Lorekeeper

KISA HİKÂYE – WARCRAFT: ÖLÜME SÜRÜYORUZ

“Mograine.”

Gün batımıydı. Ufuk menekşeye boyanmıştı. Gecenin soğuğu bastırıyor, nekropolisin etrafında kıvrılan buz gibi sisin kollarına karışıyordu.

“Mograine.”

Soğuk ona dokunmuyordu. Soğuk yalnızca yaşayanları rahatsız edebilirdi.

Yücelord Mograine, ne oldu?”

Darion Mograine, havada süzülen Acherus kalesini sarmalayan sisin içerisinden ileride uzanan Parçalanmış Adalar’ı görebiliyordu; Suramar’ın huzur veren ışıklarını, şer parıltısı çoktan sönmüş olan Sargeras’ın Kabri’nin solgun silüetini, Highmountain’ın uzaktan seçilebilen zirvesini… Sakindi. Sessizdi. Tıpkı Lejyon alt edildiğinden beri olduğu gibi.

“Mograine, hâlâ bizimle misin?”

Bir kılıç sıkıca ensesine bastırıldı. Tek bir bilek hareketiyle tüm dertleri son bulabilirdi. Darion Mograine başını çevirdi ve kılıcı tutan kadının bakışlarına karşılık verdi. “Şimdilik,” diye cevapladı.

“Nasıl emin olabilirim?” diye sordu Sally Whitemane; parıldayan gözleri kar beyazı saçlarının ardında durgundu. Yanında bir ork ve bir insan vardı. Araya girmek için herhangi bir hamlede bulunmuyorlardı. Akıllıca bir hareketti.

“Çünkü,” dedi Mograine, “Bolvar Fordragon’ı öldürebilmem için bana yardım etmenizi isteyeceğim.”

Mograine’in zihnindeki Varlık kıpırdamadı bile. Bu onu şaşırtmıştı ancak diğer üçünün tepkisi ilgisini daha çok çekiyordu.

Thoras Trollbane yüzünü ekşitti ve etrafa bakındı. Nazgrim bir ork küfrü savurup yere tükürdü. Whitemane yalnızca gülümsedi ve silahını indirdi. “Harikulade. Hayattayken Liç Kral’ı öldürmekten daha büyük bir arzum yoktu,” dedi.

“Her zamanki gibi pek komiksin, Whitemane” dedi Trollbane.

Mograine bakışlarını çevirdi. Gözleri adalara döndü ve huzurlu topraklara son bir bakış attı. Son bir sükûnet anı için. Ardından bunu aklından silerek, ruhundan geriye kalanları katılaştırarak gerçekliğe döndü.

Sükûnetin o anda ona bir faydası yoktu.

“Konuşmamız gerek. Yalnız Dört Atlı olarak,” dedi Mograine. Orka döndü. “Nazgrim, zahmet olmazsa…”

Ork, Acherus ekibine döndü ve adeta bir Orgrimmar eğitim çavuşu gibi kükredi. “Herkes dışarı. Kaybolun, hemen şimdi. Eğer beni bir daha söylemek zorunda bırakırsanız -”

Nazgrim onları dışarı sürerken diriölü hizmetkârlar itaatkâr bir biçimde ilerlediler. Hâlâ bir nebze de olsa aklı başında olanlar, orkun kendine has emir verme tarzına alışmışlardı. Zihinleri sağlam bir şekilde kaldırılmamış ve Dört Atlı olmasa yalnızca Azeroth’un başına bela olacak diğer Musibetler ise bu emirler bağrılsın, söylensin ya da iradeleri üzerinden iletilsin fark etmeksizin sorgulamadan itaat ediyorlardı.

Mograine, Nazgrim’in eğlencesini bölmedi. Pencerenin az ilerisinde bir komuta masası vardı. Yaşarken inancına hakaret olarak gördüğü rünlerle kaplı kılıcını kınından çıkardı ve masanın üstüne bıraktı.

Diğerleri de masada ona katıldılar; Nazgrim de birkaç dakika sonra aralarındaydı. Orkun parlayan gözleri neşeyle ışıldıyordu. Diriölü olmak her ruhun bazı şeyleri kaybetmesine sebep oluyordu ancak Nazgrim, hâlâ emir komuta sevgisine sahip olmaktan mutluydu. Bir general olarak ölmüş biri için anlaşılabilir bir durumdu.

Odaya sessizlik çöktü. Hiçbir varlık Dört Atlı’ya onları gizlice dinleyebilecek kadar yakın olmasa da bu durum onların yeterince güvende oldukları anlamına gelmiyordu. Bolvar edecekleri her kelimeyi zihinlerindeki Varlık üzerinden dinlemek istese Mograine onu durdurabilecekleri herhangi bir yol olacağından şüpheliydi.

Kahretsin, Bolvar, neden ne peşinde olduğunu açıklamazsın ki?

Mograine düşüncelerini toparlarken kılıcına baktı. “Bugün Liç Kral’dan bir şey geldiğini sezinlediniz mi?” diye sordu. Varlık’ı kastediyordu. “Bir emir, boş anındaki bir his, herhangi bir şey?”

Diğer üçü birbirlerine baktılar. İlk cevabı Trollbane verdi. “Hiçbir şey. Belki biraz öfke ama sonrası yok.”

“Hiçbir şey,” dedi Whitemane.

“Tekrar deneyin,” dedi Mograine. “Liç Kral’dan bir şeyler sezinlemeyi deneyin. Onun zihnine ulaşın.”

Whitemane meraklı bir bakış attıktan sonra gözlerini kapadı. Diğerleri de peşi sıra aynısını yaptılar. Onlar konsantre olmaya çalışırken dakikalar geçti. “Hâlâ hiçbir şey yok,” dedi Nazgrim.

“Hepiniz için durum aynı mı?” diye sordu Mograine. Diğer ikisi de onaylarcasına başlarını salladılar. “O zaman size gerçeği açıklayacağım. Bolvar, onunla yüzleştiğimde hiçbir soruma yanıt vermedi. Bizi neden dışladığına dair hâlâ bir fikrim yok. Kendisinden bir cevap bekledim ya da en azından Miğfer’in gücünü kontrol altında tutacağına dair bir söz… O ise reddetti. Ben de,” dedi Mograine bir an tereddüt ederek, “ona saldırdım. Daha doğrusu saldırmaya çalıştım. İrademi kontrolü altına alarak beni buraya dönmeye zorladı. Onunla yüzleşmemiz için bize meydan okudu. Hizmet etmeye yemin ettiğimiz Bolvar bu değil.”

Whitemane artık gülümsemiyordu. Hiçbiri gülümsemiyordu. Nazgrim gözlerini kıstı. “Zihnine hükmetti ve sonra gitmene izin mi verdi?”

“Evet,” dedi Mograine.

“Neden seni oracıkta yok etmedi ki?”

“Bilmiyorum,” diye cevapladı Mograine dürüstçe.

Nazgrim, Mograine’in duyamadığı bir şeyler mırıldandı.

Trollbane, zırh eldiveniyle kaplı parmaklarından birini masaya vurdu. Metalik ses odada yankılandı. “Bu bir tuzak mı?”

“Bilmiyorum,” dedi Mograine.

“Bu oldukça tuhaf, Mograine,” dedi Trollbane. “Bolvar ondan şüphelendiğimizi ve gözümüzün kolaylıkla korkutulamayacağını biliyor. Şimdiyse en büyük korkumuzu, eğer onunla zıt düşersek zihnimizin kontrolünü ele geçirebileceğini doğruladı. O bir ahmak değil. Bilinçli bir şekilde yapılmış gibi duruyor.”

Whitemane’in yüzünde bir anlığına alaycı bir gülümseme belirdi. “Bu bir tehdit. ‘İsteseniz de istemeseniz de bana itaat edeceksiniz.’”

“Belki öyledir,” dedi Mograine. “Belki de değildir.”

