Azeroth’un ana karası olan Kalimdor üzerinde düzenin sağlanmasından sonra beklenen huzur ve barış ortamı bir türlü gelmiyordu. Titan-yapımları, bir “hastalık” olarak gördükleri Tenin Laneti yüzünden bir bir ölümlü olmaya başlarken Azeroth’un yerli ırkları da evrim geçiriyorlardı. Kimi zaman savaşlarla kimi zamansa düpedüz katliamlarla çalkalanan Azeroth üzerinde farklı bir ırkın evriminin baş göstermesi ise an meseleseydi: Kıtanın ortasında yer alan Ebediyet Pınarı’nın yakınına yerleşecek olan bir grup kara trol, tüm dünyanın kaderini değiştirmek üzereydi.
Troller çeşitli kabilelere ayrılmış bir şekilde yaşıyolardı. Amani ve Gurubashi gibi daha büyük kabileler, avlanma bölgeleri ve sınırlarını genişletmek için savaşmayı ve fethetmeyi yaşam tarzı olarak benimsemişti. Ancak bir trol kabilesi vardı ki ne güç ne de daha fazla toprak edinmekle ilgileniyordu. Hyjal Dağı’nın altında boylu boyunca ilerleyen mağaralarda yaşayan ve gün ışığını sevmeyen canlılar olarak yalnızca gece vakti dışarı çıkan bu kabilenin üyelerine “kara trol” deniyordu. Grinin tonlarına bürünmüş tenleriyle bu troller, diğer kuzenlerine nazaran daha barışçıl ve doğayla iç içe yaşamayı tercih ediyorlardı. Yaşadıkları topraklarla uyum içinde olmayı ve keşfetmeyi seven kara troller, zaman içerisinde Kalimdor kıtasının orta kısımlarına doğru göç ettiler ve bir süre sonra göz kamaştırıcı güzellikte bir göl buldular. Kara trollerin yakın çevresine yerleşmeye karar verdikleri muazzam güçlü enerjiler yayan bu göl, Ebediyet Pınarı’ndan başkası değildi.
Uzun bir süre boyunca Ebediyet Pınarı’ndan yayılan enerjilere maruz kalan kara troller, nesiller içerisinde evrim geçirdiler. Tenleri mavi ile morun tonlarına boyanırken gittikçe zekileşen ve hem fiziksel hem de zihinsel olarak gittikçe güçlenen bu topluluk, yine aynı gizemli enerjinin etkisiyle bir süre sonra ölümsüzlüğe de kavuştu. Eski inançlarını da bir kenara bırakan bu toplum, Azeroth’un iki ayından biri olan Beyaz Hanım ile özdeşleştirdikleri ve gündüz saatlerinde Ebediyet Pınarı’nın derinliklerinde uyuduğuna inandıkları Elune ismindeki “ay tanrıçası”na tapmaya başladılar. Elune ile iletişime geçen ve aynı zamanda Pınar’ın çevre bölgelerinde bulunan kadim artefaktları inceleyen ırk, “Kalimdor” ismini ve diğer titan-yapımı kelimeleri dillerine kattılar. Kendilerine de “yıldızların çocukları” anlamına gelen “Kaldorei” adını veren bu toplumu dünyanın geri kalanı “gece elfleri” olarak bilecekti.
Gece elfleri evrimlerine devam eder ve yavaşça kendi medeniyetlerini kuraraken doğanın kendisi onları izliyordu. Hyjal’da yaşayan Yaban Tanrılar’ın kulaklarına bu yeni ırkın haberleri çalınmıştı bile. Yaban Tanrılar arasından Cenarius, gece elflerine karşı büyük bir ilgi beslemeye ve onların doğanın koruyucuları olabileceklerine inanmaya başladı. Elfler ise kendilerine yol göstermeye başlayan Cenarius’u, Yaban Tanrı Malorne ile Elune’un çocuğu olarak görüyorlardı.
Yüzyıllar boyunca medeniyetlerini geliştiren elfler, doğaya olan saygılarını ve tanrıçaları Elune’a olan inançlarını sürdürmeye devam ettiler. Ebediyet Pınarı’nın çevresindeki küçük yerleşkelerinde yaşamaya devam eden elfler, bu şehre kendi dillerinde “Elune’un Gözü” anlamına gelen “Elun’dris” ismini verdiler. Elune onlar için gecenin, sükunetin, şifanın ve uyumun simgesiydi. Elune Kızkardeşliği olarak anılan rahibeler topluluğunu kuran elfler, böylece inançlarının temelini de sağlamlaştırırken tanrıçaya gönülden bağlı olan Haidene, ilk Yüce Ay Rahibesi olarak tarihe geçti. Başka büyük bir gece elfi şehri olan Suramar da barındırdığı tapınakla tanrıçaya olan inancın merkezi haline gelecekti.
