Lorekeeper

SAVAŞLA GEÇEN BİN YIL – BÖLÜM 3: GÖLGE & IŞIK

“Uzlaşmaya varmaya çalıştığın şeyi anlıyorum, Alleria Windrunner. Ancak sormak durumundayım: Sen anlıyor musun?”

Alleria gözünü bile kırpmadı. “Ne önemi var ki?”

“Benim için bir önemi yok.”

Alleria uzlaşmaya çalıştığı şeyin ne olduğunu çok iyi anlıyordu. Ancak ya bunun sonuçları… ödemesi gereken bedel…

Eh. Onların da vakti elbet gelecekti. Ancak Yakan Lejyon’u alt etmeden önce ondan nasıl kaçabileceğini öğrenmesi gerekiyordu. Yakalanmak pek de planının bir parçası değildi ancak içinde bulundukları durum biraz da doğaçlama yapmalarını gerektirmişti. Her şeyi bir kenara bırakacak olursa yakalanışı sayesinde ödülüne bir adım daha yaklaşmıştı. Beş yüz yıl süren araştırmaları geride kalmıştı. Hedefi artık kolaylıkla erişebileceği yerdeydi. “Kısa süre sonra harekete geçmemiz gerekecek. Bana karşı olan sabırlarını yitirdiklerini düşünüyorum. Hazır ol, Diyar-Gezen.”

Hemen üstünde süzülen kafesin içinden bir kahkaha yükseldi. “Senden çok daha uzun bir süredir buradayım, Windrunner. Sonunda buradan ayrılmak için hazırım demek az bile kalır.”

“Pekâlâ.” Alleria, Lejyon’un sorgulayıcılarını dikkatle izlemişti. Geçen birkaç gün boyunca iradesini kıramamış oldukları için gözle görülür bir biçimde sinirlenmişlerdi. Vakit daralmıştı. “Nahoş bir iş olacak gibi.”

Diğer varlığın bulunduğu kafeste mor ışıklar titreşti. “O hâlde ilk dersimiz şu an başlıyor. Basit bir teknik. Ve gerçekten oldukça da nahoş. İyi dinle.”

Alleria gözlerini kapadı ve zihnini açtı. Xe’ra’nın uyarıları düşüncelerinde yankılanıyordu. Onları görmezden geldi. Kendini bu yola adayalı uzun zaman olmuştu.

Yalnızca yeterince tahammül edebilmeyi umdu.

***

Argus’taki savaş bir anlığına durdu. Ancak uzun sürmeyecekti.

Yüce Eksarh Turalyon, çarpışma hattının gerisinde kalan holü arşınladı. “Hazır olun! İlk saldırı dalgasını hatta tutun, sonra geri çekilin. Onların tamamen içeri çekmeliyiz!”

Lothraxion’un yanından geçti. Nathrezim dönüp ona baktı. “Yoldaşlarımıza yeterince zaman tanıyabilecek miyiz?” Turalyon hiçbir şey söylemedi ve bu sessizliği durumu açıklamaya yeterliydi. Lothraxion homurdandı. “Eh, en azından Lejyon’un gururunu incitebiliriz.”

Holün girişinde bir gümbürtü patlak verdi. Ağır adımların ve çarpışan silahların sesleri havayı doldurdu. Gittikçe yükseliyordu. Turalyon kılıcını sıkıca tuttu. Işık aşkına, Alleria’nın hâlâ yanında olmasını nasıl da istiyordu. “İşte, geliyorlar!”

Hırıldayan iblisler dar girişten akın akın girmeye başladılar. Üç dehşet efendisi tarafından öncülük ediliyorlardı. Lothraxion onları kahkahalarla karşıladı; silahları çarpıştı. “Sizi tekrar görmek ne güzel, kardeşlerim!” Işık ve fel, olağanüstü bir hiddetle birbirlerine karıştılar.

Dar bir koridorda çarpışıyorlardı. Burası bir ara geçitti. Işık o an için sayıca daha üstün olan düşmanlara karşı hattını koruyabiliyordu. Bir iblis savunma hattını kırdı ancak Turalyon’un kılıcı hızlıca işini gördü. Yüce Eksarh ardına baktı. Zanaatkârları hâlâ büyük bir hiddetle ana bölmedeki geçit yarığı yapılarıyla uğraşıyorlardı. “Bitti mi?” diye seslendi.

Zanaatkârlardan biri, sesi sinirden çatlamış bir şekilde bağırdı. “Neredeyse! Sadece biraz… çok az zamana daha ihtiyacımız var…”

“Vaktimiz kalmadı. Geri çekilin ve yarığı açın!” Turalyon ordusuna döndü ve haykırdı. “Geri çekilin! Geri çekilin!”

Askerleri emrine sakince itaat ettiler; tek başına saldıracak kadar ahmak olan iblislerin üstesinden gelerek hep birlikte geri çekilmeye başladılar. Hol girişinden gerileyerek Yakan Lejyon’un geçit yarığı bariyerlerini tuttuğu geniş, yüksek tavanlı odaya adım attılar. Yüzyıllar boyunca çeşitli akınlara maruz kalan Yakan Lejyon, en sonunda Işık’ın Ordusu’nun Argus’a geçitler açarak vur-kaç saldırıları gerçekleştirmesini nasıl engelleyeceğini bulmuştu. Bu bariyerler orduyu durdurmuştu.

Saldırıyı gerçekleştirmek umutsuz bir girişim olmuştu. Turalyon’un ordusundaki hiç kimse bariyerlerin nasıl çalıştığını veya onları nasıl yok edebileceklerini bilmiyordu. Ancak yine de hepsinin almaya razı olduğu bir riskti. Başarırlarsa Argus’un yolu tekrar onlara açılacaktı. Dünya-özünü ele geçirme tehdidiyle Yakan Lejyon saflarında paniğe yol açabilirlerdi. Hatta Lejyon’u Azeroth işgalini durdurmaya zorlayabilirlerdi.

Ancak başaramamışlardı. Ve şu anda da Argus üzerindeki tüm iblisler tepelerine binmek üzereydi.

Lothraxion haklıydı. Artık yapabilecekleri tek şey Lejyon’un gururunu incitmekti. Ancak Argus, Çarpık Düzlem’deydi. Burada mağlup ettikleri her düşmandan sonsuza kadar kurtulmuş olacaklardı.