Nazgrim bir başka küfür savurdu. Mograine bunun kolaylıkla kabul edebilecekleri bir şey olmadığını biliyordu. Onlar Dört Atlı’ydı, diriölüleri kontrol altında tutabilen adamın en güvenilir yardımcılarıydı. Ancak aralarından hiçbiri Bolvar Fordragon’ı Mograine kadar uzun süredir tanımıyordu. Hiçbiri Bolvar’ın buzdan hapsini diriölü olarak kaldırılmadan önce görmemişti. Hiçbiri bu veya diğer dünyada yıllarca Bolvar’ı bu korkunç hizmetten kurtarabilecek bir yol aramamıştı. Hiçbiri Mograine gibi onun sesindeki hissiz, ifadesiz acının tonunu duymasına sebep olacak kadar Bolvar Fordragon’ın yiğit ve amansız ruhunun Miğfer’in karşı konuşamaz yozlaştırıcı gücü altında eriyip gittiğine şahit olmamıştı.

Ancak diğerleri de Dört Atlı olarak kaldırıldıkları andan itibaren Mograine’in endişelerini paylaşmaya başlamışlardı: Bolvar’ın Liç Kral’ın gücünü Lejyon’a karşı savaşmak için kullanma kararı -her ne kadar Miğfer’in gerçek potansiyelinin yalnızca ufak bir kısmını kullanmış olsa bile- asla kapatılamayacak bir kapıyı açmış olabilirdi.

“Hepiniz olağan dışı görev ve sadakat algılarınızdan ötürü Bolvar’ın Atlıları olarak konumlandırıldınız ancak sizden en büyük günahı işlemenizi isteyeceğim: ihanet etmenizi. Bolvar Fordragon’ı öldürmenizi istiyorum; ne yaptığını anladığımız için değil, aksine anlayamadığımız için. Onun yerine geçtiği canavara dönüşmesine izin vermeyeceğime dair yemin ettim ve bu yüzden başarısız olacak olsam bile harekete geçmeliyim.” Mograine masayı ve üzerindeki kılıcı işaret etti. “Bolvar bugün onun kontrolüne karşı koyamayacağımı kanıtladı. Eğer bana katılacaksanız kılıcım sizde kalsın. Bende duracak kadar güvenilir değilim.”

Kararları tereddütsüz verildi. “Kılıcını al, Mograine,” dedi Trollbane. “Önümüzdeki savaş için sana ihtiyacımız var.”

Nazgrim aynı fikirde olduğunu gösterircesine homurdandı. “Bu günün gelebileceğini biliyorduk. Seninle birlikte gideceğiz.”

Mograine, Whitemane’e baktı. “Ya sen?”

Whitemane sadece gülümsedi.

O hâlde karar verilmişti. Keşke bunu tek başıma yapabilseydim. Ölüm, Mograine’i -hepsini- fâni duyguların canlı renklerinden mahrum bırakmıştı. Yaşayanlar gibi sevgi, neşe veya öfke nedir bilmiyorlardı. Ancak Mograine bu diğer üç Atlı’yla birlikte Azeroth’un karşılaştığı en büyük tehdite karşı savaşmıştı. Çarpışmanın zorluklarından geçerken onların gözü pek ruhlarını ve amansız yüreklerini tanımaya ve takdir etmeye başlamıştı. Kader, görev ya da belki de sadece şans yüzünden Liç Kral’ın Dört Atlısı olmuşlardı.

Beraber acı çekmişlerdi, beraber savaşmışlardı, beraber kazanmışlardı. Bu yalnızca askerlerin bilebileceği bir bağdı.

Ve onları sonlarına götürüyordu. Hiç şüphe yoktu. Liç Kral’a bağlı dört kişi onu asla deviremezdi.

Ancak diğerleri de bunu biliyorlardı. Ve ona katılmak için tereddüt dahi etmemişlerdi. Bir anlığına bile.

Babasının kitabından bir pasaj aklına geldi: Kardeşlerim, şimdi savaşta bana katılın, şimdi zaferde bana katılın ve birlikte Işık’ın kucağına gidelim. Mograine onları bu ümitsiz görevden kurtartabilmeyi diledi. Aralarındaki bağ sebebiyle yapamayacağını biliyordu. Her ne olursa olsun.

“Öyleyse mürettebatı toplayın. Acherus’u yolculuğuna çıkarın,” dedi Mograine. “Kuzeyyarı’na gidiyoruz. Buztacı’na gidiyoruz. Son bir kez.”

—–

İttifak, Dazar’alor’u işgal etmişti. Zandalar kralını öldürmüş ve geri çekilmişlerdi. Sayısız İttifak ve Orda savaşçısının bedenleri şehrin sokaklarına yatıyordu. 

“Onurlu bir şekilde ölenlerin cesetlerini bana getirin,” diye emretti Liç Kral.

Öyle de yaptılar. Oldukça dikkatlice.

Orası Orda bölgesiydi; bu yüzden Nazgrim liderliği üstlenmiş, düşen kahramanların hikâyelerini toplamış ve adayları seçmişti. Orada yaşayan mezarların loasından gizlenebilmek için ellerinden geleni yapmışlardı zira topraklarında izinsiz avlandıklarını öğrenirse pek memnun olmazdı. Nazgrim saklanmayı başarmış olduklarından emin değildi.

Ardından Kul Tiras’a gitmişlerdi. Sonra Karasahil’e. Bulabildikleri her büyük savaş meydanına uğramışlardı. Düşenlerin bir kısmı derinlerden gelen karanlık dehşetler ile yüzleşmiş, bir kısmı ise vatan toprakları için çarpışırken ölmüştü. Bir kısmı düşenleri gömmekle yükümlü mezarcılara ve cenaze levazımcılarına rüşvet verilerek toplanmıştı, kalanlar ise basitçe korumasız mezarlardan çalınmıştı.

Çirkin, rahatsız edici bir işti. Nazgrim en nihayetinde Bolvar ile bu konuda yüzleşmişti. “Ölenleri vatanlarında ve atalarının ruhlarıyla huzura erdirmek daha iyi olurdu,” diye söylenmişti.

Liç Kral ise etkilenmemişti. “Onları ben alıyorum ki başkaları ele geçiremesin.”

Başkaları? Nazgrim, Mograine’e bunu sormuştu. Mograine kesin olarak bilmiyordu. “Bolvar’ın gözü Sylvanas Windrunner’ın üstünde,” diye tahminde bulunmuştu. “Onun niyetlerinden kuşkulanıyor.”

Windrunner’a karşı gelmek Nazgrim’i rahatsız etmemişti. Nihayetinde kendi ölümünde parmağı vardı ve asla kendisinin savaşşefi olmamıştı.

Cesetler, hisarın altında yer alan ve soğuğun çürümelerini engelleyeceği buz gibi depolara defnedilmek amacıyla Buztacı’na götürülmüştü. 

Liç Kral yalnızca Windrunner Orda komutasını terk ettikten sonra onları diriölü olarak kaldırmaya başlamıştı. Cansız cesetler birbiri ardına seğirmeye, titremeye ve acıdan, işkenceden ve güçten oluşan yeni varoluşlarına uyanmaya başlamışlardı.

Liç Kral bu yeni ölüm şövalyelerini tek bir basit vazifeyle karşılamıştı: “Ölümün gücü artıyor. Kalkın ve benim şampiyonlarım olun.”

Nazgrim onlara yeni güçlerini kullanmayı öğretebilmek için yıllarını harcamayı bekliyordu ancak neredeyse hepsi vatanlarına geri gönderilmiş, kendilerinden korkacak ve tiksinecek bir dünyada yollarını bulmaya zorlanmıştı. Nazgrim, yeni askerleri en azından onlara nasıl hayatta kalınacağını öğretmeyi denemeden savaşa göndermeyi hayal bile edemezdi. Bir gün Mograine’in Bolvar’a bu konuda meydan okuduğunu duydu.

“Arthas bile yeni kölelerini eğitiyordu,” demişti Mograine.

“Ben Arthas değilim,” demişti Bolvar. “Onlar da köle değil.”

“Aynen öyle,” demişti Mograine. “Biz lanetliyiz. Her gün acı çekiyoruz. Ve bulabildiğimiz tek huzur yaşayanlara ölümü ve acıyı tattırmakta. Arthas’ın sıkı kontrolü olmasaydı birçoğu başıboş kalacaktı. Bu ruhların bir kısmı dışarıda uzun süre dayanamayacak ve düşmeden önce masumlara zarar verebilirler.”

Bolvar’ın yanıtı soğuktu. “Gerekli bir risk.”

