Turalyon tek başına hareket etmeden duruyordu; sessizlik içinde bir dünyanın ölümüne şahit oluyordu.
Kara Geçit’in kapatılmasının ardından sadece birkaç saat geçmişti. Draenor toprakları paramparça olmuştu. Kıtalar yarılmıştı. Okyanuslar kaynamış, kabarıp buharlaşmıştı. Kocaman toprak parçaları göğe fırlamış, öylece duruyorlardı; havada asılı hâlde kendi etraflarında yavaş yavaş dönüyorlar ve adeta yeryüzüne inmeyi reddediyorlardı. Gerçekliğin örgüsü çözülüyor gibiydi.
Turalyon sakindi. Korkmuyordu. Işık onunlaydı. Burada, bu tuhaf yerde bile…
Burası Draenor değildi.
Draenor gibi gözüküyordu, evet; ancak kendisi gerçekten orada değildi. Cehennem Ateşi Yarımadası’nın çatlamış kızıl toprakları ayaklarının altında uzanıyordu, evet; ancak kendisi gerçekten orada değildi. Uzakta İttifak’ın aceleyle inşa edilmiş olan geçici üssü Onur Kalesi’nin depremlere ve sarsıntılara karşı inatla ayakta kaldığını görebiliyordu.
Ancak kendisi gerçekten orada değildi.
Turalyon orada bulunmuştu tabii ki. Yalnızca birkaç saat önce orada ölüm kalım savaşı vermişti. Cehennem Ateşi Yarımadası orklarla, İttifak askerleriyle, parçalanmış savaş makineleriyle, düşenlerin cansız bedenleriyle, bir kenara atılmış silahlarla ve savaşın diğer tüm enkazlarıyla dolmuştu.
Şimdiyse bunların hiçbirini görmüyordu. Bir savaş yaşandığına dair herhangi bir emare yoktu. Yalnızca boş, ölü toprak onu çevreliyordu. Kendisine Draenor’un yok oluşunu izleme talihsizliği sunulmuştu… ancak hayır, gerçekten orada değildi.
Bilmediği başka bir düzlemdeydi. Gökyüzü karanlıktı, girdap gibi dönüyordu ve birbirine zıt, tuhaf güçlerle doluydu. Uzakta gökte asılıymışçasına duran birçok farklı dünya görebiliyordu; uzansa dokunabilecekmiş kadar yakın ancak hayal edilemeyecek kadar uzaktalardı. Işık’ın ve Gölge’nin birbirine karıştığını hissediyordu. En temel ve kontrol edilemez güçler olan kaos ile düzenin, yaşam ile ölümün burada çarpıştığını da.
Bulunduğu yeri hiç bilmiyordu. Oradan nasıl kaçabileceğini de… Tanıdık bir sima görebilmek için bekliyordu. Khadgar. Danath. Kurdran. Alleria. Herhangi birinin hayatta kalıp kalmadığını merak etti.
Açıklıkta öylece durup Işık’ın bedeninden akıp yayılmasına izin verdi. Sabredecekti. Orada bulunan her kim olursa olsun ona yol gösterici olacaktı.
Vakit geçti. Karşısına hiçbir şey çıkmadı.
Ancak bu, orada hiçbir şey olmadığı anlamına gelmiyordu. Turalyon doğudan kendisini izleyen bir çift göz olduğunu hissetti. Karanlık amaçları olan bir çift göz. Saatler akıp gidiyor olsa da avına kilitlenmiş bakışların verdiği rahatsız edici his geçmedi. Oradaki her ne ise kana susamıştı.
Turalyon, suskunluğu bozmak için yükses sesle konuştu. “Varsın, gelsin. Varsın Işık’ın kudreti neymiş, görsün.”
Hemen arkasından, batı yönünden bir ses yükseldi. Tanıdık bir ses. Tekrar duyabilmek için yalvardığı bir ses.
“Turalyon!”
Gülümseyerek döndü. Onu bulmuştu. “Alleria! Işık’a şükürler ol-”
Nefesi düğümlendi. Kadının yayı gerilmiş, kirişine bir ok yerleştirilmişti. Kalbini hedef alıyordu.