Zaman ilerledikçe elfler, farklı bir hayat sürmek ve dünyayla ilgili daha fazla bilgiye sahip olmak için yanıp tutuşur oldular. Ebediyet Pınarı’nın gizemlerini araştırmaya başlayan gece elfleri, büyü kullanımını öğrenip kendilerini geliştirmeye başladılar. Kısa süre içerisinde büyü konusunda ustalaşan elfler, öncelikle Elun’dris’i geliştirerek muazzam yapılar yarattılar ve sonrasında da farklı şehirler inşa etmeye başladılar; aynı zamanda pandarenlerle de dostane bir ilişki içerisine girdiler. Tam da bu dönemde hem gece elflerinin hem de Azeroth’un kaderini tamamen değiştirecek olayların yaşanmasına sebep olacak bir isim başlarına geçti: Kraliçe Azshara.
Kraliçe Azshara, halkı tarafından oldukça sevilen bir lider ve olağanüstü güzellikte bir elfti. Kendisi de büyük bir büyü gücüne sahip olan Azshara, artık gece elfi yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelen bu gücü kullanarak Ebediyet Pınarı’nın kıyısına bir saray inşa etti; hem taştan hem de çevresindeki ormandan tek parça halinde oluşturulan saray, göz alıcı bir mimari güzelliğe sahipti. Zeka, güç, yetenek ve maddi anlamda daha ileri seviyede olan soylu elf ailelerinin en kudretli olanları da Kraliçe ile birlikte yaşamak için saraya taşındılar. Bu üstün özellikleri sayesinde hükümdarlarına daha yakın bir pozisyon elde edebiliyorlar ve bu yüzden diğer kesimler tarafından gizli bir kıskançlıkla karşılanıyorlardı. Söz konusu büyü olunca oldukça yetenekli ve hırslı olan bu soylu elfler, zaman içerisinde “asil doğanlar” anlamına gelen “Quel’dorei” ismiyle anılmaya başlandılar.
Asil doğanlar arasında Kraliçe’nin kişisel hizmetçisi Leydi Vashj ile güvenilir danışmanı Lord Xavius da bulunuyordu. Sarayın en yüksek kulesinde en yetenekli asil doğanlar, aynı zamanda Quel’dorei büyücülerinin lideri olan Xavius’un önderliğinde mistik gölün gizemlerini çözebilmek için Ebediyet Pınarı üzerinde çalışmalar yapmaya başladılar. Büyüye karşı olan doğal yeteneklerini en üst seviyeye taşımak isteyen ve Pınar’ın güçlerine kolaylıkla erişim sağlayabilen asil doğanlar ise çocukları için sadece kendi sosyal sınıflarından olan aileler ile birliktelik anlaşması yaparak gelecek nesillerin olabildiğince safkan büyü kullanıcıları olarak doğmaları için uğraşıyorlardı. Bu dönemde başkenti dış tehditlerden korumak amacıyla bir grup büyü kullanıcısı tarafından Ay Muhafızları birliği oluşturuldu.
Her ne kadar Azhsara ve beraberindeki asil doğanlar kendilerini diğer tüm elflerden üstün görüyor ve onları “düşük sınıf” olarak adlandırıyor olsalar da Kraliçe’nin kendisi tüm elf sosyal sınıfları tarafından oldukça seviliyordu. Öyle ki kudretli liderleri Azshara’yı onurlandırmak isteyen elfler, başkentlerinin ismini de “Azshara’nın Görkemi” anlamına gelen “Zin-Azshari” olarak değiştirdiler. Azshara’nın yönetimi altındaki gece elfi medeniyeti gelişti, güçlendi ve bir imparatorluk halini alarak Kalimdor’un dört bir yanına yayıldı.
