“Yaşlı adam ateşi canlandırdı; közleri karıştırdı ve bir kısmının gece göğüne doğru uçmasına sebep oldu. Genç kızın bakışları yıldız takımlarına karışan kıvılcımları izledi.
“Dünyamız çok genç,” dedi adam. Budaklı ahşaptan asasına abanıp parçalanmış pelerinini tek eliyle düzeltti.
“Ancak çok daha yaşlı başka bir dünyanın kemiklerinin üzerine inşa edilmiş.”
Kız başıyla onayladı.
“Birçok dünyanın aslında. Çoğu kişi sekiz tane olduğunu söyler ama dahası da olabilir. Genelde sekiz derler ki bizimkine de Dokuzuncu Dünya diyebilsinler.”
Kız bir kez daha onayladı ancak adam gerçekte anlamadığını görebiliyordu. Kendisi anlıyor muydu ki zaten? Herhangi biri zamanın bu muazzam akışını idrak edebilir miydi? Dünya o kadar çok değişmişti ki… Yıldızlar bile değişen çağların etkisinden kurtulamamıştı.
“Bizden önce gelen insanlar -tabii eğer insansalar- büyük güçlere hükmettiler.” Deri kesesinden metal ve ışıktan yapılmış bir şey çıkarttı; sent adındaki pürüzsüz bir materyaldendi. Baş parmağını panele iyi çalışılmış (ancak ne yaptığını tam anlamayan) bir hareketle dokundurdu. Aletin etrafı ikisine de bir şey ifade etmeyen ancak dans eden ışıklarla hareket eden semboller ve resimlerle doldu. Kızın soluğu kesildi ve ardından neşeyle güldü.
“İnsanlar artık gitmiş olsalar da kadim güçlerinden bazıları hâlâ burada,” diye anlatmaya devam etti. “Kimisi harikalar ve güzellikler yaratıyor, kimisiyse ismi bile olmayanlara ölüm getiriyor. Geçmiş uygarlıkların mirası aynı anda hem bir kutsama hem de bir lanet.”
“Sihir,” diye fısıldadı kız.
Adam gülümsedi. “Biz onlara numenera diyoruz.”
Dokuzuncu Dünya’ya hoş geldiniz.
Tarihin başından beri en az sekiz uygarlığın yükselip çöküşüne şahitlik etti bu topraklar. Her düşen uygarlıkla birlikte çağlar, asırlar gelip geçti. Hatta yıldızlar söndü ve yerine yenileri doğdu. Her uygarlıkla birlikte yeni bir dünya var oldu; genellikle de bir öncekinin küllerinden. Bugün 4,54 milyar yaşında olduğu tahmin edilen dünyanın geleceğindeyiz artık. Aşağı yukarı 1,000,000,000 yıl kadar geleceğinde…
Toprağı eşeleyip geçmişin fosillerini karıştıracak olursanız özellikle de son dört medeniyete ait kalıntılara rastlamanız mümkün. Dünyanın kabuğu, geçmiş medeniyetlerin izleriyle dolu. Uzaktan görünce dağ deyip geçtiğiniz şey aslında adı çoktan unutulmuş bir imparatorun anısına yapılmış bir anıt olabilir; ya da ayağınızın altını uyuşturan titreşimlerin aslında yer altında hâlâ çalışmakta olan kadim bir makineden geliyor olma ihtimali de bulunabilir. Her daim keşfedilebilecek gizemlere sahip ve geçmiş ile geleceğin birbirine kenetlenmiş bir şekilde iç içe geçtiği bir dünyadasınız artık.
Geçmiş dünyaların kalıntıları sonraki medeniyetleri de doğrudan etkiliyor tabii. Bu kadim enerjiler, başka boyutlar ve farklı gezegenlerden gelen ziyaretçilerin getirdikleri, parçalanmış ve farklı amaçlarla kullanılan çeşitli mekanik aletler… Bunların tamamına “numenera” adı verilir ve Dokuzuncu Dünya’da numeneralar hem bir kutsama hem de bir lanet olarak anılırlar.
Dokuzuncu Dünya’nın tek bir kıtadan oluşan topraklarının güney bölümünde “Steadfast” adında büyük bir yerleşim alanı bulunmaktadır. Steadfast’teki her krallık ve eyaletin kendi liderleri olsa da Çağ Rahipleri’nin kurduğu Hakikat Tarikatı adındaki bir organizasyonun Amber Papa olarak bilinen yöneticisi, bölgenin en nüfuzlu kişisi olarak sayılabilir. Hakikat Tarikatı, geçmişin insanları ve onların tarihine neredeyse bir dini inanca yaklaşan bir bağlılık ve hayranlık duyar.