Kadın oku attı. Yayın salınma sesinin ardından tek bir kelime söyledi:
“Sol!”
Turalyon tereddüt dahi etmedi. Hemen başını sol tarafına doğru eğerek savruldu. Okun yanından hızla geçip giderken yarattığı o hafif esintiyi ensesinde hissetti. Kavisle ilerleyen ok, yüzlerce adım ötede yere saplandı. Turalyon, okun kızıl toprağın üstünde tüyleri titreşerek dimdik durduğunu görebiliyordu.
Alleria Windrunner yeni bir ok çekerken yavaş adımlarla yaklaştı. Yayı toprağa bakacak şekilde alçakta tutuyordu. Başı dönüp duruyor, gözleri oradan oraya bakıyor ve bir hedef arıyordu. “Özür dilerim. Benim solumu kastetmiştim, seninkini değil.”
Turalyon uzaktaki oka şöyle bir bakış attı. “Reflekslerimi mi deniyorsun, yoksa bir şey mi gördün?”
“Bir şey gördüm.”
“Tüh. Ben de senin reflekslerini denemekten mutluluk duyardım. Söylemen yeter, kalkanımı sana doğru fırlatırım.”
Alleria’nın dudakları bir anlığına hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Belki daha sonra.” Birkaç dakika önce Turalyon’un durduğu yerde duruyor ve yeri inceliyordu. “İzler.” Az ilerilerini işaret etti.
Turalyon kuru toprakta kendi botlarının bıraktığı izleri görebiliyordu. Ancak bir adım ötesinde belli belirsiz üçüncü bir iz daha vardı. Bir şey arkasında durmuştu – hayır, son anda diğer tarafa döndüğü hesaba katılırsa bir şey tam karşısında durmuştu ve Turalyon onu görmemişti. “Neydi o?”
Alleria gözleriyle önündeki manzarayı taramaya devam etti. “Titreşerek parıldayan bir şey gördüm. Sen dönünce bir şekle girdi. Ne olduğunu bilmiyorum. Okum onu vurmadan kaçtı.”
“Bir orktur belki? Ner’zhul’un fel büyücüleri buraya gelmiş olabilirler.”
“Ork değildi,” dedi Alleria kendinden emin bir şekilde.
“Okunu geri almalı mıyız?”
Alleria ona baktı. “Burası Draenor değil. Nasıl çıkacağımızı biliyor musun?”
“Hayır, değil ve bilmiyorum,” dedi Turalyon.
“O zaman kaynaklarımızı muhafaza etmeliyiz.”
Oku yaklaşık iki yüz adım öteye düşmüştü. Beraber oraya doğru yürüdüler. Aradaki mesafe boyunca tek kelime etmediler.
Turalyon çekicini elinde taşıyordu ancak oldukça keyifliydi -Alleria onu bulmuştu. Kara Geçit’teki savaş daha önce yaşadıklarına hiç benzemeyecek kadar vahşiceydi. Orda ile iki farklı dünyada çarpışmıştı ancak onları hiç bu kadar çaresiz görmemişti. Savaşşefleri olan Ner’zhul, Kara Tapınak’ta yeni dünyalara köprüler açabilmek için Azeroth’tan edindikleri güçlü nesneleri kullanmıştı. Fakat büyüleri kontrolden çıkmıştı. Draenor üzerinde sayısız geçit yarığı açılıp kapanmaya başlamış, varoluşun örgüsünü parçalamıştı. Kaçılabilecek tek yer Azeroth’tu.
Ancak kontrolden çıkmış olan bu yıkım, Kara Geçit üzerinden Azeroth’a akmaya ve gezegeni tehdit etmeye başlamıştı.
İttifak Seferi, dünyalarını korumak için hemen harekete geçmişti. Alleria ile Turalyon, iki dünya arasındaki geçidi kapatmaya çalışan Khadgar’a yeterince zaman kazandırabilmek adına dehşete kapılmış orklar dalgalarını tutabilmek için sırt sırta savaşmışlardı; üstelik kendilerinin de ölmekte olan Draenor’da kısılı kalacaklarını biliyorlardı. Tüm bu kaosun ortasında, hemen yakınlarında bir geçit yarığı daha açılmıştı. Tereddüt etmeden bu yarıktan geçmişlerdi zira oldukları yerde durmaktansa evrendeki herhangi bir yere gitmenin çok daha güvenli olduğunu düşünmüşlerdi. Fakat bu sırada birbirlerinden ayrı düşmüşlerdi.