Ancak haftalar geçtikçe başka bir şey Nazgrim’i rahatsız etmeye başlamıştı. Görünüşe göre Musibet, Buztacı Hisarı’na doğru çekilmeye başlamıştı. Ölüm şövalyeleri uzaklara gönderiliyor olsalar bile Buztacı’ndaki Musibet safları giderek artıyordu. Nazgrim ilk olarak kar yığınlarını kazarak ve buradaki taze tozla üzerlerini örterek saklanan birkaç başıboş diriölü fark etmişti. Kısa süre sonra gördüğü her kar yığınına elini sokar hâle gelmişti – bazen içlerinde hiçbir şey olmuyordu ancak kimi zaman ise doğrudan kendisine bakan bir grup diriölü ortaya çıkıyordu. 

Bunlar aklı yerinde olmayan diriölülerdi. Ancak kendilerine emredildiğinde böyle bir şey yapabilirlerdi. Bolvar’a bunu sorduğunda “Seni ilgilendirmez,” yanıtını almıştı.

Nazgrim, diğer Atlılar’a bunu anlatmıştı. Onlar da en az kendisi kadar endişelenmişlerdi. Bolvar neden kendisini sorgulayabilecek diriölüleri uzak topraklara gönderirken bir yandan gizlice Musibet’i Buztacı’nda topluyordu?

Acherus yola çıkmıştı. Parçalanmış Adalar çoktan geride kalmış, yerini yalnızca yıldızlara, bulutlara ve mehtapta hafifçe aydınlanan denize bırakmıştı.

Uçan kale yıllardır ilk defa harekete geçmişti. Üst katlardaki diriölü mürettebata emirler yağdıran Nazgrim, uçup gidişlerini izleyen Suramar’daki shal’dorei halkının ne düşündüğünü merak etti. Highmountain’daki gözcülerin o anda Orgrimmar’a rapor iletip iletmediklerini, Kara Kılıçlar’ın harekete geçtiklerini anlatıp anlatmadıklarını merak etti. Orda’nın bu konuda ne yapabileceğini merak etti.

Akıllılarsa savunmalarını iki katına çıkarıp istilaya hazırlanırlar, diye düşündü Nazgrim. Eğer Acherus, Buztacı’na dönüyorsa bu sadece sorun demekti. Thrall, Orda Konseyi ya da her kim yetkiyi üstlendiyse bunu bilmeliydi.

Nazgrim, Lejyon’a karşı yürütülen savaş sırasında Orda içerisinde ne olduğuna dair anlatılan söylentilerden ve haberlerden kaçınmaya özen göstermişti. Meraklanmadığından değildi; tam aksine gereğinden fazla meraklanacağından korkmuştu. Zorba bir savaşşefini savunurken ölmüştü. Ölüm şövalyesi olarak kaldırıldığında ardından neler olduğunu duymuştu. Demir Orda. Lejyon’un geri dönüşü. Hepsi Hellscream’in gururunun sonuçlarıydı. Nazgrim’in sadakatinin sonuçları…

Yeminini yerine getirerek ölmüştü. Orda için ölmüştü. Ancak yine de sonuçları zihnini kemiriyordu. Bu yüzden de üzerine düşünmemeye çalışmıştı.

Nazgrim, Dördüncü Savaş sırasında Orda topraklarında uygun… askerler ararken Orda’nın sorunlarıyla ilgili bilgiler öğrenmekten kaçamamıştı. Halkının bir başka canavarı devirişini izlemişti ancak yardımını sunmasına izin verilmemişti. Az da olsa yardım etmek istediğini fark etmesi tuhaf bir histi.

Nazgrim gözleri sessiz ve hareketsiz rünocağına yöneldi. Savaş arifesinde olması gereken yozlaşmış menekşe rengi alevler yoktu. Üç Musibet hizmetkârı hareketsiz, başları öne eğik biçimde duruyorlardı.

İş başına,” diye kükredi. “Silahım savaşta kırılırsa siz alevleri canlandırıp ocağı ısıtırken saatlerce öylece durmamı mı bekliyorsunuz? Yine iş üstünde uyukladığınızı görürsem-”

Nazgrim’in sesi yavaşça kesildi. Üç hizmetkâr sözlerinden ziyade iradesinin emriyle çoktan çalışmaya başlamıştı. Mor alevler, rünocağında titreşmeye başladı. Nefesini boşa harcıyordu. Sana itaatsizlik edemeyecek birine emir yağdırmaktan hiç keyif alınmıyor, diye düşündü.

Arkasını döndü. Yapılması gereken başka işler vardı.

Nazgrim, Acherus’un alt katlarına indiğinde Thoras Trollbane’i kendisini beklerken buldu. İnsanların reverans adı verilen o tuhaf hareketinin alaycı bir parodisini yaparmışçasına dizlerini bükerek monoton bir sesle “Merhabalar, lordum,” dedi.

Aralarında uzun süredir devam eden bir şakanın mecburen parçası olması gerekiyormuş gibi davranan insan, bitap bir iç çekişle “Zug-zug, general,” diye karşılık verdi. “Mograine seni bulmamı istedi. Savaş başlayana kadar dördümüzden herhangi birinin yalnız kalmaması gerektiğini söyledi.”

“Neden?”

“Bolvar bizi durdurmaya çalışırsa diye. Öyle bir durumda birbirimizin yardımına ihtiyaç duyabiliriz.”

Liç Kral’ın Varlığı bilinçli zihinlerini dümdüz edip onları birer kuklaya çevirirse diye, demek istemişti. Nazgrim homurdandı. Öyle bir durumda bunun yaşanmasını engellemenin tek yolu kontrolü kaybetmeden birbirlerini öldürmekti. Kuzeyyarı’nda birçok Musibet ile çarpışıp öldürmüştü ve onların düşmeden önceki boş bakışlarını asla unutmayacaktı. Onlar gibi bir köle olmak yerine yeniden ölmeyi yeğlerim. “Sence yapar mı?”

“Henüz yapmadı,” dedi Trollbane sakince. “Belki de hiç yapmayacak. Ya da belki henüz Buztacı’na yeterince yakın değiliz. Eğer yaparsa ve sen de baltanı savuracak durumda olursan kellemi al, olur mu?”

“Önce beni göğsümden bıçaklarsan bir anlaşmaya varabiliriz.” Nazgrim insanın ön kolunu kavradı ve sıktı. Trollbane de aynı şekilde karşılık verdi. Görünüşe göre bu, Stromgarde askerleri arasında dostluğun simgesi olan yaygın bir hareketti. Eski insan kralı ile ork generali, geçmiş hayatlarından geriye kalan kinin üstesinden gelmeleri vakit almış olsa da gerçekten dost olmuşlardı. Nazgrim, insanlar tarafından yönetilen toplama kamplarında çok uzun vakit geçirmişti; Trollbane bu kamplardaki orkların hepsinin idam edilmesi gerektiğini açıkça savunmuştu.

Ancak Trollbane hatalı olduğunu kabul etmişti. Nazgrim, onun yönetimdeyken halkı tarafından çokça sevilmesinin ardında bu özelliğinin yattığını düşünüyordu.

Ebon Hold boyunca kaleyi havada tutmak ve ilerlemesini sağlamak için sayısız görevi olan birçok mürettebat üyesini teftiş ederken beraber yürüdüler. Nazgrim nihayet tüm gece boyunca aklını kurcalayan soruyu sordu.

“Eğer Bolvar’ı öldürmemiz gerekirse onun yerine Miğfer’i kim giyecek?”

“Bilmiyorum,” dedi Trollbane. “İlgi duyduğum bir taç değil.”

“Peki eğer son hayatta kalan sen olursan?”

Trollbane başını salladı. “Pek olası değil.”

“Yine de… O durumda ne yapardın?”

Trollbane durdu ve Nazgrim’e sert bir bakış attı. “Azeroth’u korumak için ne yapmam gerekirse onu. Öncelikle zafere odaklan, ork. Çoğumuzun hayatta kalacağından şüpheliyim.”

Nazgrim kısaca omuz silkti. “Bence Bolvar, Mograine’i Buztacı’nda öldürebilirdi. Ama yapmadı,” diye itiraf etti. “Belki bir parçası bizim gidip işini bitirmemizi istiyor. Belki de bunu yapmamıza izin verir.”