Ordu, geniş odanın daha da içlerine geriliyormuşçasına hareket etti. İblisler Turalyon’un kuvvetlerini takip etmeye o kadar heveslilerdi ki koridorlardan çıkıp aceleyle odayı doldurmaya başladılar ve bu yüzden kapının iki yanında gizlenen paladinleri görmediler. Turalyon girişi kaplayan iblislerden başka bir şey göremez olduğunda emrini verdi.

“Şimdi!”

Ordu geri çekilmeyi bıraktı. Gizlenen iki paladin, kolları iki yana açık bir şekilde girişe adım attılar. Kutsal güç bir yanardağ gibi patladı. Önlerinde duran iblisler, Işık’ın gazabı onları yok ederken feryat ettiler.

Çoktan odaya girmiş olan iblisler şaşkınlıkla döndülerse de Turalyon ve ekibinin saldırısıyla karşılaştılar. Çarpışma kısa sürdü. Aynı Turalyon’un planladığı gibi.

Paladinlerden biri -ki adı Rosallas olan bir kumandandı- holün girişinden sendeleyerek odaya girdi. Diğer paladinse ortada yoktu. Turalyon kaybettikleri paladin için bir dua mırıldandı ve diğerlerine döndü. “Gitme vakti geldi,” dedi yüksek sesle.

Paladinlerin aracı hâlâ aktifti. Argus’a fiziksel güç kullanılarak düşürülmesi gerekmişti ancak buradan Xenedar’a zorlukla bir geçit açabilirdi. Ordu dar geçitten eğilerek geçti ve kısa sürede aradaki uzun mesafeyi katederek güvende olacakları yere adım attı. Turalyon, Xenedar’a varan son kişiydi. Ancak aracın açtığı geçit kapanmamıştı. İblisler hızla yarığa varmaya çalışıyorlardı. “Kapat şunu,” dedi Turalyon Rosallas’a.

“Kapatamıyorum. Bir şey var…” Kuvvetli bir rüzgâr Xenedar’ın içine doğru esti ve yarık sonunda kapandı. Paladin bir anlığına şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve omuz silkti. “Kusura bakmayın, Yüce Eksarh. Bir şey kapanmasını engelliyordu.”

“Hiç şaşırmadım. Lejyon burayı istila etmeye can atıyordur,” dedi Turalyon içi buruk bir şekilde.

Hiç şüphe yoktu ki Argus’a gizlice girdikleri son sefer olmuştu. Lejyon bir daha Xenedar’ın araçlarıyla gafil avlanmayacaktı.

Şimdi ise Işık’ın Ordusu bulunduğu yerde hapis kalmıştı; Çarpık Düzlem’in kaosu içerisinde saklanıyordu.

Lothraxion liderinin omzuna hafifçe vurdu. “İyi bir savaştı, Turalyon. Bugün bizi iyi yönettin.”

Turalyon yoldaşının elini sıktı. “Fevkalade savaştın. Diğer herkes de öyle. Bu dediğimi onlara ilet.”

“Tabii ki, Yüce Eksarh.”

Turalyon, Lothraxion’un gidişini izledi. Evet, ordu göğüs gerdiği ezici üstünlüğe karşı yalnızca bir kişiyi kaybetmişti. Ancak Lejyon kazanmıştı.

Lejyon’a karşı verilen savaş çok şey başarmalarını sağlamıştı. Mahkumları ölümlerden daha kötü kaderlerden kurtardı. İblislerin Azeroth istilasını onlarca yıl boyunca erteledi. Ve şimdi sona ermişti; muzaffer bir son savunmayla değil, küçük bir çatışma ve Işık’ın Ordusu’nun aşamadığı bir duvarla bitmişti.

Turalyon, Xe’ra’yı bulmak için bitkin bir hâlde Xenedar’ın daha iç kısımlarına doğru ilerledi. Başarısızlığını ona anlatacaktı. Ve karşılığında hiçbir cevap alamayacaktı. Xe’ra, Yakan Lejyon’u yenebilme umutlarının Azeroth üzerinde çarpışan kahramanlar olduğunu ön görmüştü. Zihni tamamen işgali geri püskürtmeye çalışan bu kahramanlara yardım etmeye odaklanmıştı.

Bu durum Turalyon’u diğer her şeyden daha çok incitiyordu. Xe’ra onun başarısız olacağını biliyordu ve bu yazgının üstesinden gelebilmesi için ona yardım etmeye çalışmamıştı.

Işık aşkına, naarunun başarıya ulaşmasını diliyordu. O gerçekleşene kadar Turalyon’un yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Bağlı olduğu fel büyülü zincirler Alleria’nın zihnine acı dalgaları yayarken acemi engizitör kürsüsünün üzerinde süzülüyor, adeta bir kâbus gibi üzerine çöküyordu. “Xenedar’ı nasıl bulabileceğimizi anlat, yoksa sonsuza kadar acı çekeceksin.”

Yakan Lejyon, Alleria Niskara’ya ilk vardığında yaptıkları işkenceler konusunda oldukça yaratıcı davranmışlardı. İblisler usta sorgulayıcılardı; kendilerine meydan okuyan iradeleri kırmak için yeni yöntemler üretmek konusunda maharetlilerdi. Kimi anlarda Alleria da acıya teslim olabileceğini düşünerek ciddi anlamda korkmuştu… ya da en azından bu hapishaneye getirilmeyi bizzat istediğini ağzından kaçıracağını düşünerek.

Peki bu? Bu resmen üşengeçlikti. Küçümseyişini gizlemekte zorlanıyordu. Yüce engizitör hünerleri söz konusu olunca oldukça yetenekliydi. Bu çırak ise hayal gücünden yoksundu.

Engizitör elini uzattı. Uzun, pençeli parmakları açıldı ve avucunun içindeki küçük, siyah ve cilalanmış bir kristali gözler önüne serdi. Alleria buna benzer nesneleri daha önce de görmüştü. Bu bir ruhtaşıydı. “Bu Kil’jaeden’dan bir armağan. Bin yıl önce karşılaştığın birisine hediye edilecek. Beni anlıyor musun, Windrunner? Eğer itaat etmezsen ruhun sonsuza kadar o iblise ait olacak.”