İttifak Seferi’nin geri kalanının nerede olabileceğini tahmin etmek mümkün değildi. Belki de hâlâ Draenor’da bulunuyorlardı. Belki de burada, bu tuhaf düzlemdelerdi. Belki de evrenin çok uzak bir köşesine kaçmışlardı. Turalyon’un hiçbir fikri yoktu.
Yine de en azından Işık, Alleria’yı ona geri getirmişti.
Alleria okunu yerden aldı ve sadağına geri koydu. “İzlendiğimizi düşünüyorum.” Yüzünü ekşitti. “Yanılıyor da olabilirim. İçgüdülerim burada pek bir şey ifade etmiyor.”
“Benim için çok şey ifade ediyor.” Turalyon Lordaeron’dayken spor olsun diye avlanıyordu ancak Alleria, Silvermoon’un korucu-komutanıydı. Bir avcı gibi düşünmek onun doğasıydı. “Yaklaştığı zaman hissetmem gerekirdi. Burada serbestçe dolaşan çok fazla enerji var… Daha dikkatli olmalıyım.”
“Burası onun bölgesi. Burada avlanıyor. Asıl tuhaf olan henüz işimizi bitirmemiş olması. Ben olsam çoktan yapardım.” Alleria yayını bir yanına yasladı. “Burayı hiç anlayabilmiş değilim.”
“Ben de,” dedi Turalyon. “Ama beni buldun. Şimdilik bu kadarı yeterli.”
Alleria ona baktı. Gülümsedi.
Sonra bir anda ona sarıldı. Turalyon da onu sıkıca göğsüne bastırdı. “Oğlumuzu tekrar göreceğiz,” diye fısıldadı Alleria.
“Işık’ın izniyle.”
“Işık’ın canı cehenneme. İttifak Seferi geri dönüşü olmayan bir adımdı. Hepimiz bunu biliyorduk. Ancak yine de kalbimin derinliklerinde Arator’u tekrar göreceğimizi hissettim.”
Sevgisi alev alev yanıyor, sözlerini fevrileştiriyor ve Turalyon’un kalbini ısıtıyordu. Fakat kadının duyduğu güveni paylaşmıyordu. “Azeroth’a dönüş yolculuğu uzun sürebilir,” dedi.
“Vaktimiz var.”
“Senin vaktin var.”
Duydukları Alleria’nın başını kaldırmasına sebep oldu. Turalyon da kadının bakışlarına kaçınmadan karşılık verdi. Kendisini anladığını biliyordu: İnsan ömrü kısaydı. Silvermoon elfleri ise Güneş Pınarı’na sahiplerdi ve böylece neredeyse ölümsüzlükle eş değer yaşam süreleri vardı.
“Eğer Işık senin burada yaşlanıp ölmene izin verirse ona çok ama çok sinirlenirim,” dedi Alleria.
Turalyon gülümsememek için zor direndi. “Kendisine söylerim.”
“İyi. Anlaştık o zaman.” Etrafındaki gölgemsi düzleme göz gezdirirken geriye doğru bir adım attı. “Diğerleri de burada sıkışıp kalmış olabilirler. Onları bulmalıyız.”
Turalyon doğudaki Kara Geçit’e doğru işaret etti. “Savaşın en amansız geçtiği yer orasıydı.”
Yola koyuldular. Draenor -ya da en azından bu karanlık yansıması- hâlâ parçalanmaya devam ediyordu. Dünyayı sallayan sarsıntılar onlara bulundukları düzlemde etki etmiyordu. Okyanuslar tamamen buharlaşmış ve geriye yalnızca uzay boşluğu bırakmışlardı. Uzaklarda sıradağlar gökyüzünde süzülüyorlardı.
Alleria’nın da Turalyon’un da düşüncelerini sesli dile getirmelerine gerek yoktu: Eğer başarısız olsalardı Azeroth’un kaderi de aynı olacaktı.