“Belki.” Trollbane’in bakışı Nazgrim’in gözlerine kilitlenmişti. “Ama bir önceki Liç Kral da dünyadaki en iyi savaşçıları kasıtlı olarak tahtına çekmemiş miydi? Güç bela kaçtıkları o tuzağa?”

Bir belirsizlik kuyusu bir anda Nazgrim’in ruhunda açıldı. Bunu düşünmemişti. Bolvar, Mograine’in dönmesine bu yüzden mi izin vermişti? Dört Atlı’nın tamamını gücünün doruk noktası olan Donmuş Taht’a çekip hepsinin iradesini tek seferde ele geçirmek için miydi?

Yo, diye kanaat getirdi bir an sonra. “Bolvar’ın amacı bu değil,” dedi Nazgrim.

“Kendinden emin görünüyorsun.”

“Öyleyim,” dedi Nazgrim. “Kuzeyyarı’ndaki savaş planlarını gördüm. Aynı stratejiyi iki kere kullanmayacak kadar zeki. Özellikle de ilk seferde başarısızlığa uğramışken.”

Trollbane bunun üzerine düşündü ve onaylarcasına başını salladı. “İyi dedin. Ancak bu, her ne planlıyorsa hazır olmadığımız anlamına geliyor.”

İşin gerçeği de buydu. Nazgrim’in içindeki belirsizlik, diriölü yaşamında korkuya en yakın olabilecek şeye, dehşete evrildi. Mograine açıklamasını yaptığı andan beri dördünün birden Liç Kral tarafından muhtemelen yok edileceğini biliyordu. Sıkıntı değildi. Daha önce de savaşta ölmüştü. Daha kötü şeyler var, diye düşündü. Unutulmak, köleliğe nazaran tercih edilebilir bir şeydi.

Nazgrim’in içini düğümleyen şey bilinmezlikti. İki kararlı ordu Liç Kral’a karşı saldırı gerçekleştirmiş ve neredeyse kaybetmişti. Dört savaşçının ne gibi bir ümidi olabilirdi? Mograine, Miğfer’in etkisine karşı savunmasız olduklarını doğrulamıştı. Başarısız olurlarsa en son savaşta paramparça olmuş olan Orda ve İttifak orduları başladıkları işi bitirecek sayıya sahipler miydi?

Bilinmezlikler. Belirsizlikler. Nazgrim hâlâ Bolvar’ın düşmanları olmadığına dair akılalmaz bir hisse sahipti ve bu onu endişelendiriyordu. Belki de hükmü ciddi derecede kusurluydu. Ancak yine de geri dönmelerini teklif etmeyecekti. Bu yüzleşme o ya da bu şekilde tüm sorularının cevabını verecekti.

“Onu öldürmekte tereddüt edecek misin?” diye sordu Nazgrim.

“Azeroth’u korumaya yemin ettim, Bolvar’ı değil,” dedi Trollbane basitçe.

Ork, devriyesine devam etti. Trollbane yanında ona ayak uyduruyordu.

Acherus’un balkonlarından birine vardıklarında kuzeybatı göğünü kaplamış bulutları gördüler. Buztacı ufkun ötesinde o taraftaydı. Nazgrim bunu hissedebiliyordu. Gözleri bağlı hâlde bile o sabit ve değişmez, adeta görünmez bir deniz fenerini andıran yeri gösterebilirdi. Mograine döndüğünden beri Varlık’ı hafif bir kıpırdanmadan öte sezmemişti. Liç King kendini onlardan tamamen koparmış gibiydi.

Yine de oradaydı. Bekliyordu.

“Geldiğimizi biliyor olmalı,” diye düşündü Nazgrim.

“Katılıyorum.”

“Sen onunla benden daha çok konuştun,” dedi ork. “Bolvar’ı gerçekten yitirdik mi? Yoksa onu kurtarmanın hâlâ bir yolu var mı?”

Trollbane bir süre hiçbir şey söylemedi. Nazgrim herhangi bir yorumda bulunmadan adamın düşüncelerini toparlamasına izin verdi. Nihayetinde Trollbane sakince konuştu. “O, korkunç bir görevi olan bir lider. Zannımca bu görev onu ezene kadar tek başına taşımaya niyetli.”

—–

Thoras Trollbane, Donmuş Taht’ın önünde tek başına duruyordu. Yukarısında, Buztacı Hisarı’nın zirvesinde Hüküm Miğferi’nin ve onu çevreleyen mavi buzun içinden bir çift alevli gözün parıltısı yayılıyordu.

Liç Kral’ın keşfedilmemiş derinlikler gibi pes sesi, Trollbane’in zihninde Varlık üzerinden konuşuyordu. Haftalardır ilk defa yapıyordu. “Defol, Trollbane. Bugün tavsiyelerine ihtiyacım yok.”

“Belki yoktur,” dedi Trollbane sesini yükselterek. Yine de basamakları çıkmaya devam etti. “Yine de seninle konuşacağım.”

Çıktığı her basamakla birlikte Bolvar’ın öfkesinin büyüdüğünü hissedebiliyordu. Varlık’ı üzerinden adeta açık bir yara gibi sızlayıp duruyordu. Dikkatli ol, anlamına geliyordu.

Trollbane hayattayken Bolvar Fordragon’ı tanımamıştı. Stromgarde kralı olduğundan azmi ve asil ruhu sayesinde paladin eğitimcilerini hayran bırakan Fordragon çocuğunu duymuştu. Belki katıldıkları ortak bir saray faaliyeti olmuştu ama hiç konuşmamışlardı. Bolvar hakkında bildiği tek şey kendisi diriölü olarak kaldırıldığından beri deneyimledikleriydi: Kendini adamış, sarsılmaz ve gözü pek bir adamdı. Paladin iken en iyilerinden biri olmalıydı. Lanetlilerin Gardiyanı olması ise dertlerini tartışmak istemediği anlamına geliyordu. İnatla yükünü tek başına omuzlamakta ısrar etmişti.

Trollbane, zirveden birkaç basamak aşağıda durdu. Merdivenin tepesinde durup Bolvar’ın tahtı üzerinde belirmek istemiyordu. Buz kozası Bolvar’ın gözlerini ve bedeninde alevler yüzünden oluşmuş turuncu yaraları örtüyor olsa da bu ikisi tahta belli belirsiz, tüyler ürpertici bir parıltı katıyordu. Trollbane, teninin üstündeki buzun damarlarındaki ejderha ateşini yatıştırıp yatıştırmadığını merak etti. Belki durumu daha da kötüleştiriyordu.

“Bolvar,” dedi Trollbane, “biz senin hizmetkârların değiliz. Öyleymişiz gibi davranmayı kesmenin vakti geldi de geçiyor.”

Buzun altındaki anlık turuncu ışık parıltısı, Bolvar’ın Varlığı üzerinden hissedilen rahatsızlık titreşimiyle örtüşüyordu. “Yani. Seni Mograine gönderdi.”

“Hayır. Ama Mograine bağı kopardığını da saklamadı.”

Soğuktu. Tereddütsüzdü. “Ona söyleyecek hiçbir şeyim yok. Sana da.”

“Hepimizi kaldıracak kadar bize güvendin. Bizi Atlılar’ın yapacak kadar,” dedi Trollbane. “Bizim de sana güvenmemiz gerek. Bizden bir şeyler gizliyorsun.”

Öfkesi yükseliyordu. “Sana nasıl bir derdimi dökeyim?”

Trollbane ellerini açtı ve sakince işaret etti. “Burada bir ordu topluyorsun. Satranç taşlarını yerlerine oturttuğunu hepimiz görebiliyoruz ancak amacını kavrayamıyoruz. Bize planlarını anlat ve biz de sana yardımcı olalım.”

“Ölürsünüz. Bu bana hiç yardımcı olmaz.” Bolvar, çocuğuna kızmış bir babanın küçümseyen tavrıyla konuşuyordu. Trollbane bunu deneyimleyeli çok ama çok uzun zaman olmuştu.

“Eğer askerleri hazırlıksız bir şekilde savaşa gönderirsen, evet, muhtemelen öleceklerdir,” diye onayladı Trollbane. “Ve biz de kesinlikle hazırlıksızız. Ne değişti? Bizi kendinden uzak tutmaya zorlayan güç ne?”

“Sylvanas Windrunner.”

