Panteon’un çağlar boyunca kendi ırklarından henüz doğmamış bireylerin dünya-özünü barındıran gezegenleri bulma arayışı, her seferinde hüsranla sonuçlanıyordu; ta ki titanlardan Aggramar, Azeroth’un huzur dolu rüyalarının evrende yarattığı titreşimi hissedene kadar. Zaman kaybetmeden Panteon’a haber veren ve onların desteğini de arkasına alan Aggramar sayesinde Azeroth, uzun ve şiddetli çarpışmalar sonucunda topraklarını kasıp kavuran elementallerden ve kendisini yozlaştırmaya çalışan Eski Tanrılar’dan nihayet temizlenmişti. Ancak ilk titan ve Panteon’un efendisi olan Aman’Thul’un bu savaşta kendi eliyle Azeroth topraklarından çekip çıkardığı Eski Tanrı Y’Shaarj, gelişmekte olan titanın yüzeyinde kanayan büyük bir yara açılmasına sebep oldu.
Azeroth kurtarılmıştı ancak yarasından fışkıran ve muazzam bir büyü gücüne sahip olan kanı, kontrol altına alınmazsa tüm dünyayı yok edebilecek türdendi. Bunun bilincinde olan Bekçiler, hemen bir çözüm bulmak için harekete geçtiler ve yaranın kapanmasa bile en azından daha fazla yaşam enerjisi kaybına yol açmaması için durmak bilmeden çalışarak bölgeyi çeşitli büyülerle koruma altına aldılar. Uzun bir zaman alsa da sonunda emeklerinin karşılığını gören Bekçiler’in bu uğraşı sayesinde Azeroth’un kanaması durdu. Geriye sadece yaranın içerisini dolduran ve sonraki dönemlerde dünyanın iyileşmesine yardımcı olacak oldukça güçlü bir enerji barındıran büyük bir göl kaldı: Ebediyet Pınarı.
Yarayı koruma altına alan Bekçiler, gelişmekte olan dünya-özünü güçlendirme ve yaşam enerjisini dengeleme çalışmalarına başladılar. Azeroth üzerinde düzenin sağlanması çalışmalarında Bekçiler’e gereken gücün sağlanmasını isteyen titanlar ise onlara Yaratılış Sütunları adını verdikleri olağanüstü artefaktlar verdiler.
Archaedas ve Mimiron, düzenin sağlanması adına ilk adımı atanlar oldular ve dünyanın iki ucuna birer düzenek kurmak için planlar yapmaya başladılar: Kuzeydeki Fırtına Dorukları topraklarına inşa edilecek ve bir yandan dünya-özünün gelişen bilincinin şekillenmesine destek olurken bir yandan da Azeroth üzerindeki yaşam enerjisini şekillendirerek yeni ırkların yaratılmasını sağlayacak İradeler Ocağı ile güneydeki Uldum topraklarına inşa edilecek ve dünya-özünün bedeninin korunmasıyla “kalp atışlarının” dengelenmesine destek olacak Köken Ocağı. Odyn ise Eski Tanrılar ile yapılan savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar sonucu Panteon tarafından Düzen Sağlayıcı olarak tayin edildi ve bu yüzden hem altında Yogg-Saron’un hapishanesinin yer aldığı Ulduar’ın gözetimini sağlama hem de İradeler Ocağı’nın bakımını yapma görevlerini üstlendi.
Dünya üzerinde düzen sağlamaya çalışırken kendilerine yardımcı olabilecek, tamamen yaşayan taş ve metalden oluşacak yeni ırkların yaratımına başlayan titan-yapımlarının İradeler Ocağı ile ilk denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı: Yaratılan ilk ırk -ki daha sonraları “trogg” ismiyle bilinecekti- çarpık bedenlere sahipti ve oldukça vahşiydi. Yarattıkları ilk ırktan ders alan titan-yapımlarının, İradeler Ocağı üzerindeki dengelerle oynayarak daha kabul edilebilir canlılar yaratma işine koyulmaları uzun sürmedi ve böylece önce devler, daha sonra ise Azeroth üzerinde büyük etkiler yaratacak olan earthen ırkı can bulmuş oldu. Bekçiler her ne kadar trogglardan hoşnut olmadılarsa da onları yok etmeye de razı değillerdi. İlk devlerden olan Ironaya, zaman kaybetmeden başarısız bir yaratım olarak kabul ettikleri troggları sürekli kontrol altında tutabilecekleri bir yer altı mahzeni inşa etti: Uldaman. Troggların bir kısmı ise zaman içerisinde bu yapıdan kaçacak ve sadece dünya üzerine değil, aynı zamanda Derin Ada topraklarına da yayılacaklardı.