“Boynunda taşıyacağı bir gerdanlık olarak,” diye mırıldandı Alleria.

“Ah, görüyorum ki gayet iyi anlıyorsun. Fakat belki de istediğin budur. İblis buraya vardığında senin ruhun ile sevgilininki tekrar bir araya gelmiş olacak; yıldızlar toza dönüşene kadar ızdırap içinde çığlıklar atacaksınız.” alaycı bir hayranlıkla ellerini bir araya getirdi. “Ne kadar da romantik.”

Alleria cevap vermedi.

Engizitör hayal kırıklığıyla iç geçirdi. “Daha fazla ikna edilmeye mi ihtiyacın var? Pekâlâ.” Bir elini salladı ve fel zincirler ortadan kayboldu. Alleria yere düştü; bitkin düşmüş numarası yapıyordu. Engizitör yavaşça kadına doğru yürümeye başladı; asla kullanma fırsatı bulamayacağı bir işkencenin büyüsünü örmeye çalışıyordu.

Alleria derin bir nefes aldı.

“Uzlaşmamızı hayata geçirmenin vakti geldi, Diyar-Gezen,” dedi.

Alleria ayağa kalktı. Hiçbir silahı yoktu. Engizitörler onun Işık’ın gücünü kullanmasını engellemişlerdi. Ancak Lejyon ne kadar kurnaz olursa olsun Işık’ın Ordusu’nun bir savaşçısının Gölge’yi benimseyeceğini düşünmemişti.

Karanlık güç damarlarında akmaya başladı. Hiçlik’in sesleri baş döndürücü ve gözü dönmüş şekilde ona döndüler. Diyar-Gezen’in öğrettiklerini uyguladı. Bir eli engizitöre, diğeri ise Diyar-Gezen’in kafesine doğru uzandı. İkisi de paramparça olacak şekilde patladı. İblisin çığlık atacak kadar bile vakti olmamıştı.

Alleria bekledi; dinliyordu. Herhangi bir alarm verilmedi. Öfkeyle yükselen tek bir ses yoktu. Engizitör o kadar kendinden emin hareket etmişti ki ne yanında koruma getirmişti ne de gardiyanlık eden gözlerden celbetmişti. Hiç kimse ne olduğunu görmemişti.

Diyar-Gezen kafesinden arta kalanların arasından çıktı. Kendisi bir uhreviydi, saf enerjiden oluşan bir varlıktı. Yakalandığında bedenini saran sargılar yok edilmişti. Formu düzensiz güç akımlarının oluşturduğu bir kitleydi. “İyi vuruştu, Alleria. Daha kötü öğrencilerim de olmuştu.”

Alleria etrafına baktı. Bir anlığına yayını aramayı düşündü ancak vakti olmadığını biliyordu. Engizitörün yokluğu kısa sürede fark edilecekti. “Gitmemiz gerek,” dedi.

“Evet.” Gölge büyüleri uhrevinin bedeninden aktı. Önlerinde bir geçit belirdi. “Benim toparlanmam gerekiyor. Senin ise eğitim görmen. İkisini de nerede yapabileceğimizi biliyorum.”

Alleria duraksadı. Engizitörden geriye kalanların üzerine eğildi. Uhrevi sabırsızlıkla kıpırdandı. “Ne bekliyorsun?”

Alleria ruhtaşını eline alıp kaldırdı. “Bu benim için hazırlanmıştı. Korkuyorum ki çok değer verdiğim biri için başka bir tane daha yapılmış olabilir.”

Uhrevinin sözleri acımasızdı. “Uzlaşmamız benim sen hazır olana kadar beklemem gerektiğini buyurmuyor. Hangisinin daha önemli olduğuna karar ver. Hemen.”

Alleria ona öfke dolu bir bakış atsa da ortada verilmesi gereken bir karar aslen yoktu. “Şu anda Çarpık Düzlem’de saklanıyor. Onu nasıl bulabileceğimi bilmiyorum.”

“Öğreneceksin. Tabii senin işin bittiğinde hâlâ hayatta olursa.”

“O hâlde gidelim.”

Alleria geçide adım attı. Niskara’nın çalkantılı göğü ortadan kayboldu. Onun yerine karşısında…boşluk vardı. Ses yoktu. Rüzgâr yoktu. Toprak yoktu. Sadece bunaltıcı bir sessizlik vardı. Yalnızca uhrevinin parıltısı biraz aydınlık sağlıyordu. Alleria serbestçe süzülüyordu.

“Burada nasıl hayatta kalacağını öğrenene dek çok fazla dikkat çekmezsen iyi olur. Hiçlik’e hoş geldin, Alleria Windrunner.”

“Nereden başlıyoruz?”

“Daha fazla öldürme tekniğinden mi başlayalım? Yo. Bu zaten senin doğal olarak edindiğin bir şey. Belki daha…temel bir şeyle başlayabiliriz.” Titreşti ve Gölge bir anda önünde büküldü. “Akıl sağlığını nasıl koruyacağını konuşalım. Hiçlik, iradeni kırmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır.”

“Kulağa ciddi bir sorunmuş gibi geliyor.”

“Epey ciddi.”

***

“Uyan, Turalyon. Uyan.”

Turalyon gözlerini açtı. Göğsünde keskin bir acı vardı. Umursamadı ve oturur pozisyona geçti. “Ne oldu?”

Lothraxion holün girişinde duruyordu. “Bir ceset buldum.”

“Ne?”

Xenedar’ın en alt kısmında. Ceset bir kadına ait, Turalyon. Üzgünüm,” dedi Lothraxion.

Turalyon ayağa fırladı. “Bana o olmadığını söyle.” Lothraxion hiçbir şey söylemedi ve bu sessizliği durumu açıklamaya yeterliydi. Yüz ifadesi kederle doluydu. Turalyon’un yüreği ezildi. “Beni oraya götür.”