Thoras Trollbane duraksadı. Windrunner mı? Liç Kral, Dördüncü Savaş başladığından beri onunla ilgilenmiş, Dört Atlı’nın onun nerede olabileceğine dair duyacakları tüm söylentileri raporlamalarını istemiş ancak onu kendi başlarına avlamalarını kesinlikle yasaklamıştı. Ancak Bolvar aynı zamanda Dört Atlı’ya Sylvanas’ın Miğfer’e karşı onu hor görmekten başka bir şey göstermediğini de söylemişti. “Ne olmuş ona?”

“Onun savaşı, yaşam ile ölüm arasındaki dengeyi altüst etti. Ölüm ziyafet çekiyor ve Miğfer’in gücü taşıyor,” dedi Bolvar. “Lejyon dünyamızı bir ölüler mahzenine çevirdi, yine de o zaman bile bu tarz bir şey hissetmemiştim.”

Trollbane hâlâ Bolvar’ı rahatsız eden şeyin ne olduğundan emin değildi. “Sylvanas ne yapmaya çalıştıysa çalışsın başarısız oldu.”

Trollbane, Bolvar’ın öfkesinin akkor gibi alevlendiğini hissetti ancak onun her şeyden öte kendisine kızgın olduğuna dair tuhaf bir hisse kapılmıştı. “Onun kendisinin başarısız olduğuna inandığına dair herhangi bir işaret görüyor musun?”

Bulutla kaplı gökyüzü gün doğumunu saklıyordu ancak şafağın kasveti, güç bela görülen Dragonblight sahilindeki uçurumları ve yıkılmakta olan harabeleri ortaya çıkarmıştı. Buztacı Hisarı’nın görülmesine daha saatler vardı.

Sally Whitemane, göz ucuyla dikkatlice Darion Mograine’i inceledi. Mograine kendini tüm gece komuta işleriyle meşgul etmiş, Acherus mürettebatına kuşatma hazırlıkları için kısa ve sert emirler yağdırmıştı. Şimdiyse gözlerini kıpırdatmadan bir Kuzeyyarı haritasına bakıyordu. Muhtemelen düşüncelerinde kaybolmuştu.

Böyle olmaz, diye kanaat getirdi Whitemane. Eğer Mograine dikkatini bekleyen korkunç görevden uzaklaştırıyorsa Fordragon’ın kontrolüne karşı savunmasız hâle gelebilirdi. “Önceki Liç Kral seni kuklası yaptığında bu nasıl bir histi?” diye sordu.

Mograine ona baktı. “Dua et ki öğrenmezsin.”

“Korkunç hatıraları gündeme getirmeye çalışmıyorum,” diye yalan söyledi, “ama Fordragon bizim geldiğimizi biliyor olmalı. Eğer irademizi bizden çalmaya çalışacaksa direnmeye hazır olmalıyız. Işık’ın Umudu’nda Arthas’ın kontrolünden nasıl kaçtın? Nasıl özgür kaldın?”

Yücelord gözlerini kıstı. “Serbest kaldığımda kutsal topraklardaydım. Haklı öfkem Arthas ölene dek beni bir arada tuttu.”

“Yani. Işık ve öfke. Bunlardan herhangi biri bize şimdi yardımcı olacak mı?” diye sordu Whitemane sesini yükselterek. Yapabilirse öfkesini uyandırmak istiyordu. Kendisi diriölülüğe kaldırıldığı andan beri nefretle dolmuştu. Tüm hayatını diriölüleri ortadan kaldırmak için adadıktan sonra onlardan biri olmak bilhassa acımasız bir ironiydi. Yine de görevlerini kabullenmişti. Kişisel hoşnutsuzluğu ne olursa olsun karanlık gücünü Azeroth’u korumak için kullanmıştı. Mograine kendisiyle ne kadar ters düşerse düşsün çektiği acıların anlamsızlaşmasına izin veremezdi.

“Bugün son çare olmadığı sürece Işık’ın yardımını istemeyeceğim, ölüm şövalyesi,” dedi Mograine soğukça. “Gerçekten şanslıysan Işık yozlaşmış tenini kora döndürerek cevabını verecektir. Güven bana: hoş bir ölüm değil.”

Whitemane onun bu konuda da kendi deneyimleri üzerinden konuştuğunu biliyordu. “Senin hakkında şüphelerim var, Yücelord,” dedi. “Bolvar’ı öldürme vakti geldiğinde bocalayabilirsin.”

Mograine bakışlarını masaya geri çevirdi. “Onu öldürmek senin için çok kolay olacak o zaman?”

Whitemane gülümsemesi geri dönerken dişlerini gösterdi. “Liç Kral’ı öldürme arzumun şakasına söylendiğini mi düşünüyordun?”

“Hayır.” Kuzeyyarı haritasına bir anlığına daha baktıktan sonra onu öteledi. “Bolvar’a karşı bir öfkem yok. Yalnızca pişmanlıklarım var. Ancak görevimi yerine getireceğim. Ona bunun sözünü verdim,” dedi.

Mograine’in gözleri bir anda yuvalarından fırladı. “Ne-?” diye söze başladı.

Whitemane de bir an sonra hissetti.

Zihnindeki Varlık, Liç Kral ile arasındaki o bağ artık sessiz değildi.

Bir anlığına alev almış gibi hissettirdi. Hayır. Whitemane’in hissettiği şey ısı değildi. Liç Kral’ın Varlığı’nı yavaşça sarmalayan ayazın yakıcı soğuğuydu.

Oluyor. “Yücelord, bu -?”

“Evet,” dedi Mograine. “Arthas’ın hissettirdiği de buydu. Miğfer’in gücü. Bolvar artık onu zapt etmiyor.”

“O düştü mü?” diye sordu Whitemane.

“Evet,” dedi Mograine. Whitemane onun yumuşak, kederli bir tonda konuştuğunu duydu. “Bolvar, anlamıyorum…”

Işık aşkına, ben de hissedebiliyorum, diye düşündü Whitemane. Bolvar, diriölülüğün yozlaştırıcı lanetini, yaşamın kendisinin özünü tüketmeye çalışan o aç ve hevesli çürümüşlüğün nehrini en saf hâliyle kucaklamıştı.

Eğer Whitemane’in herhangi bir şüphesi kaldıysa da yok olup gitmişti. Liç Kral’ın derhâl ölmesi gerekiyor. Varlık üzerinden gücünün zayıf hissini, adeta soğuk bir bardağın üzerindeki su damlalarının boncuk gibi akışına benzer şekilde zihninden geçip kırılmış ruhuna sıçrayışını sezebiliyordu. Bolvar onları korumaya çalışsa -hatta korumak istese– bile birkaç gün buna maruz kalmak, Dört Atlı’nın da onun gibi kaybolup gitmesine sebep olabilirdi.

Mograine’in ifadesinin sertleştiğini görmek onu rahatlattı. İşte, diye düşündü Whitemane, yücelord sonunda savaşa hazır.

Mograine, Kuzeyyarı’na baktı ve göğüs zırhını yumrukladı. “Artık başka seçeneğimiz yok,” dedi. “Geri dönüş yok. Eğer gün batımında Bolvar hâlâ Liç Kral olarak kalırsa onu durdurabilmenin yolu kalmayabilir.”

Mograine sesini yükseltti ve sözlerinin Acherus boyunca yankılanmasına izin verdi. “Azeroth için! Yaşayanlar için! Ve birbirimiz için: Bolvar’ı öldürmeye gidiyoruz.”

—–

Bir gün öncesinde Darion Mograine, kılıcını çekmiş ve ruhunda fırtınalarla kaplı biçimde Donmuş Taht’a yaklaşmıştı.

“Bolvar,” diye seslenmişti. “Konuşmamız gerek. Derhâl.”

Bir cevap gelmemişti. Buz gibi bir rüzgâr hisarın zirvesini kamçılamış, Mograine’in zırhını boylu boyunca buzla dövmüştü. Bolvar’a giden ilk basamağı çıktı. Liç Kral’ın kendisine bakıp bakmadığını çıkaramıyordu. Bolvar’ın saran buz her zamanki berraklığından yoksundu. 

“Bolvar, sana bir söz verdim.” Mograine yukarı doğru bir adım daha attı. “Hatırlıyor musun?”