Bekçi Ra, İradeler Ocağı’nda yaratılan üç farklı ırkı, yani iri bedenlere sahip dev görünümlü anubisatları, aslanımsı vücutlara sahip tol’virleri, oldukça güçlü ve iradeli moguları yanına alarak Köken Ocağı’nı kurmak amacıyla güney topraklarına doğru yola çıktı. Kıtanın güney topraklarına, sonradan Pandarya olarak bilinecek olan bölgeye indiklerinde ise Aman’Thul tarafından bizzat Azeroth’un içinden sökülüp çıkartılarak öldürülen Eski Tanrı Y’Shaarj’ın bedeninin kalıntıları ile karşılaştılar. Bu kalıntılar arasında en göze çarpanı, Eski Tanrı’nın Hiçlik enerjilerini yaymaya devam eden kalbiydi. Bulduklarını yok etmek yerine üzerinde araştırmalar yaparak Hiçlik Efendileri ve güçleri hakkında daha fazla bilgiye sahip olabileceklerini düşünen Ra, bir yer altı mahzeni yaparak Y’Shaarj’ın kalbini buraya hapsetti ve beraberinde getirdiği mogu ırkının bireylerini de bu mahzen ile çevresindeki topraklara göz kulak olması için geride bıraktı. Ancak o anda farkında olmadığı şey, zaman içerisinde Eski Tanrı’nın karanlık gücünün tüm bölgeyi etkileyecek olmasıydı.
Y’Shaarj’ın kalbini güvenle kilit altına aldığına inanan Ra, anubisat ve tol’vir takipçileri ile birlikte o dönemde oldukça sulak ve ormanlık bir arazi olan Uldum bölgesine vardılar ve Köken Ocağı’nın inşasına başladılar. Bu yapının ikincil bir özelliği daha vardı: Eğer Azeroth toprakları ve üzerindeki canlılar kontrolden çıkacak kadar yozlaşmaya başlarlarsa aktif hale getirilecek ve tüm yaşayanları yok ederek düzenin baştan kurulmasını sağlayacaktı. Mekanizma kurulup beklendiği gibi çalışmaya başladığında Ra, dünyanın iki ucunda yer alan düzeneklerin uyum içinde hareket ettiğini hissederek rahatladı ve beraberindeki ırkların da yardımıyla Köken Ocağı’nın çevresine büyük bir kale inşa etti.
Tol’virlerin ve anubisatların bir kısmını Köken Ocağı’nı gözetmeleri için geride bırakan Ra, buradan kuzeybatıya doğru ilerleyerek Eski Tanrı C’Thun’un hapishanesinin bulunduğu ve sonraları Silithus olarak adlandırılacak topraklara adım attı. Hapishaneyi genişleterek Ahn’Qiraj adını alacak olan kaleyi inşa eden Ra, beraberinde getirdiği diğer tol’vir ve anubisatları da buraya konuşlandırdı. Görevini yerine getirdiğine inanan Bekçi, bundan sonra güney topraklarında devriye gezecek ve hem yapıları hem de bu yapıları korumaları için bıraktığı titan-yapımlarını düzenli aralıklarla kontrol edecekti.
Azeroth’un iki ucunda bulunan mekanizmaların kurulmasının ardından Bekçiler, toprakları ve canlıları şekillendirme çalışmalarına başladılar. Bu görevlerinde yalnız da değillerdi zira İradeler Ocağı sayesinde can verdikleri diğer ırklar da kendilerine yardımcı oluyordu. Earthen ırkı, dağları şekillendirmek ve toprağın derinliklerini kazmakla yükümlüydü; Mimiron tarafından bizzat yaratılan robotumsu görünümleriyle mekagnomlar, Bekçiler’in yaptıkları icatları ve düzenekleri koruyup geliştirmekten sorumlulardı; mogu ırkı, Azeroth’un nehirlerini ve akarsularını düzenlemekteydi; vrykul, tol’vir ve anubisatlar ise Bekçiler’in inşa ettikleri yapıları korumayı görev biliyorlardı. Yeryüzündeki coğrafî yapıyı şekillendirmek ise toprak ve su devlerinin işiydi.
