Dragon’s Dogma.
Öncelikle oyuna ölerek başlıyoruz. Evet, dev bir ejderha köyümüze saldırıyor, biz de ona dandik paslı bir kılıçla saldırmaya çalışırken ölüyoruz. Kendisine kılıcı saplayabilmiş olmamızdan etkilenerek kalbimizi de söküyor bu ejderha -sağolsun-. Sonra Arisen adında başka boyutlardan Pawn denilen kahramanlar çağırıp kendine bağlayabilen bir varlık olarak diriliyoruz ve ejderhayı öldürüp kalbimizi geri alma uğruna yollara düşüyoruz. Oyun bu hikâyenin çok ötesine geçmiyor doğrusu, ne biçim gizemler varmış keşfedilecek dersem yalan söylemiş olurum. Ancak sanılmasın ki hikâye anlatımının zayıflığı Dragon’s Dogma’yı oynanmaya değmez kılıyor. Beni Dragon’s Dogma’ya bağlayan şey hikâyesinden ziyade oynanış mekaniklerindeki detaylılık ve çeşitlilikti çünkü.
Daha karakter yaratma ekranında birkaç saat harcamışımdır rahatlıkla. Tamamen başıma geleceklerden habersiz bir şekilde karakterimi ve Pawn’ımı yarattım. Karakterim ufak tefek bir büyücü, Pawn’ım da boylu poslu bir savaşçıydı. Daha sonra bu ikisinin oynanışları arasındaki farkları görünce ağzım açık kaldı desem yeridir. Büyücüm kısa boylu ve hafif olduğu için ejderhanın kuyruğundan hızla tırmanabilirken savaşçım yarı yolda tıkanıyordu; ama o da üzerinde 50 kilo yük taşımaktan yorulmuyordu mesela ya da düşmanları kafa kola alıp savunmasız olan karınlarını açıkta bırakmalarını sağlayabiliyordu. Boy ve kilo gibi kozmetik olmasına alıştığımız özelliklerin karakterin koşma hızını ve süresini, zıplama mesafesini, tırmanma yeteneğini, yani tüm fiziksel kapasitesini etkilediği bir oyun daha oynamadım Dragon’s Dogma’nın üzerine. Strateji desen ejderhayla savaşa girmeden iyice ıslanalım da ateşten fazla etkilenmeyelim diye su birikintilerine atlamalar mı dersiniz, okçuyu kalkanın üzerinden fırlatıp yüksekten ateş ettirmeler mi dersiniz, ne ararsanız var. Arkadaşlarınızın yarattığı Pawn’ları kiralama mekaniği de hem oyunun dünyasına çok güzel oturmuş hem de takıma alabileceğiniz npc’lerde harika bir çeşitlilik sağamış. Sonuçta ortaya oynamaya doyamayacağınız bir oyun çıkmış.
Görev yeri haritada yanıp sönen neon tabelada gösterildiği basitleştirilmiş oyunlar ve o oyunları oynamaya alışmış, tembelleşmiş kitleler tarafından çok fena hakkı yenmiş ve aşırı zor olmakla itham edilmişse de dengeli bir takım kurmuşsanız ve boyunuzdan büyük yaratıklara bulaşmayacak kadar aklınız başınızdaysa oyun hiç de denildiği gibi aşırı zor değil. Fantastik dünya atmosferini yaşamak istiyorum ve strateji kura kura yaratık döverim diyorsanız oyuna zor diyenlere hiç kulak asmayın, hâlihazırda PC’ye de yakın zamanda çıkmışken alın oynayın. Ama daha goblinlerle zor baş ederken ormanda karşınıza ejderha çıkarsa -ki çıkar- hızla topuklamayı unutmayın. (Ya da arkadaşlarınızın 50 seviye yüksek Pawn’larıyla gezin, o da olur.)
ALPHA PROTOCOL
(Monthius – Can Arabacı)
Casusluk oyunlarını ayrı, rol yapma oyunlarını ayrı severim. Ancak genellikle bu ikisini bir araya getirmeyi düşünmem. Kaldı ki düşünsem bile zaten pek örneği bulunmadığı için aradığımı bulmam imkânsıza yakın olurdu… Bu uçuk karışımın tamamen imkânsız olmasını engelleyen ve aklıma gelen tek bir oyun var: Alpha Protocol. Zamanında bugları yüzünden çokça hor görülen, burun kıvrılan bu oyunun aslında müthiş bir casusluk hikâyesi ve hikâye işleme üstadı Obsidian’ın ellerinde şekillenmiş tam teşekküllü bir rol yapma oyunu olduğu ne yazık ki çok sonraları anlaşıldı. Kıymeti bilinmedi… Oysa bir casusluk & rol yapma oyununda arayacağınız neredeyse her şeye sahipti.