Hâlâ bir yanıt yoktu. Bolvar hâlâ ona bakmıyordu. Mograine içinde yükselen ızdırabın boğazında düğümlendiğini hissetti. Diriölülüğe taşınan tüm duygular içerisinde bana hüzün verildi, diye düşündü kederle. Tırmanmaya devam etti.

“Senin Arthas gibi olmana izin vermeyeceğime yemin ettim.” Bir adım daha. Bir şey söyle, Bolvar, diye düşündü Mograine. Bunu yapmama izin verme.

Mograine bir adım daha attı ve neredeyse kaydı. Basamakların üzerindeki ince su akıntıları çizmelerinin yanından akıp gidiyordu. 

Mograine anlamıyordu. Bu su da nereden geliyordu?

Çizmeleri her adımda su saçarken son birkaç basamağı hızlıca çıktı. Tam Donmuş Taht’ın önünde durdu. Gözleri büyüdü.

Liç Kral’ı saran buzlar eriyordu. Üçte biri çoktan gitmiş gibiydi.

“Bolvar”, diye fısıldadı Mograine. “Ne yapıyorsun?”

Nihayet iki turuncu göz kendi gözleriyle buluştu. “Tek başına gelmen aptalcaydı, Mograine.”

Evet. Aptalcaydı. Mograine, Bolvar’ın bir ultimatoma karşılık verebileceği umuduyla gelmişti; Liç Kral’ın tahtını terk etmeye hazırlandığını bulmaya değil.

Onunla yüzleşmek için gereğinden fazla bekledim, diye düşündü Mograine. Daha kötüsü Bolvar’ı bunu yapmaya zorlamış bile olabilirdi.

“Miğfer’in ayartmalarına kapılıp kapılmadığını bilmemiz gerekiyor,” dedi Mograine. “Yıllardır Lanetlilerin Gardiyanı olmaya dayandın.”

“Öyle mi?” Bolvar sakindi. Fazla sakindi. “Miğfer’in gücünü zapt ederken onun asıl amacını görmezden geldim.”

Amaç mı? “O her ne ise durdurmana yardımcı olabiliriz. Ancak her ne olursa olsun kendini Miğfer’in gücüne teslim edemezsin, Bolvar. Sonuçlarını biliyorsun.”

“Yok ettikleri çorak bir dünyada ilerleyen ölü ordular. Hayatın Azeroth üzerinde yitişi.”

“Evet,” diye fısıldadı Mograine.

“Peki bunu kim durduracak, Yücelord?”

“Bir Liç Kral ile savaştım,” dedi Mograine. “Bir tanesiyle daha savaşacak gücüm var.”

Varlık, gaddar bir neşeyle çaktı. “Bu gece beni öldürüp yerime geçersen saltanatının kısa süreceğini görürsün, Mograine.”

Bu ne anlama geliyordu? “Şimdi de benimle dalga mı geçiyorsun? Ne senin miğferini ne de tahtını istiyorum. Sayısız kişinin kaderine hükmetmeyecek olsa bu kahrolası hisarın tamamını ve içindeki her bir yaratığı da yıkar geçerdim.” Mograine, Buztacı’nın etrafındaki tüm tahkimatı işaret edecek şekilde kolunu savurdu. “Sana yardım edebilirim. Dördümüz birden edebiliriz. Yükün her ne olursa olsun.”

“Ölürsün. Dördünüz de ölürsünüz.”

“O zaman ölürüz!” diye kükredi Mograine. “Birimizin bile tekrar ölmekten korktuğunu mu sanıyorsun? Azeroth’u tehdit eden herhangi bir düşmana karşı birlikte ilerleyeceğiz. Ve eğer düşersek karşılığında onlara yüz katını ödeteceğiz.”

“Evet, umuyorum yaparsınız,” dedi Liç Kral.

Liç Kral’ın başının üstündeki buzda bir çatlak belirdi. Bolvar’ın yüzündeki buzda, boynundaki çentikli çizgiyi takip eden küçük bir yarık açıldı. Büyük bir buz parçası, rüzgârda savrulan küçük kristallere dönüşecek şekilde Mograine’in ayaklarının dibine düştü. 

Mograine gerildi. Buzun üstünde artık Bolvar’ın boynunu açığa çıkartan bir boşluk vardı. Kılıcımın temiz bir darbesi yeter, diye düşündü.

Ama bir şeyler tersti. Bolvar sanki bunu yapması için onu kışkırtıyor gibiydi. Mograine bir anlığına gözlerini kapadı. Düşüncelerini topladı.

Ve kılıcını savurmaya karar verdi.

Ama kasları kıpırdamadan önce Varlık tepkisini gösterdi. Mograine bir anda hareket edemez hâle geldi. Bolvar’ın iradesi onu durduruyordu.

Mograine, bir zamanlar Arthas’ın dizginlerinden kurtulduğu gibi Bolvar’ı da silkeleyebilmek için zihninde vahşice çırpındı. İşe de yaradı. Bir şey çözülmüştü. Bolvar, Mograine’in ruhu üzerindeki kavrayışını tam olarak sağlamlaştıramamış gibiydi. 

Mograine tereddütsüzce kılıcını Bolvar’ın boynuna doğru savurdu.

Varlık, baskısını sıklaştırdı. Mograine’in kılıcı ellerinden düştü.

Kılıcı Liç Kral’ın tahtının hemen önündeki buz ve su üzerinde sekerken ümitsizlik Mograine’in üzerine çöktü. Varlık onun benliğini sıkıca tutuyor, çelikten daha güçlü zincirlerle onu Bolvar’ın iradesine bağlıyordu. 

Başaramadım.

“Kılıcını al, Mograine. Ona ihtiyacın olacak.” Varlık, üzerinde artık tam anlamıyla hakimiyet sağlamıştı. Mograine, Miğfer’in yarattığı hapishanenin içinde kapana kısılmıştı, kolları kılıcını alelade bir biçimde kaldırıp kınına yerleştirirken kendi isteğiyle hareket edemiyor veya konuşamıyordu. “Şimdi yürü.”

Mograine’in ayakları itaat etti. Varlık onu Donmuş Taht’a sırtını dönmeye ve merdivenlerden geri inmeye zorladı. Bolvar – yo, Bolvar’ın dile getirilmemiş iradesiyle uyumlu bir biçimde Mograine– Acherus’a bir ölüm geçidi açtı. “Seni kendi aracım olarak geri gönderebilirim. Diğer üçü seni orada bekliyorlar, değil mi? Onlar nihayetinde seni öldürene kadar kaç tanesini indirebilirsin?”

Bir umut pırıltısı. Yap bunu. Beni geri gönder, diye düşündü Mograine.

Bolvar bunu fark etti. “Anlıyorum. Orada seni bekliyorlar. Whitemane kendin olarak geri dönmeyeceğinden şüpheleniyor. Bunun için hazır olacaklar. Güzel.”

Ölüm geçidi etkinleşti. Kara menekşe rengindeki sis, Mograine’den az daha uzun olacak şekilde bir piramit oluşturdu.

Varlık, Mograine’i ona doğru yürümeye zorladı.

“Tek başına geri dönme, Mograine,” dedi Bolvar. “Yalnızca dördünüz birken Miğfer’in hükümdarını öldürme şansınız olacak. Elveda.”

Mograine, Acherus’a giden geçide adım attı. Ve sis de ardında kaybolup gitti.

Böylece Bolvar’ın kontrolü de kalktı. Varlık yine uykuya dalmıştı. Sessizdi. Doğru anda saldırmak için bekleyen bir engerek gibi ruhunda pusuya yatmıştı.

Mograine, başı elleri arasındayken dizleri üzerine çöktü. Özgürdü ancak kendini hiç olmadığı kadar kaybolmuş hissediyordu.

Vakit neredeyse gelmişti.

Önceden bir saldırı planı üzerine anlaşmışlardı. Eğer Bolvar derhâl teslim olup Miğfer’i çıkarmazsa Acherus tüm saflarını bombardımana tutacak, Dört Atlı’nın doğrudan Liç Kral’ın kendisine yapacağı saldırı için yolu açacaktı. Sonrasında olacaklar için aralarından kaçının Liç Kral’ın kontrolüne direnebileceğine bağlıydı. Tabii herhangi biri dinerebilirse.