Hemen yola çıktılar ve geminin alt kısımlarına doğru ilerlediler. Turalyon duygularını kontrol altına almaya çalışıyordu ancak düşünceleri adeta zihninde hızla dönen bir girdap gibiydi. Alleria’yı son gördüğünden beri asırlar geçmişti. Ardından yas tutmuştu. Onu sonsuza kadar kaybettiğine inanmıştı. Ancak göğsündeki bu yeni acı her kalp atışında ayrı bir darbe vuruyordu. Işık ona yardım etsin, belki de ölümünü hissetmişti. Belki-

Yo. Turalyon kendine çekidüzen verdi. Kedere boğulmanın sırası değildi. En azından o olduğuna emin olana kadar. Bedeni nasıl burada, Xenedar’da olabilirdi ki?

Xenedar’ın enerji akımlarının dolaştığı kristaller holüne vardılar. Zanaatkârların hiçbiri hizmet yerlerinde değildi. Gemi saklanıyorken sürekli görev başında olmaları gerekmiyordu.

Lothraxion, Turalyon’u gerideki bir köşeye yönlendirdi. “Şurada, Yüce Eksarh.”

Turalyon en sondaki kristal yapının gölgelerle gizlenmiş ardında bir beden gördü. “Işık aşkına, olamaz,” diye fısıldadı. Hızla ilerleyip diz çöktü ve bedene doğru uzandı.

Bir anda nefesi kesildi. Bu, Alleria değildi. Bir kadın da değildi. Bir ceset bile değildi.

Yerde yatan… Lothraxion’du. Göğsü inip kalkıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kelimeler hareketsiz dudaklarından adeta tıslayarak çıktı.

…hemen…arkanda…

Turalyon arkasını dönerek ayağa kalktı. Işık’ın gücünü çağırdı ve gürleyen kudretinin adeta adil bir hüküm verirmişçesine bu düzenbazın üstüne-

“Aaah!”

Göğsündeki acı adeta alev aldı; ruhunun derinliklerini hançerliyor gibiydi. Turalyon hareket edemiyordu. Işık bir anda ellerinden kayıp gitti. Tek bir kelime dahi söyleyemiyordu. Zar zor düşünebiliyordu. Sendeledi, bir yanına doğru istemsizce eğildi ve yere düştü; kıpırdayamıyordu.

Lothraxion’a benzeyen yaratık aylakça adımlarla yanına geldi, sırıtıyordu.

“Sana tekrar karşılaşacağımızı söylemiştim, insan,” dedi. Alelade bir hareketle sahte kılığını ortadan kaldırdı. Draenor’da karşısına çıkan eredar suikastçı üzerine eğildi; hançerini Turalyon’a gösteriyordu. Üzerinde tütmekte olan ve kıvılcım saçan habis zehirlerle karışmış küçük ve kırmızı bir kan damlası vardı. “Sen uyurken işini bitirebilirdim, Yüce Eksarh, ancak sonra düşündüm ki… ruhunu muhafaza etmek zaman alacak ve bunu yapabilmek için sessiz sakin bir yere ihtiyacım olacak.” Eredar Lothraxion’a döndü. “Ardından da Kil’jaeden’ın seni tekrar görmekten ne kadar memnuniyet duyacağını fark ettim, pis hain.”

Lothraxion hareketlenmeye başlamıştı. Zehir etkisini yitiriyor olmalıydı.

…Işık…seni yakıp kül edecek…

Suikastçı hançerini Lothraxion’un ön koluna sapladı; nathrezim bir anda hareketsizleşti. “Merak etme. Yaşayacaksın. Azeroth’un parlak ışıklarından biri olan çok sevgili yüce eksarhının oldukça değerli ganimetime dönüşümünü izleyeceksin.” Eredar iki parmağı arasında tuttuğu küçük, siyah ruhtaşını havaya kaldırıp ikisine birden gösterdi. Ardından Turalyon’a döndü. “Bilmeni isterim ki Alleria Windrunner hayatta. Yakan Lejyon onu bir kafeste tutuyor. Senin ruhunu ele geçirdikten sonra onunkini de alacağım. Sonsuza kadar beraber olacaksınız, benimle birlikte; tam da söz verdiğim gibi. Geçen her an onun ızdırabını da kendininki kadar keskin bir şekilde hissedeceksin.”

Ruhtaşı Turalyon’un hemen üstünde, havada süzülüyordu. Kendisini çaresiz bırakan zehre direnmek için iradesinin her bir parçasına seslendi. Karşı koymaya çalıştı. Çığlık atmaya çalıştı. Işık’ın gücünü kullanmaya çalıştı. Xe’ra’ya haykırmaya çalıştı. Tek bir ses dahi çıkartamadı. Tek bir parmağını bile oynatamadı.

Suikastçı pis bir kıkırdamayla işini yapmaya koyuldu.

“Gölge yaralarını iyileştirecek. Gölge sana kaderini gösterecek.”

Alleria hiç memnun değildi. “Anılarımdan uzak dur.”

Etrafındaki hava kahkahayla inledi. “Çabalasam bile duramazdım. İşimiz bittiğinde hakkındaki her şeyi öğrenmiş olacağım. Bu durum seçiminden pişmanlık duymana sebep olacak mı?”

“Hayır.”

“Öyleyse başlayalım. Şu ana kadar fevkalade bir öğrenci oldun, Alleria Windrunner. Ancak Gölge’ye neredeyse hiç dokunmadın bile. Yazgını gerçekten idrak edebilmen için onunla bir olman gerekiyor.” Uhrevinin gücü hafifçe titreşti. “Ve tehlike de tam olarak burada. Hiçlik’i bir düşman gibi görüyorsun. O da seni aynı şekilde görüyor. Şimdilik. Onun doğası senin yaşam ve akıl sağlığı olarak bildiğin şeylere düşman.” Etraflarındaki karanlık değişmeye başlamış gibiydi. “Ancak Gölge olmasaydı, şu anda hayatta olmazdın.”

Karanlık Alleria’ya dokundu. Duymazdan gelmeyi öğrendiği sesler bir anda yükseldiler. Çok ama çok yükseldiler. Alleria onları geri püskürtemedi. Onlara karşı koyamadı. Ancak Diyar-Gezen konuşmaya devam etti ve içindeki fırtına boyunca ona yol gösterdi.