Çölün derinliklerindeyse “Beyond” adında bir bölge vardır; bu bölgedeki kasabalar genellikle izole edilmiş ve seyrektir. Burada Çağ Rahipleri sözde geçmişin gizemlerini araştırırlar; ancak aslında Amber Papa’nın dediklerini desteklemek dışında pek bir şey yaptıkları görülmez ve Hakikat Tarikatı’nın de bir parçası sayılmazlar. Hayatını geçmişin gizemlerini ortaya çıkartmaya adayanlarsa genellikle bulduklarını Çağ Rahipleri’ne getirirler. Onlar da bu artefaktları araçlar, silahlar ve medeniyetlerini geliştirecek diğer başka ekipmanları üretmekte kullanırlar. Zaman geçtikçe numeneraların kullanılışını öğrenen halk sayısı da bu sebepten dolayı artmıştır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki “halk” ve “insan” dediğimizde söz konusu olan bugün bildiğimiz anlamda insan ırkı değildir. Çağlar boyunca Dünya’ya başka boyutlardan ve gezegenlerden gelen ziyaretçiler buraya yerleşmiş, zamanla insan olarak anılmaya başlamışlardır. Bunun yanında mutant, genetik olarak tasarlanmış ve yarı-uzaylı gibi farklı ırklar bile sıkça “insan” olarak anılmaktadır. Bu da Dokuzuncu Dünya’nın halklarının genellikle ne kadar dar görüşlü ve şüpheci olduğu düşünülürse gayet şaşırtıcıdır aslında.
İngiliz bilim kurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın meşhur üçüncü yasası şöyle der: “Yeterince gelişmiş teknolojinin sihirden farkı yoktur.” Dokuzuncu Dünya’nın halkları için de durum tam olarak budur; önceki medeniyetlerden kalma teknolojiler, onu anlamayan ırklar tarafından çoğunlukla büyü olarak algılanmaktadır. Ancak numeneralar konusunda biraz daha bilgili olanlar bu kalıntıları üçe ayırır: artefaktlar, cypherlar ve oddityler. Artefaktlar genellikle daha büyük ve birden fazla kere kullanabilen, güçlü nesnelerdir. Cypherlar daha ufak, genellikli sınırlı kullanıma sahip olan ve şarjları bittikten sonra genellikle dekorasyon amacıyla kullanılan daha basit kalıntılara verilen isimdir. Oddityler ne cypherlara ne de artefaktlara benzerler ve açık bir kullanım alanları yoktur; onun yerine ilginç ve eğlendirici fonksiyonları olan ve ne yapacağı pek kestirilemeyen, adı gibi tuhaf kalıntılardır. Türleri ne olursa olsun, bu numeneraların çok azının gerçek amacı ve fonksiyonları kesin bir netlikle bilinmektedir. Bir jack’in kullandığı “bombalar” aslında eskiden güç kaynağı işlevi gören bir batarya olabilir ya da ışın yayan bir silah aslında boyutlar arası daha büyük bir makinenin ufak bir parçası çıkabilir.
Dokuzuncu Dünya’da keşfe ve maceraya çıkmak oldukça tehlikelidir; zira canlı ya da cansız, dokunduğu her şeyi içindeki nanitler sayesinde tamamen değiştiren Demir Rüzgâr gibi riskli doğa olaylarına sıkça rastlanır. Halk arasında genel inanış bu rüzgâra maruz kalanlar arasında en şanslı kişilerin hemen ölenler olduğudur. Ancak ortamdaki oksijenin aniden çekilmesi ya da yer çekiminin aniden yok olup geri gelmesi, havanın bir anda aşırı şekilde ısınması ya da soğuması gibi doğa olaylarının da Demir Rüzgâr’dan aşağı kalır yanı yoktur.
Bu tehlikelere atılmayı göze alan maceracılar da çoğunlukla standart sınıflandırmaların dışında kalmayı tercih ederler. Çoğu maceracı glaive, nano ya da jack olarak da bilinen üç sınıftan birine yakındır. Glaive, kendilerini fiziksel sınırların sonuna kadar zorlayan, kas gücüyle öne çıkan elit savaşçılara denir. Avcılar, muhafızlar ya da askerler genellikle bu gruba dahildir. En ağır zırhları ve en kudretli silahları kullanırlar; gruplarda genellikle başı çekenler glaive’dir ve sıradan halk tarafından da el üstünde tutulurlar. Nanolar kayıp çağların gizemlerini araştıran, yok olmuş medeniyetlerin kalıntılarını çağırarak beklenmedik etkiler yaratan ve zihnin gücünden beslenen bir nevi “büyücüler”dir. Kimi nanolar tanrıların elçisi ya da peygamberi olduklarını iddia ederler; Değişen Tanrı’nın da çok güçlü bir nano olduğuna dair söylentiler mevcuttur. Sıradan halk, nanoları bilinmezlikleri ve numeneralar üzerindeki hakimiyetleri nedeniyle kuşku ve korkuyla karşılamaktadır. Jack ise tam bu ikisinin arasında kalan, ikisinde de çok uzman olmasa da her konuda biraz bilgisi olan, eline geçirdiği her şeyden faydalanmaya bakan bir sınıftır. Özellikle de seçeneklerini arttıran cypher ya da artefaktlara düşkündürler ve her konudan biraz anladıkları için halk tarafından genellikle olumlu karşılanırlar.