Titan-yapımları görevlerini hakkıyla yerine getirirken Bekçi Freya ise Azeroth’un bitki ve hayvanlarına can vermeye başladı. Doğal yaşamı düzenleyebilmek için çalışan Freya, Zümrüt Rüya adındaki farklı bir düzlemi kullanıyordu. Zümrüt Rüya, Azeroth’un coğrafî yapısının, üzerinde herhangi bir bilinçli canlı bulunmayan saf haliydi. Kimilerine göre Freya bu düzlemi özellikle kendisi yaratmıştı, kimilerine göre ise zaten var olan bir yerdi ve henüz doğmamış olan Azeroth’un rüyalarından var olmuştu; hatta Freya’nın burayı dilediğince şekillendirdiği ve Azeroth ile iletişime geçebilmek için kullandığı bile söyleniyordu. Neden ve nasıl var olduğu söylentilerin ötesine gitmese de Zümrüt Rüya, zamanın bilinen anlamda işlemediği bir rüya âlemiydi.
Dünya üzerinde dolaşmaya başlayan Freya, Zümrüt Rüya üzerinden güçlerini kullanarak bitki örtüsünü ve doğal hayatı şekillendirmeye başladı. Ebediyet Pınarı’nın enerjilerinin yoğunlaştığı, gelecekte Un’Goro Krateri, Sholazar Havzası ve Ebedî Çiçekler Vadisi olarak adlandırılacak bölgeler ise gerçek anlamda birer cennet vadediyordu. Bu üç bölgenin doğal yaşamı hayat bulurken ortaya çıkan enerjilerden, Freya’nın hayran kaldığı ve kendi çocuklarıymış gibi derin bir sevgi beslediği ulu varlıklar doğdu: Yaban Tanrılar. Azeroth topraklarını beraber gezmeye başlayan Freya ve Yaban Tanrılar’ın en çok ziyaret ettikleri bölge ise ormanlarla kaplı bir dağ zirvesi olan Hyjal’dı -ki bir süre sonra Freya, bu yüce varlıklarının ruhlarını Hyjal üzerinden Zümrüt Rüya’ya bağladı. Böylece bedenleri yok olsa bile ruhları Rüya içerisinde yaşamaya devam edebilecek, hatta dünyayı tehdit eden vahim durumlarda fiziksel olarak geri dönebileceklerdi.
Bekçiler’in yoğun çabaları ve çalışmaları en sonunda tamamlandığında Azeroth’un ana kıtası doğal yaşamla dolup taşıyordu ve düzen sağlanmıştı. Titan-yapımları, sayısız emeklerinin geçtiği bu topraklara kendi dillerinde “Ebedî Yıldız Işığının Diyarı” anlamına gelen Kalimdor ismini verdiler. Panteon ise yarattıkları ırkların yaptıkları işlerden oldukça memnun kalmıştı. Artık evrendeki diğer dünyaları da keşfetmeye çıkma vaktinin geldiğine inanan titanlar arasından Aman’thul, Azeroth’u gözlemlemesi için bir konstelar olan Algalon’u görevlendirdi. Bekçiler Loken ve Mimiron ise Norgannon’un Diskleri adındaki büyülü eşyaları yarattılar, böylece dünyada olup biten her şeyi kayıt altına alınacak ve herhangi bir kaos ortamı oluşursa neyin ters gittiğine bakılabilecekti.
Titanların Azeroth üzerindeki görevleri sona ermişti. Artık dünya-özünün gün gelip uyanmasını beklemekten başka bir işi kalmayan Panteon, böylece Azeroth’u terk etti.