Fakat vakit geçtikçe yıkımın ritmi yavaşlamaya başladı. Draenor’un merkez kıtası bir arada kalmayı başarıyor gibiydi. İttifak Seferi’nin ne kadarı hayatta kalmıştı? Orda’nın ne kadarı?
Yarımadanın doğu sınırına vardılar. Kara Geçit tepeden onlara bakıyordu. Görünürde yaşayan hiçbir canlı yoktu. İttifak yoktu. Orda yoktu.
“Bir başımızayız,” diye karar verdi Turalyon.
Alleria iç çekti. “Bir fikrin var mı?”
Turalyon sırtını Kara Geçit’e vererek bağdaş kurup oturdu. Ağır zırhı, o rahat bir pozisyon bulmaya çalışırken takırdadı. “Hayır. Bizi buradan çıkartabilecek hiçbir şey yapamam. O yüzden Işık’a güvenerek hareket edeceğim.” Parlak bir çember etrafında ışık yaymaya başladı. Gözlerini kapadı ve kutsal gücün içinden akmasına izin verdi. “Kader bizi diğerlerinden öteye sürükledi. Nedenini öğrenmeye hazırım.”
“Pekâlâ. İyice dinlen, Turalyon. Ben nöbet tutacağım.”
Turalyon gözlerini hafifçe araladı. “Yeni dostumuz hâlâ bizi takip ediyor mu?”
“Ediyor.”
“Onu yine gördün mü?”
Alleria duraksadı. “Şu anda bizi kuzey yönünden izlediğini hissediyorum. Sen hissetmiyor musun?”
“Sanırım hissediyorum. Kara Geçit yakınlarında mı?”
“Evet.”
Turalyon, kuzey yönündeki tehlikenin yarattığı dalgaların çalkantısını gerçekten hissetmişti. Mesafesini koruyordu; bu yüzden gözlerini tekrar kapadı. “Peki, bir kamp ateşi hazırlayıp misafirimizi davet et. Belki sadece yalnız ve-”
Armonik bir ses etraflarında gürledi. Turalyon ayaklarının üstüne sıçradı ve çekicini zırhında asılı olduğu kayıştan çekip aldı. Alleria aniden döndü; yayı çoktan çekilmiş, kirişine bir ok yerleştirilmişti. Işık, birkaç adım ötelerinde havada kör edici şekilde parlıyordu.
Bu bir geçit yarığıydı. Turalyon’un bulunduğu düzleme geçit yaparken kullandığının tıpatıp aynısıydı. Bir ses onlara haykırdı. “Bu taraftan, çabuk!”
Turalyon’un şok ifadesi bir anda kayboldu. Yarığın kendisi de, ardındaki varlık da Işık yayıyordu. “Ona güvenebiliriz,” dedi Alleria’ya.
Alleria ona şöyle bir bakış attıktan sonra yayını indirdi. “Pekâlâ.” Yarıktan içeri adım attı. Turalyon da onu takip etti.
Yarı-ölü ağaçlarla çevrili bir ormanın içerisindeki bir açıklığa adım attılar. Geçit yarığı arkalarında kapandı. Yaşadığı kıyametle gümbürdemeye devam eden dünyaya, Draenor’a geri gelmişlerdi. Gökyüzü… Tek bir bakış Turalyon’un nefesinin kesilmesine sebep oldu. Gökyüzü yarılmış, parçalara ayrılmıştı. Göğün geriye kalan maviliklerinin arasında girdap gibi dönen karanlık enerjinin tanıdık görüntüsü yer alıyordu.
Draenor ve diğer düzlem birbirlerinin içine akıyorlardı.
“Siz ikinizi uzun zamandır arıyordum.”
Onları buraya getiren diğer varlık genişçe gülümsüyordu. Sivri dişleri ve uzun, siyah pençeleri vardı; ancak çevresine Kutsal Işık halesi yayıyordu. Alleria aylak bir hareketle yayının bir yayına hafifçe vuruyor, şüphesiz tekrar bir ok çekip çekmemesi gerektiğini tartıyordu.