Kraliçe’nin emriyle dünyanın her yanına keşif heyetleri gönderildi; böylece bir yandan imparatorluğun sınırları genişletilirken diğer yandan da Azeroth üzerinde yaşayan canlılar ile doğal yaşam hakkında bilgiler ediniliyordu. Keşif heyetleri aynı zamanda kendi kentlerini de inşa ediyorlardı. Bunlar arasında kuzeydeki Ayezgisi ormanları içerisinde kurulan Shandaral, kıtanın orta kesimlerine yakın ormanlık alanda kurulan Then’Ralore ile Feralas’ta kurulan Eldre’Thalas özellikle öne çıkan yerleşimlerdi. Gece elfi şehirleri arasında en büyüklerinden biri olan Suramar’da yer alan Antik Eserler Kubbesi ise dünya üzerinde bulunmuş en güçlü artefaktların ve kadim arkeolojik kalıntıların toplandığı bir depo görevi görüyordu. Kraliçe Azshara bir süre sonra bizzat denetlediği bir tapınak inşası emri de verdi. Elune’a adanan bu yeni tapınak, kendisini çevreleyen olağanüstü güzellikteki göller ve bu gölleri sarmalayan, değerli taşlarla kaplı köprülerle Kalimdor’un batı kıyısını süslüyordu; tamamlandığında ise Kraliçe tarafından “Gökyüzü Makamı” anlamına gelen “Lathar’Lazal” ismi verildi.
Gece elfleri yüzyıllar içerisinde mogu imparatorluğunun yanına bile yaklaşamayacağı muazzam bir güce kavuşmuşlardı. Ancak Azshara’nın özellikle uzak durduğu bir yer vardı: Hyjal Dağı. Kraliçe’ye göre bu bölge, elde etmek istediği her şeyin tam tersi gibiydi: Doğal büyülerle sarmalanmış vahşi ancak bir o kadar da durağan topraklardı. Azshara bu bölgeye yaklaşmamasının ardındaki gerekçeyi anlatırken halkına Hyjal’ın gece elflerinin geçmişiyle olan bağına duyduğu saygıdan bahsediyor olsa da aslen dağın temsil ettiği uyum ve düzenden nefret ediyordu. Cenarius ise Azshara’nın gerçek düşüncelerinin farkındaydı ve gece elfi medeniyetinin gittiği yoldan hiç hoşnut değildi. Elflerin büyük bir kısmı hâlâ doğayla iç içe yaşıyor ve eski âdetlerini devam ettiriyor olsa da Kraliçe’nin ve yakın takipçilerinin gün geçtikçe artan küstahlığı kendisini oldukça rahatsız ediyordu. Ancak yine de elfler arasından doğanın öğretilerine gönülden bağlı olanlar da vardı.
Suramar, gece elflerinin ilk inşa ettikleri şehirlerden bir diğeriydi. Elune Kızkardeşliği’nin merkezi olan Elune Tapınağı’na, ortasında Azshara’nın Dalları adı verilen ve elfler tarafından kutsal sayılan iki toz ağacı barındıran büyük bir bahçeye ve birçok büyü akademisine ev sahipliği yapmaktaydı. Zin-Azshari’ye oldukça yakın mesafede olan bu şehir aynı zamanda Tyrande Whisperwind, ikizler Malfurion ve Illidan Stormrage ile Maiev ve Jarod Shadowsong kardeşlerin de eviydi.
Tyrande, Malfurion ve Illidan tüm çocukluklarını beraber geçirmişlerdi, öyle ki bu üçlüyü birbirlerinden ayrı görmek neredeyse imkansız gibiydi. Beraber avlanan ve durmadan dostane bir yarış içerisinde olan bu grubun arasından galip çıkan her zaman Tyrande oluyordu. Yaşları ilerleyip büyüdükçe ait oldukları yerleri bulmaları için birbirlerine destek olmaya başlayan bu dostlar arasından Tyrande, huzuru Elune Tapınağı’nda bulup rahibeler arasındaki yerini aldı. Doğaya karşı duyduğu saygı ile ön plana çıkan Malfurion ise zaman içerisinde bir efsane halini almış olan Cenarius ile ilgili çeşitli hikâyeler öğrendi ve bu yüce varlığı aramaya karar verdi; Tyrande ve Illidan da bu arayışta Malfurion’un yanında yer almayı tercih ettiler.
Yolları Val’sharah bölgesine düşen bu üç elfin haberini alan ve meraklanan Cenarius, Malfurion’un gelecek vadettiğini hissetti ve karşılarına çıkarak dilerlerse onları birer druid olabilmeleri için eğitebileceğini söyledi. Ait olduğu yeri bulan Tyrande artık bir Elune Rahibesi’ydi ancak Malfurion ile Illidan hâlâ kendi yollarını çizmeye çalışıyorlardı ve bu yüzden Cenarius’un teklifini büyük bir hevesle kabul ettiler. Yarı-tanrının öğretileri söz konusu olduğunda Illidan’ın acemice hareket ettiği ve sabırsız olduğu ortaya çıkmıştı. Malfurion ise ne kadar yetenekli olduğunu göstererek aldığı eğitimi büyük bir hızla özümsedi ve zaman içerisinde Azeroth topraklarının ilk druidi olarak tarihteki yerini aldı. Cenarius’a göre Malfurion büyük bir güç taşıyordu ve gelecekte druidizmin elfler arasında yaygınlaşmasına yardım edebilirdi. Öte yandan kaderinin druid öğretilerinden geçmediğine kanaat getiren Illidan, bir asil doğan olmamasına rağmen daha yatkın olduğu bir yöne, büyüye yönelerek bu konuda eğitim almaya başladı. Hem Malfurion hem de Illidan’ın sevgi ve ilgisinin odağı haline geldiğini fark etmeyen Tyrande ise Elune Tapınağı’na geri döndü.