Mesela karakter gelişimi müthiş yedirilmişti. Önüne geleni önce vuran, sonra “Ayy, nükleer füzenin yerini soracaktım!” diye asıl yapması gerekeni hatırlayan bir casus mu olmak istiyorsunuz? Buyrun olun. Hedefine hiç fark edilmeden yaklaşıp son teknoloji cihazlarıyla ortama hayalet gibi süzülmek isterseniz o da cepte… Silah sevmiyorum, yakın dövüş yeteneklerime güveniyorum derseniz o da var. Silah iyidir ama adam öldürmeye karşıyım derseniz ona da tamam… Uzaktan milleti ve elektronik cihazları da hackleyebileceğinizi söylemiş miydim? Hepsinden azar azar toplayıp ortaya karışık karakter yapmakta bile serbestsiniz. Oyun kesinlikle sizi tek bir karakter tipine zorlamıyor ve çok açık uçlu çözümler sunmakta üzerine de yok doğrusu. Dahası, bu bir casusluk hikâyesi değil mi? Süre sınırlı diyaloglarla kime ne diyeceğinizi ve ne kadar güveneceğinizi de belirlemeniz gerekiyor; ancak dikkat: En beklemediğiniz anda, en güvendiklerinizden bile kazık yiyebilirsiniz çünkü “sağ üst seçenek her zaman en iyi sonucu verir” gibi “basit” yöntemler burada işlemez.
Hepsinin üzerine her ne kadar sabit bir karakter tipiniz olsa da istediğiniz gibi kişiselleştirme opsiyonunu müthiş bir şekilde oyuna yedirmeleri var ki ona ayrıca değinmek istiyorum: Bir noktada kılık değiştirip işinizi tanınmadan çözmeniz gerekecek. Karakterinizi ister bronzlaştırın ister sakal bıyık bıraktırtıp saç traşı olun, isterseniz kocaman gözlüklerle yüzünüzün yarısını gizleyin… Michael Thorton’un oyun başındaki tipi ve yetenekleri sabit olabilir lakin oyun boyunca geçireceği evrim ve gelişim tamamen bir rol yapma oyunundan bekleyeceğinizin hakkını veren, doğal bir süreçte işliyor. Komplolardan komplolara koşarken böylesine başarılı noktalara sahip bir oyunun aksayan bir iki noktadan fire verip de yerden yere vurulduğunu düşününce de sinirliyorum işte ister istemez… Hele ki Obsidian’ın başta oyunu seri olarak planladığını ancak değeri zamanında anlaşılmadığı için devam oyununu yapmaya asla girişmediğini de düşünecek olursak, “hakkı yenen oyunlar” diyip de Alpha Protocol’den bahsetmemek düşünülemezdi sanırım.
NOX
(TheMaelstorm – Ekrem Atamer)
Merhaba, Nox’u duydunuz mu? Cevap “Evet” ise zaten bu yazıya katıldığınıza şüphem yok. Eğer “Hayır” ise şaşırmadım! Çünkü çok hakkını yediler Nox’un. Peki “Neden?” diye soracaksınız, “Nox’un neyi güzeldi ki?” Buna geçmeden önce, Nox’un hak yenme kısmına gireyim. Hakkı yendi çünkü Diablo 2 ile karşılaştırıldı. Sırf benzer türden olduğu ve yakın zamanda çıktığı için. Oysaki farklı oyunlardı!
Diablo 2’de yetenek ağaçları, işte build yapma falan vardı. Nox’ta ise 3 tane yetenekleri neredeyse tamamen belli (hatta savaşçı için direkt 5 adet) karakter arasından seçim yapıp direkt rakibe dalıyorduk. Diablo 2’de bir hikâye vardı ama hani olay o değildi, çok da ahım şahım bir hikâyesi yoktu zaten (hikâye anlatımıysa çok çok iyiydi), karanlık atmosferi vardı ve oyunun odağı karakter geliştirmekti. Seviye atla, eşya topla, güçlen. Nox’ta ise ne zaman seviye atlanacağı az çok belliydi, olay senaryoyu oynamaktı; tek kişilik hikâyeye dayanan (ama ayrıca aşşırı eğlenceli bir çoklu oyuncu moduna sahip), sağdan soldan espiriler akan, rengârenk bir oyundu.
Dünyada TV izlerken, üstündeki spor ayakkabılarıyla falan kendini mistik dünyada bulan karakterimiz, aldığımız eğitime göre ana hikâyeyi farklı açılardan izliyordu. Mesela Savaşçı olursanız, şehrinize sızan büyücüler görüp ağızlarını kırıyor, sonra siz büyücü şehrine girişmeye çalışıyordunuz. Büyücü olursanız, sızan o büyücü sizdiniz! Ve kendi şehrinizde apayrı bir macera yaşıyordunuz. Her şeyi aynalamaya kasmadan, her sınıfa ayrı bir bakış açısı koymasıyla yeniden oynanabilirlik sunuyordu Nox: Warrior kanca atıp rakibini çeken, koşup ilk önüne gelene kafa atan bir aksiyon adamıyken Wizard, farklı büyü ve büyülü tuzak kombolarıyla rakiplerini alt ediyordu. Conjurer ise elinde arbaleti, büyü ile yaratıklar çağırıp kendisi için savaştırıyordu.
Son olarak bu eğlenceli özellikleri tuzaklı odalar ve futbol gibi eğlenceli modlarla birleştiren bir çoklu oyuncu modu vardı ki tadından yenmez. Nox’un sunduğu hiçbir şeyi Diablo 2 sunmuyordu anlayacağınız.
Ne yazık ki Nox’un hakkı yenmekle kalmadı, Westwood asla oyunun devamını da getirmedi. Siz bu yanlışa ortak olmayın, Nox kurun, oynayın, tüm sınıflarla bitirin. Hakkını yemeyin!