Ancak Varlık o anda değişmişti. Bolvar’ın etkisini daha fazla hissedebilecek kadar yakınlardı. Buztacı Hisarı’na muhtemelen daha bir saatlik yolları vardı, Donmuş Taht’ı kendi gözleriyle görmekten çok uzaklardı ancak gökyüzündeki bulutlar tehditkâr silüetini seçebilecek kadar açılmıştı.

Ve şimdiyse zihinlerinde bir şeyler görüyorlardı.

İlk Mograine fark etti. Tuhaf bir sahne zihninde belirdi: Bolvar’ın Musibeti’nden biri yere düştü, bedeninde kara dumanla çevrilmiş bir ok saplıydı. Birkaç dakika sonra Donmuş Taht’ın önünde dağılmış düzinelerce Musibet vardı. Ardından düzinelerce dahası…

Buztacı’nda bir çarpışma dönüyordu. Varlık üzerinden bunu görebiliyorlardı. Hayır – Bolvar onlara gösteriyordu. Dört Atlı sessizde Acherus’ta durup uzaktaki kuleyi izliyorlardı. Dakikalar geçerken görüntüler daha berrak bir hâl aldı.

Whitemane bir an nefesini tuttu. “Windrunner. Bolvar, Sylvanas Windrunner ile çarpışıyor.”

Bunu dediği anda Mograine de görmeye başladı. Parlayan gözlerini. Yüzündeki taze yarayı. Gerçekten Sylvanas’tı. Miğfer için gelmişti.

Ve o anda Mograine anladı.

“Yalnızca dördünüz birken Miğfer’in hükümdarını öldürme şansınız olacak,” demişti Bolvar.

Hükümdarı öldürmek demişti. Beni öldürün değil. Zira belki de Miğfer artık ona ait olmayacaktı.

Onun geleceğini biliyordu, diye fark etti Mograine. Bolvar, Windrunner’ın Miğfer için ona meydan okuyacağını tahmin etmişti. Ve Miğfer’i onu durdurmak için kullanmayı planlamıştı çünkü Sylvanas, Liç Kral’ın gücünü sırf etkisiz hâle getirmek için ele geçirmeyecekti.

Fakat Bolvar bunun sonuçları olacağını da biliyor olmalıydı. Miğfer’i kullanmanın yalnızca tek bir sonu vardı: ölü bir dünya. Onun gücünü teslim aldıktan sonra yozlaştırmasına bir ay, bir hafta ya da bir dakika karşı koymanın bir önemi yoktu. Her şekilde aynı sonuçlanacaktı. Azeroth düşecekti.

Tabii Azeroth’u savunmaya yemin etmiş dört şövalye onu Windrunner ile yaptığı savaştan sonra zayıflamış hâliyle durduramazsa. Windrunner kazansa bile Miğfer’in gücü karşısında acemi olacaktı. Kısa bir süreliğine dahi olsa savunmasız kalacaktı.

Bolvar, Mograine’i ve Dört Atlı’nın geri kalanını tam da saltanatının sona ereceği anda gelip öldürmeleri için kışkırtmıştı. Ve hepsini –tüm yeni ölüm şövalyeleri de dâhil- elinden geldiğince kontrolünden uzaklaştırmıştı. Böylece kim kazanırsa kazansın Dört Atlı’nın bir şansı olacaktı.

Trollbane, gözlerini Mograine’e kenetledi. “Bu bizim için bir şey değiştirir mi?” diye sordu.

Mograine diğerlerine döndü. “Hayır. Bu hiçbir şey değiştirmez. Görevimiz aynı.” Sonra Buztacı’na geri baktı. “Bolvar bu günün geleceğini biliyordu. Ya o kazanacak ya da yeni bir Liç Kral olacak.”

“Kraliçe,” dedi Whitemane.

“Aynen öyle.” Bolvar, keşke bana bunu anlatacak kadar güvenseydin. Ama hayır. Mograine orada olup birlikte Sylvanas’a karşı savaşmak için üstelerdi. Diğerleri de. Donmuş Taht’ın önündeki cesetlere bakılacak olursa dördü de ölürdü. “Bizim bu anda burada olmamızı istedi ki savaş bittikten sonra kazananın işini bitirebilelim. Onun irademize nasıl hükmedeceğini öğrenme şansı olmadan önce.”

Nazgrim bir an bunu düşündü. “Birimizin onun yerini alması gerekecek.”

Bu ifadeden sonra uzun süre sessizlik hüküm sürdü. Whitemane’in gözleri, aralarından herhangi biri bu görevi edinmeye istekli mi diye anlamaya çalışıyormuşçasına bir Atlı’dan diğerine kayıyordu.

Uzaktan gelen, gök gürültüsünü andıran bir ses dikkatlerini tekrar Buztacı’na çevirdi. Varlık titredi. Bolvar’ın soğuk, yozlaşmış kararlılığı şimdi çaresizliğe saplanmıştı.

Mograine zihninin içinde oldukça net bir şekilde Sylvanas’ın kolunu Bolvar’ın başına doğru uzattığını gördü.

Sonrasında acı vardı. Hepsi için acı. Adeta kafataslarına saplanan bir bıçağın ağzı gibi keskindi. Mograine haykırdı ve kendi miğferini Komuta Odası boyunca fırlattı; avuçlarını sanki acıyı söküp çıkarabilecekmiş gibi şakaklarının derinliklerine bastırıyordu ancak diğerlerinin de haykırdığının belli belirsiz farkındaydı.

Birkaç dakika sonra acı öylesine kesin bir şekilde kayboldu ki Mograine, başı hâlâ ellerinin arasındayken rahatlayarak dizleri üstüne çöktü. Herhangi birinin konuşabilmesi zaman aldı.

“Varlık nerede?” diye sordu Nazgrim gerin bir sesle.

Mograine anlamamıştı. Cevap vermedi. Acının yokluğunun keyfini çıkardı. Harika bir histi.

“Bolvar nerede?” diye tekrar sordu ork. “Onu hissedemiyorum.”

Haklıydı. Bolvar’ın Varlığı gitmişti. Hayır, gitmemişti. Bomboş, diye fark etti Mograine. Kontrol aracı hâlâ oradaydı. Ancak… sahipsizdi. Tıpkı Arthas’ın mağlubiyetinde hissettiği gibi.

“Sylvanas, Miğfer’i aldı,” dedi Mograine. Diğerleriyle gözlerini kenetledi. “Şimdi hedefimiz o.”

Whitemane burnundan soludu. “Anlaşıldı.”

“Peki ya Bolvar?” diye gürledi Nazgrim.

Trollbane, Mograine’e baktı. “Onun artık Liç Kral olduğunu düşünmüyorum. Yapabilirsek onu kurtaracağız,” dedi.

“Katılıyorum,” dedi Mograine.

Trollbane’in ötesine, Acherus’un diriölü mürettebatına baktı. Birçoğu hareketsizdi. Aklı başında olanlar sersemlemiş bir şekilde etrafa bakınıyorlardı; bilinçsiz olanlar ise boşluğa bakıyor ve seğiriyorlardı.

Her zaman bir Liç Kral olmalıdır.

Acherus mürettebatının büyük bir kısmı -ve Kuzeyyarı’ndaki Musibet’in geri kalanı- kısa süre sonra akıldan yoksun, kontrolden çıkmış bir şiddete kapılacaktı. Eğer Sylvanas Miğfer’i giyerse Acherus’un yaklaştığını hissedecekti. Dört Atlı’nın niyetini hissedecekti. Mograine onun kendilerini durdurabilmek için iradesi altına almaya çalışacağından şüphesi yoktu. Başarısız olsa bile Musibet’in geri kalanıyla çarpışmamız gerekecek.

Uçan kalenin derinliklerini işaret etti. “Buztacı’ndan Acherus’un mürettebatını kontrol altında tutabilecek kadar uzakta olabiliriz. Onları hazırlayın. Bu tek şansımız olacak-”

Ve sonra durdu, ağzı hâlâ sessizce hareket ediyordu. Zihnindeki Varlık değişiyordu. Bu sefer acı verici değildi. Hem de hiç. Mograine daha önce böylesi bir şeyi hiç ama hiç hissetmemişti. Arthas düştüğünde bile.