“Bir gerçeği çoktan anlamış durumdasın, Alleria. Işık kördür. Kaderin tamamını göremez çünkü bundan sorumlu olan bir tek o değil. Yolun Gölge’yle sarılmış ve bu yüzden Işık’ın görüşünden gizlenmişti.” Karanlığın şiddetli akımları Alleria’yı savururken uhrevinin sözleri ona tutunabileceği bir dal sağladı. “Şimdi başka bir gerçeği anlama vakti. Gölge de bir o kadar kördür. Senin kaderinin kendisiyle örüldüğünü gördü ve memnun oldu. Fakat o da kaderin yalnızca küçük bir parçasını görebilir. Ancak o küçük parça, daha önce şahit olduğun hiçbir şeyle kıyaslanabilir gibi değil.”

Alleria bir anda görüler görmeye başladı. Korkunç, ürkütücü görüler.

Işık’ın kainat boyunca gözü dönmüş bir yırtıcı gibi ilerlediğini gördü. Azeroth’un fânilerinin zihinlerine dokunduğunu gördü -öyle bir dokunuştu ki onları sonsuza dek bozmuştu. Nesillerin görülmeyen zincirlere bağlı bir şekilde yaşayıp öldüğünü gördü; sorgusuz itaat karşılığında onlara anlık huzur sağlayan bir güce mahkum olmuşlardı.

Savaş gördü. Işık’ın güçlerinin Hiçlik’e karşı saldırdıklarını gördü. Kararmış dünyaların kutsal ateşle yandığını gördü. Milyonlarca canlının dağ boyutlarındaki parlak kristallerinin içinde hapsolduklarını, Işık tarafından idame edildiklerini ve ölemediklerini gördü. Işık’ın savaşçıları birer canavardı, dokundukları her şeyi bozuyor ve yok ediyorlardı.

Ve görüler böylece devam etti; ta ki Alleria hiçbir şey anlayamayacak hâle gelene kadar.

“Yalan,” diye fısıldadı. “Bunların hepsi yalan.”

“Bunu kalbine kazı,” dedi Diyar-Gezen. “Kazı ve asla unutma.”

“Ben asla unutmam… Nasıl…?”

Diyar-Gezen onu sıkıca havada tuttu. “Gölge’yi hep dehşetengiz şeyler olarak gördün. O da Işık’ı aynı şekilde görüyor. İki bakış açısı da doğru değil. Yanlış da değil.” Hiçlik’in gümbürdeyişi uhrevinin sesini neredeyse tamamen bastırıyordu. Hiçlik’in ustaları ise Alleria’nın zihnini kurcalıyorlardı. Onları zar zor geri püskürttü. “Işık tek bir yol arar ve geri kalanları ‘yalan’ olarak yaftalayıp dışlar. Gölge ise tüm olası yolları görür ve hepsini de gerçek olarak algılar.”

Daha fazla görü belirdi. Yaşanması olası geleceklerin görüleri. Işık’ın Annesi Xe’ra’nın kendisini bir kâfir ilan ettiğini ve ölüme mahkum ettiğini gördü. Turalyon’un kılıcının kendi kanına bulanmış olduğunu gördü. Arator’un kendisini avlamak için bir ordu dolusu paladini göreve çağırdığını ancak Alleria’nın okları boynuna saplanmış bir biçimde düştüğünü gördü. Kendisini Azeroth’un dalgaları altındaki Uykuda Olan’ın önünde diz çöktüğünü gördü. Onu öldürdüğünü ve yerine geçtiğini gördü; tüm ulusları yok etmek adına dehşetengiz yaratıklardan oluşan güruhları yönetiyordu.

Alleria Gölge içerisinde boğulurken tüm bu görüler gerçek gibi göründü. En azından ilk başta.

Gölge’nin hatıraları… Gölge’nin planları… Gölge’nin arzuları… Yavaş yavaş aralarındaki farkı ayırt etmeye başladı. Ve böylece…

Kader. Işık’ın göremediğini gördü. Hatta Gölge’nin bile göremediğini; çünkü evet, o da bir o kadar kördü.

Korkunç seçimler gördü. Ulvi amaçlar için yapılan ihanetler gördü. Sonra… nasıl olduğunu güç bela anlayabildiği zaferi gördü.

Ve tüm bu olan bitenin arasında asla gerçekleşmeyecek sayısız olaya şahit oldu. Hiçlik’in yalanları güçlüydü ve baştan çıkarıcıydı; ancak kısa sürede ortadan kayboldular.

Belki bir gün deliliğin pençesine düşecekti. Belki bir gün müttefiklerine ihanet edecekti. Bunu yapabilirdi. Ancak her ne koşul altında olursa olsun asla oğluna zarar vermezdi. Arator’a elini bile kaldırmazdı. Dönüştüğü şey yüzünden oğlu onu öldürse bile bunu memnuniyetle kabul ederdi. Bu gerçeğin ağırlığı onun ayakta kalmasını sağladı. Ve Gölge’nin şaşkınlığını hissedebiliyordu. Gölge, fâniler arasındaki bağları anlayamıyordu. Yozlaştırılamayacak bazı şeyler olduğunu idrak edemiyordu.

Bir başka gerçek ortaya çıktı. Bu gördüğü çok yakındı. Kaderi ondan bunu talep etmeden önce bile Gölge’nin içinde yüzüyordu.

“Hazırsın, Alleria. Buradaki gücün her bir parçasına hükmedeceksin. Bu kudrete dört kolla sarıl. Zihnin yine sana ait olacak.”

Alleria gerçekten hazırdı. Ancak henüz bunu yapmanın zamanı değildi. Kendisini bir uçurumdan atlarken ve benliğini o uzun düşüşe teslim ederken görmüştü. Vakti geldiğinde farklı bir seçim yapma şansı veya alternatifi olmayacaktı. Şimdi ise hâlâ uzaklaşabilirdi. Ve kaderi uzaklaşmak zorunda olduğunu söylüyordu.

Alleria tüm gördüklerinden bir anlam çıkarmaya çalıştı. Bir cevap bulabilmek için Hiçlik’in irfanını sorguladı. Ancak aradığını bulamayınca bu sefer de içgüdüsel olarak Işık’a uzandı. İki güç, acı dolu ve kör edici bir darbeyle çarpıştı. Ancak gerçeğin bir kısmını görebilmişti: Turalyon, ruhu bedeninden sökülüp alınırken sessizce haykırıyordu.