Titanların ve Bekçiler’in gözden kaçırdıkları bazı olayların vuku bulması ise gecikmedi. Elementler, yapılan savaş sonrasında Elemental Düzlem‘e hapsedilmişlerdi ancak bir kısmı bu sürgünden kaçmayı başarmıştı. Bu elementaller zaman içerisinde evrim geçirerek fiziksel değişime uğradılar ve ilk proto-ejderhalar olarak varlıklarını sürdürmeye başladılar. Oldukça vahşi ve kurnaz olan bu ırk, Kalimdor’un soğuk kuzey topraklarında yaşamayı tercih ediyordu. Ancak aralarından bir tanesi vardı ki diğer tüm ırkdaşlarından daha vahşi ve güçlüydü: Galakrond.
Proto-ejderhaların en büyüğü olan Galakrond’un iflah olmaz bir iştahı vardı ve karşısına çıkan her şeyi avlayıp yaşam özlerini özümsüyor, beslendikçe de fiziksel olarak daha da büyüyordu. Ancak açlığı öyle bir raddeye geldi ki bir süre sonra diğer proto-ejderhaları ve hatta cesetleri bile yemeye başladı. Ölü ırkdaşları üzerinden beslenmesi ise zaman içerisinde hem bedeninin hem de zihninin çürümesine ve nekrotik enerjilerle bozulmasına sebep oldu. Vücudunda çarpık uzuvlar ve gözler çıkan Galakrond’un yaydığı ölümcül enerji, kurbanlarının “yaşamayanlar” adıyla anılacak zekâdan yoksun diriölüler olarak kalkmasına yol açmaya başladı. Bir süre sonra Kalimdor semalarında dehşet saçmaya başlayan bu proto-ejderha ve beraberindeki diriölü sürüsünün oluşturduğu tehdidi ilk fark eden ise Bekçi Tyr oldu.
Eski Tanrılar ile verilen savaş ve ardından Azeroth üzerinde düzenin sağlanması çabalarıyla tükenmiş olan diğer Bekçiler, Tyr’in Galakrond ile ilgili uyarılarına kulak asmadılar. Artık sadece görevlendirildikleri bölgeleri korumakla ilgilenen diğer titan-yapımlarından bir yardım alamayacağını anlayan Tyr, Galakrond’un yaydığı dehşeti sonlandırmak için farklı bir yol izlemesi gerektiğini düşünmeye başladı. Bu düşünceyle harekete geçen Tyr, proto-ejderhalar arasındaki en kudretli ve zeki beş bireye yöneldi: Oldukça sıcakkanlı ancak bir tehdit ile karşılaştığında düşmanlarını alevler içerisinde boğabilen Alexstrasza, çığlığıyla yerküreyi yırtabilen güçlü Neltharion, soğuk nefesiyle düşmanlarını buzdan duvarlar içine hapsedebilen Malygos, bilgeliğiyle ön plana çıkan ancak tehlike anında yarattığı kum fırtınalarıyla başarılı saldırılan düzenleyebilen Nozdormu ile düşmanlarının irade gücünü yok ederek onları transa sokabilen Ysera.
Kendilerinden yardım isteyen Tyr’e ilk başta şüpheyle yaklaşsalar da ortak düşmanlarına karşı birleşmeleri gerektiğine kanaat getiren beş proto-ejderha, kısa süre sonra Bekçi’ye destek olacaklarına dair yemin ettiler. Bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşa tutuşan taraflar arasındaki çarpışmanın bir noktasında Galakrond’un gücüne karşı koyamayan Tyr, proto-ejderhanın saldırısı karşısında bir elini kaybetti. Bekçi kendini kurtaracak kadar şanslı olsa dahi yarası bir daha asla iyileşmeyecekti; öyle ki sonraki dönemlerde kaybettiği uzvunun yerine saf gümüşten yaptığı bir el koyacaktı.