“Sen de kimsin?” diye sordu Turalyon.
“Ben bir kumandanım. Işık’ın savaşçısıyım. Ve bugün de kaderin elçilerinden biriyim. Adım Lothraxion. Işık’ın Annesi, siz ikinizin tüm yaşayan canlıların kurtuluşunu sağlayacağınızı ön gördü. Sizi kurtarmam için beni gönderdi. Gelin. Oturun. Tartışacağımız çok şey var.”
Üç gün boyunca konuştular. Kısa bir süre sonra Lothraxion tedirgin olmaya başladı; özellikle de Alleria ve Turalyon’u adım adım takip eden görünmez düşmanın varlığını öğrendikten sonra.
“Lejyon’a karşı binlerce yıl savaştım -ki binlerce yıl da Lejyon’un bir parçasıydım- ve Çarpık Düzlem’de o şekilde hareket edebilen bir canlının varlığını hiç duymadım.” Lothraxion’un korkutucu bir çıkarım yapması gecikmedi. “Eğer onu sen bile göremediysen, Turalyon… bu tedirgin edici bir durum. İblislerin Işık’ın nazarından o şekilde kaçamamaları lazım.”
Diğer düzlemde -ki adı Çarpık Düzlem’di ve Alleria bunu hep hatırlayacaktı- geçirdikleri zaman içerisinde başlarına gelenleri dinleyen Lothraxion, peşlerindeki yaratığın Lejyon’un ender rastlanır suikastçılarından biri olduğuna kanaat getirdi. Kil’jaeden, önemli düşmanları öldürmek veya ele geçirmek için özel olarak seçilen birkaç kişiyi bizzat eğitmişti. Eğer ikisini takip etmeye devam ediyorsa onlarla işini bitirene kadar vazgeçmeyecekti.
Bu da Alleria ve Turalyon’un bulundukları yerde bile güvende olmadıkları anlamına geliyordu.
Ah evet, geçen üç gün boyunca üzerine tartışacakları çok şey olmuştu. Bulundukları dünya hakkında; Lejyon ve Orda’nın Azeroth’a saldırısının aslen iblisler tarafından planlandığı hakkında; Işık ve Gölge’nin hayat verdiği evrenlerin birbirine karıştığı kaotik yer olan Çarpık Düzlem hakkında; bu düzlemin nasıl olup da Draenor gibi gerçek dünyaların tuhaf yansımalarını yaratabildiği hakkında konuştular.
Daha da önemlisi, Lothraxion onlara Işık’ın Ordusu’ndan ve Yakan Lejyon’a karşı verdikleri imkânsız savaştan bahsetti. Işık’ın Alleria ve Turalyon’un yardımına ihtiyaç duyduğunu anlattı.
Ancak tüm bu anlatılanlar beklemeliydi. “O yaratığı farkında olmadan sığınağımıza götürme riskini göze alamayız,” dedi Lothraxion. “Öldürülene kadar burada sizinle kalacağım.”
Turalyon böylesine bir yardımı kabul etmeye hazırdı. Ancak Alleria değildi. “Lothraxion, gitmen gerek. Biz kendimizi koruyabiliriz.”
“Bu suikastçının gerçekten ne kadar tehlikeli olduğunu anladığınızı sanmıyorum.”
“Lejyon için hangisi daha büyük bir ödül olur? İki acemi mi, yoksa bir kumandan mı?” Alleria bir anlığına direkt Turalyon’un gözlerinin içine baktı. Lothraxion’a söyleyeceği sözleri dikkatle seçiyordu. “Gittiğinde seni takip edecek. Ona bir tuzak hazırlamalısın. Öldüğünde bize geri dön.”
Lothraxion itiraz eder gibi oldu ancak Turalyon sözünü kesti. “Tehlikenin farkındayız, Lothraxion. Oldukça iyi anlıyoruz.” Alleria’yı başıyla onayladı. “Burada bekleyeceğiz.”
Lothraxion’un gözleri kısıldı. Sessizce ikisini de ölçüp biçti. “Pekâlâ. Ancak sizi savunmasız bırakmayacağım.”