Gördüğü ne geçmiş ne de gelecekti. O anda yaşanıyordu. Alleria bunu biliyordu. “Gitmeme izin ver. Gitmeme izin ver!”

“Henüz işimiz bitmedi, Alleria. Her ne kadar dehşet verici gözükse de mutlaka-”

Alleria aniden saldırdı. İçerisindeki tüm karanlık güç hızla Diyar-Gezen’e çarptı. Şaşkınlıkla kükreyen uhrevi, elfin zihnindeki hakimiyetini bıraktı.

Diyar-Gezen, Alleria’nın önünde öfkeyle duruyordu. “Korkak. Bir fâniden daha fazlasını beklememem gerekirdi.” Gücünü toplamaya başladı; Alleria’nın saldırısına karşılık verme niyetindeydi.

Alleria onu görmezden geldi. Niskara’daki engizitörden edindiği ruhtaşını çıkardı. Siyah kristal artık yeşil renkte parlıyordu. “Biliyordum. Işık yardımcım olsun, doğru olduğunu biliyordum.”

Diyar-Gezen duraksadı. “Ne gördün?”

“Turalyon ölmek üzere.”

Uhrevi ruhtaşını hızla elfin elinden aldı ve dikkatle inceledi. Gücü taşı derinlemesine araştırdı ve ardından Diyar-Gezen gülmeye başladı. “Kararlı bir düşman edinmişsin, Windrunner.” Alleria onun suikastçıdan mı, yoksa bizzat kendisinden mi bahsettiğinden emin değildi. “Hiçlik senin sevgini sana karşı kullanacak. Bunun farkındasın, değil mi?”

“Turalyon bir gün ölebilir ama bugün ölemez; aksi takdirde benliğimi kaybederim.”

Uhrevi titreşti. “Gerçekler ve yalanlar hakkında söylediklerimi hatırla.”

“Bu gerçek Hiçlik’ten gelmedi. Bu gerçek Hiçlik’i değiştiriyordu.”

Diyar-Gezen tekrar ruhtaşına baktı. “Enteresan. Eşi benzeri olmayan bir yazgıya sahip olabilirsin, Alleria Windrunner. Turalyon’a git. Sana nasıl yapılacağını öğretmiştim.” Ruhtaşını kadına geri verdi.

Alleria duraksadı. “Xenedar nerede bilmiyorum.”

“Evet, biliyorsun. Bulunduğu yerin konumunu elinde tutuyorsun.”

Alleria’nın söylenenleri anlaması kısa sürdü. Eredarın ne yaptığını bu taş üzerinden görebiliyordu çünkü diğeri ile birbirlerine bağlılardı. Suikastçı bu taşların ikisini de boynunda taşımaya niyetleniyordu.

Eredarın nerede olduğunu bilmesine gerek yoktu çünkü diğer ruhtaşının nerede olduğunu biliyordu.

Alleria, Diyar-Gezen’e baktı. “Sanıyorum ki uzlaşmamız sona erdi.”

“Oh… Tekrar karşılaşacağımıza inanıyorum…” dedi uhrevi, düşüncelere dalmış bir biçimde.

Alleria ruhtaşının ötesine uzandı ve Diyar-Gezen’in kendisine öğrettiklerini uyguladı. Xenedar’a giden geçit bir anda açılıverdi.

***

Işık, Turalyon’u kurtaramazdı. Kendisi de bunu kabullenmişti. Ancak yine de teselli sağlayabilirdi. O olmadan Turalyon, ruhunun parça parça sökülüşünün getirdiği katıksız ızdıraba tam anlamıyla maruz kalırdı. Gözlerini kapalı tutuyordu; kendi ruhunun bedeninden ayrılışını görmek istemiyordu.

Yine de acı dayanılmazdı. “Işık… Hepimizi aydınlat,” demeye çalıştı. Suikastçının büyüsünün sesleri kulaklarını dolduruyordu; sözlerini söyleyebilmiş miydi, emin değildi. Yine de dua etmeye devam etti. “Bırak kötülük, doğruluğun karşısında duramasın; masumlar huzur içerisinde yaşasın. Kimsenin korkuya kapılmayacağı günler gelsin. O günün gelmesi için canımı seve seve feda ederim.”

İşkencecisi onu duymuştu. “Merhamet göstermem için bana yalvarmaya başlaman kaç sene alacak acaba, merak ediyorum; özellikle de tek damla merhamet göstermeyeceğim göz önüne alındığında.”

Turalyon soğuk bir esintinin yüzüne dokunduğunu hissetti. Hiç kokusu yoktu; sanki daha önce yaşayan herhangi bir şeye değmemiş gibiydi.

Ve ardından bir çığlık duydu. Nihayet acıya teslim olduğunu ve kendi sesini duyduğunu sandı. Ancak durum bu değildi. Çığlık atan suikastçıydı.

Nasıl?! Sen nasıl buraya geldin?!

“Haklıydın. Tekrar karşılaşmak kaderimizde vardı.”

Turalyon gözlerini açtı. O gelmişti. Alleria. Karanlıkla çevrelenmişti. İçinde Işık’ın varlığını hissetmiyordu.

Suikastçı hançerini savurarak haykırdı. İblis, elfin üzerine atladı; boğazını kesme amacındaydı.

Alleria elini dahi kaldırmadı. Zifirî karanlık duman bir anda havada belirdi ve kıvrımlı bir kazık görünümü aldı. Hızla suikastçının göğsüne çarptı. Turalyon, yaratığın sırtından kan fışkırtarak çıkan ucunu görebiliyordu. Eredar dizleri üzerine düştü; gözleri kocaman açılmıştı ve dudakları hiçbir ses çıkarmadan oynuyordu.

Alleria ileriye doğru bir adım attı. “Ruhlarımızı bir gerdanlık gibi boynunda taşımak… Gördüğün gelecek bu muydu? Ben başka bir şey gördüm.” Şimdi ellerini kaldırmıştı. Karanlık büyü iki eli arasında şekilleniyordu.

Gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi duran ve nefes nefese kalmış olan suikastçı bir anda ortadan kayboldu. Gerçeklik iblisin üzerine kapanmıştı ve yaratık ortadan yok olmuştu.