Eğer Varlık kontrol ve güç aracıysa sanki bu araç dağılıyormuş gibi hissetti. Parçalara ayrılıyormuş gibi. Mograine anlamadı. Ancak… özgürleştirici bir histi. Adeta zihni önceden zapt edilmiş ve şimdi zincirler bir bir kayıp gidiyormuş gibiydi. Adeta ne kadar sıkı bir şekilde kontrol altında olduğunu daha önce hiç fark etmemiş gibiydi.

Nazgrim bir anda haykırdı. “O ne yapıyor?”

Mograine, tam da gökyüzünün parçalandığını göreceği anda Buztacı’na baktı.

Bir şok dalgası Acherus’a çarptı ve Mograine neredeyse dengesini kaybetti. Uçan kale havada bir ileri bir geri savrulurken Nazgrim onun kolunu kavradı ve onu dengeledi.

“Sabitleyin!” diğer bağırdı Mograine. “Acherus’u sabit tutun!”

Mürettebatın bir kısmı emirlerine karşılık verdi. Yine de kale gökten düşecek gibi hissettirdi. Sonra dengelendi. Eğer bir anlığına rahat bir nefes alabilecek olsalar yaparlardı.

“Mevkimizi koruyun!” diye bağırdı Nazgrim. Eğitimli gözlerle tüm detayları kavrayacak şekilde ufku taradı.

Mograine, Buztacı’na baktı. Üstündeki mavi gökyüzü gitmişti. Parçalara ayrılmıştı. Yalnızca arada şimşek gibi parlayan turuncu-kehribar kor ile aydınlanmış yoğun ve siyah bir sisin boğduğu karanlık bir diyara bakıyordu. Sisin içerisinden çıkan, Buztacı Hisarı’nın hemen üstünde asılı duran başka bir yapı vardı.

Ve Mograine buna bakarken Varlık’ın tamamen gittiğini fark etti. Miğfer yok edilmişti. Ve onun yok edilişiyle birlikte…

“Yaşam ile ölüm arasındaki perde,” diye fısıldadı Mograine. “Onu kırdı.”

Mograine, Bolvar’ın korkunç bir hata yaptığını fark etti. Sylvanas’ın Miğfer’i yok etmek için değil, ona sahip olmak için geldiğini varsaymış olmalıydı. Ama nasıl bilebilirdi? Onu yok etmenin buna sebep olacağını nasıl bilebilirdi?

Mograine, ardında bir kılıcın havayı yararken çıkardığı ıslığı ve ardından ağır bir şeyin yere düşüş sesini duydu.

“Yücelord, silahını çek,” diye seslendi Trollbane.

Mograine hâlâ göğe bakarken silahına davrandı. Bir şey kendisine çarptı ve bir kaşı şaşkınlıkla kalkarken döndü. Acherus mürettebatından biri zırhını tırmalıyor, onu öldürmeye çalışıyordu.

Onu düşünmeden kesti. Etrafında birçok beden yattığını fark etti.

Musibet’in bir Liç Kral’ı yok, diye nihayet anladı Mograine. Işık’ın izniyle bir daha da olmayacak.

Bu düşünce onu tekrar harekete geçirdi. Odadaki mürettebatın yalnızca az bir kısmı bu kadar çabuk vahşileşmişti ve Dört Atlı onların işini hızlıca bitirdi.

Mograine, Komuta Odası’nın geri kalanını gözleriyle taradı ve emirler yağdırmaya başladı. Uzun süre öğrenmişti ki kaosun içinde netlik vardı. Problemleri görmek onların üstesinden gelinebileceği anlamına geliyordu.

Aynı anda sadece tek bir felakete odaklan…

“Sylvanas’ın sonrası için ne planladığını bilmiyorum. Ama Bolvar biliyor olabilir. Ona ihtiyacımız var,” dedi Mograine. “Whitemane. Nazgrim. Hâlâ Buztacı’ndan bir saatlik uzaklıktayız. Oraya vardığımızda ikiniz Bolvar’ı bulacaksınız. Eğer yaşıyorsa onu geri getirin.”

İkili onaylarcasına başlarını salladılar. Mograine ise Trollbane’e doğru başını salladı. “O zamana kadar Acherus’un güven altına alacağız. Kontrol edilebilecekleri hükmümüz altında tutacağız ve kalanları da huzura erdireceğiz. Kurtarabildiğimiz kadarını kurtarmamız lazım… sonrasında bizi ne bekliyorsa onun için.”

“Anlaşıldı,” dedi Trollbane. Beraber kalenin derinliklerine doğru ilerlediler. Kısa bir süre sonra silahları soğuk Kuzeyyarı havasında ıslıklar çalıyordu.

—–

Whitemane, Nazgrim ile birlikte Donmuş Taht’a doğru hızlıca inerken gözlerini makamdan almadı. Yukarısında parçalanmış olan gökyüzünü görmezden geldi. Bu daha sonrasının problemiydi. Dikkatlice Sylvanas’ın hâlâ orada olduğuna dair bir işaret aradı ancak Banshee Kraliçesi çoktan gitmiş gibiydi.

İlk varan, Donmuş Taht’ın harap olmuş kalıntıları üzerine atlayan ork oldu. Whitemane de bir an sonra indi ve düşmüş Musibet cesetlerinden çeviklikle kaçınarak Nazgrim’in yanından hızlıca geçti. Bolvar’ı platformun merkezinde yana yatmış şekilde gördü.

Yüzüne kazınmış şaşkınlık ve dehşet ifadeleriyle yukarıya, gökyüzüne bakıyordu. Whitemane tamamen anlamıştı. Bir eliyle adamın ensesini kavrarken yanında diz çöktü. “Gitti mi?” diye sordu.

Bolvar güçlükle kelimeleri bir araya getirebiliyor gibiydi. Whitemane bunun yaralarından değil, önlemeyi başaramadığı felaketin saf ve anlaşılması güç boyutundan ötürü olduğunu sanıyordu.

“Evet. Sylvanas gitti.” Pişmanlık ve suçluluk sesinden taşıyordu. “Bilmiyordum. Hayal bile edemezdim-”

Şimdi Nazgrim de yanında diz çökmüştü. “Acherus’a geri dönüyoruz,” dedi. “Yapılacak çok şey var.” Whitemane ile birlikte Bolvar’ın ayağa kalkmasına yardım etti.

Bolvar’ın eli Whitemane’in omzundaki zırhı kavradı. “Onun ne yaptığını biliyor musunuz?”

“Hayır. Güvende olduğumuz zaman anlat,” dedi Nazgrim. “Sonrasında ne yapacağımızı da anlatabilirsin.”

“Bolvar ikisine de şaşkınlıkla baktı. “Ben artık Liç Kral değilim,” dedi.

“Yazık.” Whitemane, Bolvar’ın kolunu omzuna atarak ağırlığını destekledi. “Tüm bu yolu Liç Kral’ı öldürmek için gelmiştim. Tam geldiğimde emekliye ayrılman kabalık.”

“Emirlerimi uygulamak zorunda değilsin,” dedi Bolvar.

“Besbelli.” Whitemane dudaklarını kıvırdı.

Nazgrim de gülümsüyordu. “Zaferi garanti altına almak için kendi ölümünü planlamaya çalıştın. Lok-tar ogar, mmm? Silahlarımıza yol gösterirsen biz de riayet ederiz.”

Bolvar bir anlığına gözlerini kapadı. Geri açtığında Whitemane, onlarda kararlılığı gördü. Harikulade, diye düşündü.

Bolvar, Hüküm Miğferi’nin parçalanmış kalıntılarını işaret etti. “O zaman şunları topla. Dikkatlice. Onlara ihtiyaç duyulacak,” dedi.

Nazgrim parçaları toplarken Whitemane de Bolvar’ın tüm ağırlığını yüklendi. “Peki sonra, Yücelord?”

Bolvar bir kez daha gökyüzüne baktı. “Bulabildiğimiz kadar çok müttefike ihtiyacımız olacak. Ve sonra Ölüm’ün karanlık kalbine hücum edeceğiz.”

“Güzel,” dedi Whitemane. “Bunun kolay bir iş olabileceğinden endişeleniyordum.”


* Blizzard tarafından yayınlanan, Robert Brooks’un World of Warcraft için yazdığı We Ride Forth öyküsünün çevirisidir.