Tüm bunlar yaşanırken elf medeniyeti de gittikçe kendi içine kapanık ve diğer ırklarla ilişki kurmaktan uzak bir hâl almaya başlamıştı. Yalnızca açıkça tehdit oluşturup kendilerine saldırmaya cüret eden troller, elflerin ilgisini çekebilmişlerdi. Başka bir ırkın bu derece büyümüş olmasından hoşnut olmayan ve arka arkaya saldırılar gerçekleştiren troller, elflerin büyüleri karşısında yenilgiye uğrayıp duruyorlardı. En sonunda Kraliçe Azshara, Zandalari trolleri ile bir anlaşma yapmaya karar verdi: Trol saldırıları bir son bulacak ve karşılığında Zandalar Dağları trollerin hakimiyetinde olmaya devam edecekti. Troller her ne kadar elflerden hazzetmeseler de bu teklifi kabul etmek zorundalardı zira herhangi bir şekilde karşı koymaya çalışsalar bile düşmanlarının muazzam büyü gücü altında ezileceklerini ve yuvaları bildikleri toprakları da beraberinde kaybedeceklerini biliyorlardı. Yapılan anlaşmayla trol tehdidini ortadan kaldıran Azshara, artık dikkatini Ebediyet Pınarı’na verebilirdi.
Elfler büyü güçlerini daha ileri seviyelere taşımak için sürekli uğraşırlarken Kalimdor topraklarının başka bir yerinde siyah ejdersürüsünün lideri Neltharion, kendisine bahşedilen ve Azeroth toprakları ile yeryüzünün derinliklerine hakim olabilmesini sağlayan güçlerle baş etmeye çalışıyordu. En yakın arkadaşı Malygos olan Neltharion, artık Toprağın Koruyucusu olmuştu ve tüm Azeroth topraklarını dilediği gibi şekillendirme gücüne sahipti ancak kendisinin de hakimiyet sahibi olduğu bu toprakların ağırlığı ile ezildiğini, nefes alamadığını hissediyordu. Siyah ejdersürüsü lideri, zaman içerisinde kendisine verilen güçlerden pişmanlık duymaya başladı.
Neltharion’u ikileme sokan düşüncelerin farkına varan Eski Tanrılar ise bunu, titanların yarattığı hapishanelerinden kurtulabilmeleri için bir fırsat bilerek Toprağın Koruyucusu’nun aklını çelmeye başladılar. Zihnine fısıldayan Eski Tanrılar’ın kendisini bu ağır yükten kurtaracağına inanmaya başlayan Neltharion, büyülü bir eşyanın yapımına girişti. Lideri olduğu siyah ejdersürüsünün Azeroth’a hükmedeceği, diğer aşağı ırkların gözünde bir tanrı olacağı, Ysera ve Alexstrazsa’nın da kölesi haline geleceği bir dünyanın hayalini kurmaya başlayan Neltharion, goblinlerin yardımıyla Ejderha Ruhu adı verilen altın bir disk yaratılmasını sağladı. Ancak kendi kanını ve Eski Tanrılar’ın yozlaşmışlığını barındıran bu eşya oldukça kırılgandı ve bu yüzden Neltharion, diğer liderlerin güçlerine de ihtiyaç duyduğunu anladı; böylece Ejderha Ruhu herhangi bir ejdersürüsü üyesi tarafından zarar görmeyecekti. Malygos ile görüşen Neltharion, onu diğer ejdersürüleri liderlerinin de güçlerini diske aktarması gerektiği konusunda ikna etti. Bu aktarımı gerçekleştirmesini sağlayacak fırsatı beklemesi ise çok uzun sürmeyecekti.