Alleria, Turalyon’un yanında diz çöktü; başının üzerinde süzülen ruhtaşına bakıyordu. “Bunu düzeltemem. Tek başıma yapabileceğim bir şey değil.” Lothraxion’a döndü. “Damarlarında gezen zehri hissedebiliyorum. Özür dilerim. Bu biraz acıtacak.”

Parmaklarını büktü. Lothraxion çığlıklar atarak kıvranmaya başladı. Turalyon, nathrezimin pençeleri altından süzülen iğrenç yeşil dumanı görebiliyordu. Kan ve cızırdayan sıvı yere döküldü. Alleria zehri yoldaşının teninden sızacak şekilde bedeninden atıyordu.

İşlem kısa sürede tamamlanmıştı ve Lothraxion tekrar hareket edebiliyordu. Vakit kaybetmeden ayağa kalktı; nefesi düzensizdi. “Alleria… Sana ne oldu…?”

“Turalyon’u kurtar. Lütfen. Benim bu işi bitirmem gerekiyor. O iblis oğlumu tehdit etti.”

Yaratık koştu. Durmak bilmeden koştu. Düzlemler arasında gidip geliyordu. Çarpık Düzlem ile Hiçlik arasında sıçrayıp duruyordu. Alleria’nın sapladığı kazığı göğsünden çekip çıkardı. ‘Silah’ bir anda yok oldu. Eredar acı içerisinde, zorlukla nefes alıyordu. Her adımında aynı şeyleri söyleyip duruyordu.

“Kaçmam lazım. Kaçmam lazım. Kaçmam lazım.”

İblis, hayatı boyunca birçok farklı isimle anılmıştı. Şimdiye Kil’jaeden’ın kendisine verdiği görevi yerine getirmekten başka bir amacı yoktu: Yok etme. Doğumundan beri diğerlerinden daha üstün bir varlık olmak için yetiştirilmişti. Yaradılışı çağlar boyunca şekillendirilmişti. Geliştirilmişti. İşkence edilmişti. İblisin yetenekleri ileri seviyelere yükselmişti. Diğer eredarlar bile kendisinden korkuyordu. Neden korkmasınlardı ki? Boyutlar arasında gizlenebiliyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar şekil değiştirebiliyordu. Yakan Lejyon karşısında tehdit oluşturabilecek yazgılara sahip kişileri bulabiliyordu.

Sonra ise öldürülmüştü. Draenor’da. Alleria tarafından.

Kil’jaeden bunun cezasını vermişti. Ve sonrasında iblisi daha da güçlü hâle getirmişti. Bunun gerçekleşmesi ise asırlar almıştı.

Ve şimdiyse eredarın Turalyon’u öldürme çabası Kil’jaeden’ı memnun etmişti. Ve o öldükten sonra sıra elfe gelecekti. Kendisine onları sonsuza kadar saklayıp dilediğince işkence edebileceği yöntemler sunulmuştu.

Ama Alleria kaçmıştı. Ve o… O…

O değişmişti. Kayboluşa giden yolları biliyordu.

Nihai ölüme hükmetmeyi biliyordu.

“Kaçmam lazım. Kaçmam lazım. Kaçma-”

Karanlık madde boynunun etrafında biçimlendi. Boyutlar arasındaki sıçrayışı sona erip Xenedar’a geri çekilirken çığlık attı. Çarpık Düzlem’e geri döndürülmüştü.

Eredar hemen ayağa kalktı; sivri dişleri arasından tıslıyordu. Hançerleri iki elinde de dans etti ve Gölge’nin bağlarını biçti. Çaresiz bir kahkahayla zehirli hançerlerini kadına doğru fırlattı. Kendisini buraya çekmişti, ölebileceği tek yere ve-

Hançerler havada kalakaldılar. Alleria yanlarından geçip ilerledi.

Kil’jaeden! Kurtar b-b-b-eni!

“Bizi izliyor mu?” Alleria ilerlemeye devam etti. “Onun biricik gözdelerinden biri misin?”

İblis, korkuyla ulurken daha çok hançer yarattı. Hepsi de kadına yaklaşamadan yok oldu. Alleria, iblise doğru ilerlemeye devam etti. Yavaş yavaş. Adım adım. Gölge’den oluşan başka bir kazık yaratığın sol omzuna saplandı.

Sağ koluyla hançer fırlatmaya devam etti. Eredarın aklına yapabileceği başka hiçbir şey gelmiyordu. “Kurtar beni,” diye haykırdı tekrar.

Başka bir kazık daha. İblisin diğer kolu da bükülerek kullanamayacağı bir duruma geldi. “Neden korktuğunuzu biliyorum,” dedi Alleria. “Yakan Lejyon’un neden korktuğunu biliyorum. Efendilerini bu meşum seferi başlatmaya iten şeyin ne olduğunu biliyorum.”

Eredar, Kil’jaeden’ın hayal kırıklığını hissedebiliyordu. Haykırışlarını duymuştu…ve görmezden gelmişti.

Ve bir an sonrasında Alleria tam karşısında duruyordu.

İblis dizleri üstüne çöktü. Merhamet dilemek için kollarını dahi kaldıramıyordu. Yapabildiği tek şey hırıltılı sesiyle son duasını etmekti. “Lütfen… Lütfen… Lütfen…”

Alleria da önünde eğildi ve iblisin bakışlarını yakaladı. Tüm umudu kadının sözleriyle yok olup gitti. “Oğlumu öldürmeye yemin ettin.”

Elfin hançeri kolaylıkla boynuna saplandı. İblis hiç ses çıkarmadı. Hayatı akıp giderken yalnızca kırpmadığı gözlerle kadına baktı.

“Bu kolay bir ölüm şekli,” dedi Alleria yumuşak bir sesle. “Seni Hiçlik’in efendilerine verebilirdim. Ancak seni değiştirirlerdi. Ben de hiçbir şey başaramamış olurdum.”

Arkasında, holün diğer ucunda Turalyon ile Lothraxion duruyor, izliyorlardı. İblis onların bakışlarındaki şaşkınlığı gördü. Korkuyu da.