Her ne kadar gerçekleştirdikleri ilk saldırı başarısız olsa da zor durumda olan bir tek Tyr ve müttefikleri değildi. Diğer proto-ejderhalar da artık daha iyi saklanabiliyorlardı ve bu durum, Galakrond’un giderek daha da aç kalmasına sebep oluyordu; öyle ki vahşi proto-ejderha bir süre sonra yaşamayanları yiyerek beslenmeye başlamıştı ve bu yüzden hâlihazırda çürümekte olan bedeni giderek daha da şekilsiz bir hâl aldı. Düşmanlarının sayısının azaldığını fark eden beş proto-ejderha ise bu fırsatı kaçırmayarak Galakrond’un hassas noktaları olan gözlerine ve boğazına odaklanarak tekrar saldırdılar. Bu savaş esnasında Malygos, büyük bir kaya parçasını Galakrond’un ağzından içeri sokarken Neltharion da bir yaşamayanı kullanarak bu parçanın daha derinlere inmesini sağladı. Bu büyük çarpışmanın sonunda Galakrond boğularak öldü. Bu dehşet verici olayı saklamak isteyen ejderhalar ise daha sonraları yaşanılan savaştan hiç bahsetmeyecek ve titanların kendilerini Galakrond’un kalıntılarından yarattıklarını anlatacaklardı.
Tüm sıkıntılara rağmen Tyr ve beş proto-ejderha, galip gelen taraf olmuşlardı. Diğer Bekçiler, karşılaşılan tehdidin büyüklüğünü fark edip köşelerinden çıkmış olsalar da geç kalmışlardı; ancak Tyr, onları kınamak yerine Azeroth’un güvenliğinin sağlanmasında kendilerine büyük destek olan bu beş proto-ejderhaya çeşitli güçler bahşetmeleri teklifinde bulundu. Tüm Bekçiler bu teklifi memnuniyetle kabul ettiler; biri hariç: Odyn. Düzen Sağlayıcı’ya göre proto-ejderhalar yalnızca ilkel yaşam formlarıydı ve Azeroth’u korumak da yalnızca titan-yapımlarının görevi olmalıydı. Odyn her ne kadar karşı çıksa da diğer Bekçiler, bu beş proto-ejderhaya çeşitli titan güçleri verebilmek için işe koyuldular. Güney topraklarından gelen Ra, Aman’Thul’un gücünden Nozdormu’ya aktararak ona zamanın muhafızlığını bahşetti; böylece kader ve talihin ağlarını denetleyebilecekti. Khaz’goroth’un gücünü taşıyan Archaedas, Neltharion’u seçti; ona toprağın ve dünyanın derinliklerinin hakimiyetini verdi. Bekçi Loken, Norgannon’un gücüyle Malygos’u büyünün ve beraberinde getirdiği gizemlerin muhafızı yaptı. Freya ise Eonar’ın gücünü hem Alexstraza’ya hem de Ysera’ya bahşetti; böylece kardeşlerden biri yaşayan tüm canlıları koruyabilecek, diğeri ise Zümrüt Rüya’nın içerisinde uyurken hem Rüya’yı hem de Azeroth’un doğasını denetleyebilecekti.
Kendilerine verilen titan güçleriyle bedenleri de değişime uğrayan ve günümüzde bildiğimiz renklerine kavuşan bu varlıklar, artık yalnızca “ejderha” olarak anılacaklardı. Alexstrasza’nın bedeni alev kırmızısına dönerken kardeşi Ysera da doğanın yeşiline büründü; Nozdormu’nun teni artık bronzdu; Malygos, büyünün gizemli mavi rengine sahip olurken dostu olarak nitelendirdiği Neltharion’un pulları ise siyahla kaplandı. Yalnızca bu beş ejderhayla yetinmeyen Bekçiler, aynı zamanda bir kısım proto-ejderha yumurtasına da bu güçlerden bahşettiler ve böylece beş ejdersürüsünün oluşmasına önayak oldular. Ejderhaların rahatlıkla bir araya gelebilecekleri bir yer yapmak isteyen Bekçiler, Kalimdor’un kuzey topraklarına Ejderkonağı Tapınağı’nı inşa ettikten sonra ise kendi bölgelerine geri döndüler.