Gitmeden önce Turalyon’a birkaç saat boyunca Işık’ın yolunu nasıl kullanabileceğine dair bilgi verdi. Evet, Turalyon bir paladindi; ancak insanlar bu kutsal gücü savaş meydanlarında kullanmaya başlayalı çok olmamıştı. Lothraxion ise bunu binlerce yıldır yapıyordu. O gittikten sonra Turalyon ışık saçmaya başladı. Kelimenin gerçek anlamıyla parlıyordu.
Alleria için bu durum, güneşin batmasıyla birlikte büyüsünü kaybetti.
“Lütfen durur musun? Gece görüşümü mahvediyorsun,” dedi tatlı bir dille.
Turalyon oldukça eğleniyordu. “İhtişamım seni rahatsız mı ediyor? Adalet ve umudun dizginlenemeyen gücüne fazla derinlemesine mi daldım?”
“O ihtişamın seni uyurken öldürmek isteyecek birini engelleyebilecek mi?”
“Aslında engelleyebilir,” dedi Turalyon. Yine de pes etti. Zırhını ve çekicini saran Işık yavaşça söndü. “Yeni dostumuz hakkında ne düşünüyorsun? Gerçek niyetini Işık’ın gücünü kullanarak hissedemediğini biliyorum.”
Alleria, oklarının uçlarını düz bir taşa sürterek bilemeye başladı. “Anlatacak çok şeyi vardı. Hiçbiri yalanmış gibi gelmedi.”
Turalyon yere baktı, sesi bir fısıltıdan az daha yüksek çıkıyordu. “Peki bizden istediğiyle ilgili ne düşünüyorsun?”
Yalnızca metalin taşa sürtünme sesinin böldüğü uzun bir sessizlik oldu. Bu durgunluk ikisinin de üzerine yük gibi çökmüştü. Uzaklarda hâlâ devam eden sarsıntılarla huzursuzlaşmış Draenor vahşi yaşamının bağırışlarını duyabiliyorlardı.
Alleria sonunda taşı yere koydu. “Işık’ın Annesi bizi Çarpık Düzlem’den kurtardı. Eğer bizim burada birkaç gün daha beklememizi istiyorsa sorun değil. Fakat… başka bir savaşa katılmamızı istemesi…”
Cümlesini bitirmedi. Gerek de yoktu. Turalyon sadece başıyla onayladı. “Eğer Işık bizi önce Azeroth’a götürebilirse onun için bir ordu hazırlarız. Sadece ikimizden çok daha işe yarar bir güç olur.”
“Kesinlikle.” Ve böylece gecenin geri kalanında konuşmaya devam ettiler.
Gökyüzü ağarmaya başladığında sırayla uykuya daldılar. Öğle vakti geldiğinde ikisi de yeterince dinlenmişti. Şimdi yapmaları gereken tek şey öldürülmesi gereken iblisi beklemekti. Alleria, Lothraxion’un kendisinden ne istediklerini anladığından emin değildi; ancak en azından yardımcı olmayı kabul etmişti. Ne kadar süreceğini kestirmek imkânsızdı. Haftalarca ya da aylarca beklemeleri gerekecekse kaynaklarını dikkatli kullanmaları gerektiği konusundaki uyarısı hâlâ geçerli sayılırdı.
Yiyecek ve su stokları azalıyordu. Turalyon bir nehir bulmak için kamptan ayrıldı. Alleria ise yakındaki ormana birkaç kapan yerleştirdi. Turalyon geri döndüğünde kamp alanının sınırında geziniyor, dikkatlice toprağı inceliyordu. Başını kaldırıp kaşlarını çatmış bir şekilde adama baktı. “Su nerede?”
Turalyon başını iki yana salladı. “Su bekleyebilir. Kalktığımdan beri aklımda olan bir şey var. Tüm geceyi savaştan konuşarak geçirdik ama oğlumuz hakkında tek kelime etmedik.”
“Mathain hakkında daha sonra da konuşabiliriz.”
“Eğer birimiz savaşa gidecekse diğerimiz onunla kalmalı.” Kadının yanına yaklaştı. “Onu yetim bırakma riskini göze almak doğru değil. Özellikle de buraya gelerek çoktan bunu yaptığımızı düşününce.”