Dünyanın geri kalanı ile ilgilenmeyen asil doğanlar, bu sırada tüm dikkatlerini Ebediyet Pınarı üzerinde yoğunlaştırmaya devam etmekteydiler. Kendilerini o kadar üstün görmeye başlamışlardı ki diğer sosyal sınıflardan gelen gece elfleri onların gözünde değersiz bir hâle gelmişti. Tüm halkı tarafından sevilen Azshara’nın kalbinde bile asil doğanların yeri diğer elflerden ayrıydı ve zaman içerisinde Kraliçe, Quel’dorei dışındaki tüm halkıyla irtibatını kesti. Gittikçe acımasızlaşan ve tamahkârlığın pençesinde dikkatsizce hareket etmeye başlayan asil doğanlardaki bu değişimi fark eden pandarenler, uzun süredir dost oldukları elfler ile bağlarını koparmaya karar verdiler. Öyle ki pandarenlerin son lideri İmparator Shaohao, bir jinyu kahininin yardımıyla gelecekte elfler yüzünden yaşanak felaketleri öğrenecek, kuşkuları, korkuları ve diğer negatif duygularıyla savaşacak, en sonunda ise halkını yaklaşan karanlıktan kurtarmak ve onlara zaman kazandırmak için kendisini feda ederek Pandaria topraklarını Kalimdor kıtasından ayıracaktı.
Kraliçe Azshara ise kendisini tamamen sarayına kapatmıştı ve Ebediyet Pınarı’nın gizemleri üzerinde daha fazla çalışma yapılması gerektiğine inanıyordu; öyle ki bu durum artık Azshara için takıntı haline gelmişti. Ona göre elfler Pınar’ın henüz çok küçük bir kısmının gücünü tadabilmişlerdi ve bu yüzden Quel’dorei büyücülerini daha derin incelemeler yapmaları konusunda teşvik etti. Asil doğanlar, zaman içerisinde Ebediyet Pınarı’nın enerjisini kullanarak diledikleri gibi yok ve var etme güçleri olduğunu keşfettiler; ancak yoğun ve umarsızca kullandıkları büyülerin evrendeki diğer varlıkların dikkatlerini çekecek dalgalanmalar yarattıklarından habersizlerdi. Bu dalgalanmalar öylesine şiddetliydi ki Çarpık Düzlem’e kadar ulaşarak Yakan Lejyon’un dikkatini çekmeyi başardı.
Uzun bir süredir Azeroth’u arayan Sargeras, sonunda dünya-özünü barındıran gezegenin nerede olduğunu da böylece öğrenmiş oldu. Geriye kalan tek şey bu dünyaya kolayca ulaşabilmesini sağlayacak bir yol bulmaktı zira büyü kullanılarak bir geçit açılmazsa Azeroth’a ulaşmak çok uzun bir süre alacaktı. Oldukça zeki ve manipülasyon yetenekleri güçlü bir varlık olan Sargeras, kendisini Azeroth’u tüm aşağılık ırklardan temizlemek isteyen bir tanrı olarak göstererek ve aklın algılayamayacağı derecede büyük güçler vadederek asil doğanlarla iletişim kurmak istediğinde çağrısına ilk cevap veren Kraliçe’nin baş danışmanı Xavius oldu.
Xavius, kendisine anlatılan planı asil doğanlar dışındaki halkları Kalimdor üzerinde bir hastalık ve hiçmiş gibi görmeye başlamış olan Kraliçe Azshara ile paylaşmakta ve onu da kendi tarafına çekmekte gecikmedi. Bir süre sonra Sargeras ile iletişime geçen Azshara, kendisine vadedilen sınırsız gücün büyüsüne kapıldı ve Sargeras ile Yakan Lejyon’un Azeroth’a gelmesini sağlayacak ritüeli yapmayı kabul etti. Azshara kendisini o kadar kaybetmişti ki başarılı olur ise Azeroth’un tüm yozlaşmışlıklardan temizleneceğini ve hatta asil doğanların bir tanrıymışçasına taptıkları Sargeras’ın eşi olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı. Ancak bu gayeyle gözü öylesine kararmıştı ki Sargeras’ın istediği tek şeyin Azeroth’u yok etmek olduğundan habersizdi.
Sargeras’ın kudreti karşısında adeta büyülenen Azshara’nın emriyle asil doğanlar, Ebediyet Pınarı’nın gücünü kullanarak Yakan Lejyon’un Azeroth’a girmesine yardımcı olacak geçitler açmaya başladılar. Bu geçitleri kullanan sayısız iblis, Kraliçe’nin sarayından şehre akmaya ve Quel’dorei müttefikleri hariç karşılarına çıkan diğer tüm elfleri katletmeye başladı.
Kadimler Savaşı başlamak üzereydi…