Sonrasında her şey yavaş yavaş kayboldu. Ölümün hafifliği onu sardı.

***

Turalyon’un canı acıyordu. Bedeninin her parçası ağrıyordu. Bu yalnızca fiziksel bir acı değildi. Düşünceleri ve bizzat ruhunun kendisi ızdırap içerisinde çırpınıyordu. Ancak hayattaydı. Ruhtaşı hareketsiz, boş bir şekilde zeminde duruyordu; artık bir ganimetten başka bir şey değildi. Lothraxion ayağa kalkmasına yardım etti. Alleria kendilerine doğru geliyordu. Kristal holü boylu boyunca yürümek nispeten uzun sürüyordu. Turalyon kadının her adımını zihni bulanmış, düşünemeyecek hâlde izledi.

Alleria karşısında durdu. Tükenmiş görünüyordu. “Seni tekrar görmek çok güzel,” dedi.

Turalyon da aynısını söylemek istiyordu. Onu sevdiğini ve hiçbir şeyin bu gerçeği değiştirmeyeceğini söylemek istiyordu. Yalan da değildi. Ancak aradığı kelimeleri bulamıyordu. En azından şimdilik. Alleria da durumu anlamış görünüyordu.

“Kaderim Işık’ın yolunda sonlanmıyor. Karanlığın yolunda sonlanıyor. Bunu çok ama çok uzun zamandır biliyordum.” Turalyon’un bakışlarını yakaladı. “Ve eğer bu yolda ilerlemezsem seni, Arator’u ve tüm Azeroth’u tehlikeye atmış olacağım. Lütfen inan bana.”

Konuşan Lothraxion oldu. “Karanlığı bilirim, Alleria. Ve kendini kaybetmiş birçok yaratık da gördüm. Sen onlardan biri değilsin. Sen o ince çizgiyi henüz geçmemişsin.”

“Bir gün geçeceğim,” dedi basitçe.

Nathrezim dudak büktü. “Lejyon adına affedilmeyecek sayısız şey yaptım. Tekrar ve tekrar soykırımlar gerçekleştirdim. Işık yine de beni günahlarımdan arındırdı. Senden asla umudumu kesmeyeceğim, Alleria Windrunner. Asla.”

Turalyon kadının yüzünü inceledi. Eşini çok iyi tanıyordu. Lothraxion’un sözlerini takdir ediyordu…ancak onlara inanmıyordu. “Alleria, git. Burayı terk et.”

Acı kadının gözlerinde parladı. “Hayır.”

“Kalmanı canı gönülden dilerdim.” Turalyon’un sözlerinde öfke yoktu, yalnızca acı verici gerçeklik vardı. “Xe’ra senin burada kalmana izin vermez. O… Gitmen gerek, Alleria. Hâlâ yapabiliyorken gitmen gerek. Onun ne yapacağını bilmiyorsun.”

Gayet iyi biliyorum. Ve ardından ne yaşanacağını da.”

Muazzam ve korkutucu bir varlık holü doldurdu. Turalyon kutsal gazabın Alleria’nın üzerinde toplandığını hissedebiliyordu. Yanına bir adım attı. “Xe’ra, lütfen, merhamet et,” dedi.

Onu Gölge’ye müsamaha gösterirse neler olabileceği konusunda uyardım. Ve şimdi de gelip bu mekânı kirleterek saygısızlık etti.

Lothraxion, Işık’ın Annesi’nin girdap gibi dönen gücü önünde diz çöktü. “Sözlerimi duy. Leydi Alleria Windrunner bizi kurtarmak için geri döndü; burada kabul edilmeyeceğini bile bile. Cesaret, onur, diğerkâmlık… bu erdemler hâlâ yüreğinde var olmaya devam ediyor.”

Işık’ın sizler için seçtiği yoldan saparsanız erdemlerin hiçbir anlamı kalmaz.

Ancak Xe’ra tüm öfkesine rağmen duraksadı.

Turalyon zihnini naaruya açtı; kuşkularını, kederini ve azmini görmesine izin verdi. “Sana yalvarıyorum, Xe’ra, ona zarar verme.”

Xe’ra’nın acımasız bakışları adamın ruhunu sorguladı ve sonrasında da sevdiği kadına döndü.

Alleria Windrunner. Hiçlik’i ardında bırakıp Işık’a bağlılık yemini edecek misin?

Alleria korkusuzca konuştu. “Yok olana kadar Yakan Lejyon’a karşı savaşacağım.”

Soruma cevap ver.

“Farklı yollardan ilerliyoruz ancak düşman değiliz. Bunu bizzat gördüm. Lejyon’a karşı verilen son savaşta Işık’ın Ordusu’na katılacağım ve beraber iblisleri alt edeceğiz.”

Hayır, Alleria. Katılmayacaksın. Doğruluğun yolunu tekrar benimseyene kadar burada hapis kalacaksın. Ön gördüğüm şeyleri lekelemene izin vermeyeceğim.

“Ne gerekiyorsa onu yap.”

Alleria, Işık’ın Ordusu üyeleri kendisini Xenedar’ın farklı bir köşesinde hapsetmeye götürürken karşı koymadı. Turalyon ardından gidişini izledi. Kadın güven verici bir gülümsemeyle dönüp kendisine baktı.

Lothraxion, Turalyon’un yanında bekliyordu. “Geri dönecek. İnancını kaybetme.”

“Hâlâ Işık’ın amacına inanıyorum. Fakat…Alleria’ya da güveniyorum. Her zaman güvendiğim gibi.” Lothraxion’a baktı. “Bu beni bir ahmak yapar mı?”

“Eğer yaparsa o zaman ikimiz de ahmağız demektir, kardeşim.”

Şifacılar yaralarıyla ilgilenmeye geldiğinde Turalyon sakince oturdu. Onları güç bela fark ediyordu. Düşünceleri alev alev yanıyordu. Kaderi kendisinden gizleniyordu. Ne olacağını göremiyordu.

Ancak tüm bu karmaşanın içinde sığınabileceği bir yer vardı. Sakin bir yer.

Her ne olursa olsun Alleria’ya güveni sarsılmayacaktı. Onun için savaşacaktı. Ve o da kendisi için. Turalyon bundan emindi.

En azından bu ona huzur veriyordu.