Düzen Sağlayıcı Odyn, kendi itirazlarına kulak asılmamasından ötürü oldukça öfkelenmişti. Ejdersürülerinin dünyayı korumayı başaramayacaklarına inanan Bekçi, kendi ordusunu yaratması gerektiği fikrine kapıldı. Dikkatini titan-yapımları arasında en değer verdiği ırk olan vrykullara yönelten Odyn için daha iyi adaylar bulunamazdı. Onların savaşçı ruhlarından ve yiğitliklerinden etkilenen Odyn, diğer Bekçiler’den beklediği yardımı alamayınca kendi başına hareket etmeye karar verdi. Yogg-Saron’un hapishanesi üzerine inşa edilen Ulduar’ın bir kanadını kendi ordusu için kullanmak isteyen Odyn, kızı gibi gördüğü büyücü Helya’dan yardım istedi. Tüm gücünü kullanan Helya, Bekçi’nin istediği bölümü ana yapıdan ayırarak gökyüzüne taşıdı. Kalimdor semalarında uçan bu hisar, zaman içerisinde “Yiğitlik Salonları” olarak anılacaktı.
Odyn, savaşırken cesurca ve kahramanca ölen vrykulların ruhlarının Yiğitlik Salonları’na taşınacağını ve burada fırtınaların gücüyle dövülmüş yeni bedenlere kavuşacaklarını ilan etmişti. Valarjar adını alacak olan bu kahraman vrykullar, Azeroth’un önde gelen koruyucuları olacaklardı. Ancak Odyn’in hesaba katmadığı bir sorun vardı: Vrykulların ruhlarını Yiğitlik Salonları’na nasıl taşıyacağını bilmiyordu. Buna bir çözüm bulmak üzere ölülerin ruhlarının gittiği Gölge Diyarlar’ı incelemeye koyuldu. Yaptığı araştırmalar sonucunda bir kısım vrykula değişim geçirterek onları hayaletimsi Val’kyr adındaki yaratıklara dönüştürebileceğini öğrenen Odyn, vakit kaybetmeden bu dönüşümü geçirmeye gönüllü olabilecek vrykulları aramaya koyuldu. Ancak bu değişimi geçirmek, beraberinde bir lanet de getiriyordu: Val’kyrler sonsuza kadar Gölge Diyarlar ile fiziksel dünya arasında gidip gelecek ancak ne bir canlı ne de ölü olan tayflara dönüşeceklerdi.
Dönüşümün getireceği laneti kabullenmek istemeyen vrykullar arasından hiç kimse val’kyr olmaya razı olmadı. Bunun üzerine Odyn, vrykullar arasından seçtiklerini zorla val’kyr yapmak istediğini dile getirdi; ancak bu isteği Helya’nın şiddetle karşı çıkmasına sebep oldu. Diğer titan-yapımı bireylerin istekleri dışında kullanılmasını hiçbir şekilde kabullenmeyen Helya ile fikrini değiştirmek istemeyen Odyn arasındaki tartışmalar öylesine alevlendi ki en sonunda büyücü, eğer Bekçi fikrini değiştirmezse Yiğitlik Salonları’nı geldiği yere geri indireceğini söyledi. Kızı gibi gördüğü Helya’nın bu tehdidi karşısında gözü dönen Odyn, büyücünün bedenini parçaladıktan sonra ruhunu kontrolü altına alarak onu ilk val’kyre dönüştürdü. İsteği dışında geçirdiği değişim Helya’nın ruhen daha karanlık bir varlığa dönüşmesine sebep olurken, Odyn’e karşı duyduğu nefret de gün geçtikçe artmaya başladı; zira yaptıklarının bilincinde olsa da Bekçi’nin kontrolünü kıramıyordu ve bu yüzden bir grup vrykulu da Odyn’in isteği doğrultusunda zorla val’kyre dönüştürmüştü.
Kahraman vrykul ruhlarını sayısız yıllar boyunca Gölge Diyarlar’dan göklere taşıyan val’kyrler sayesinde Yiğitlik Salonları dolup taştı. Odyn bu ruhları bizzat eğitiyor ve onlara yeni bedenler sağlıyordu. Helya’ya ve val’kyre dönüşmelerine sebep olduğu diğer vrykullara karşı hiçbir pişmanlık duymayan Bekçi, tüm yaptıklarının Azeroth’un iyiliği ve güvenli geleceği için olduğuna kendisini çoktan ikna etmişti. Henüz öngöremediği şey ise bu korunaklı yüce hisarın günü geldiğinde kendi hapishanesine dönüşeceğiydi.