Alleria bakışlarına gözlerini kırpmadan karşılık verdi. “O güvende olacak. Söz veriyorum.” Eli adamın çenesine uzandı.
Fışk.
Hançeri adamın boynuna kolayca girdi.
Turalyon’un gözleri hayretle açıldı. Geriye doğru sendeledi, eliyle boğazını tutup hızla akan kanı durdurmak için boş yere çabaladı. Hançer kabzasına kadar saplanmıştı.
Alleria tek bir acıma belirtisi olmadan izledi. “Oğlumun adı Arator, iblis.”
Turalyon gibi görünen yaratık öfkeyle kükredi ve kadına doğru sendeleyerek iki adım attı. Bir elinden yeşil alevler fışkırırken diğerinde bir hançer belirdi. Alleria suikastçının yanına doğru kaçarak saldırısından korundu, yaratığın dirseğini kavradı ve etrafında döndü. Yaratık, bir kolu olmaması gereken bir açıyla bükülmüş şekilde yere çakıldı; elindeki hançer yere düşüp buharlaşarak kayboldu. Acı ve öfkenin gürüldeyen feryatları ağaçlardan yankılandı.
Alleria yayını ve oklarını alırken yaratığın avazı çıktığı kadar bağırmasına izin verdi. Birkaç adım ötesinde çalılar hışırdadı ve Turalyon -gerçek Turalyon- çekicini elinde tutar bir şekilde açıklığa adım attı. Alev alev yanan Işık adeta duman gibi üstünde tütüyordu. “İyi iş çıkardın,” dedi amansızca.
“Sabırsızdı. Ben olsam birkaç gün daha beklerdim. Her yere de izimi bırakmazdım.” Alleria bir ok çekti. “Hangisi daha değerli? Bir kumandan mı, yoksa iki acemi mi? Görünen o ki iki acemi daha değerli. Enteresan. Bunun hakkında konuşmalıyız.”
Suikastçı hırladı ve ayağa kalkmaya çabaladı. Turalyon’un çekici onu olduğu yere geri mıhladı. Hem de oldukça sertçe. Turalyon’un birkaç el hareketi ile birlikte yaratığın girdiği kılık aniden yok oldu ve gerçek formu gözler önüne çıktı: yüzü acıyla burulmuş uzun, zayıf bir iblisti. Lothraxion haklıydı. Bu, alışılmadık bir eredardı. Kararmış ölü gözlerinden siyah dumanlar çıkıyordu.
Alleria yanında dikildi, yayı direkt onu hedef alıyordu. “Sen Yakan Lejyon’un hizmetkârlarından birisin, değil mi?”
İblis kadına doğru gülümsedi. “Ben sonu gelmez bir ordunun küçük bir parçasıyım. Bitmek bilmez bir gücün ucundaki mızrağ—-AAAHHHH!” Salınan ok yerini bulmuştu. Alleria hemen bir tane daha çekip aynı acıyı verecek farklı bir noktaya yöneltti. Sorusunu tekrar sormadı. İblis tükürüp lanet etti. “Evet, ben Yakan Lejyon’un bir parçasıyım, seni solucan! Seni ten-lanetli fâni budala! Küstah pislik, Lejyon’un görkemli efendisinin karşısında pisliğin içinde sürünmeye mahkums-” İkinci ok da yerini bulurken yaratık acıyla uludu.
Alleria başını salladı. “Bizi günlerce takip ettin. Neden yaptığını anlat.”
İblis kıkırdadı. Acı onu neredeyse deliliğin eşiğine getirmişti. “Kader etrafınızda ağlarını örüyor. Bunu hissedebiliyorum. Bunu görebiliyorum. Bunu bu dünyanın her yerinde gördüm. Sonra heeepsi patladı, bir sürü küçük parlak ışık söndü. Siz ikinizinki hariç. Siz hayatta kaldınız. Bu da kaderin planları olduğu anlamına geliyor…” Yaratık bir anda aklını yitirmişçesine kahkahaya boğuldu.
Turalyon kalkanını kaldırdı. “Belki de haklısındır. Ama bunun gerçekleştiğini görecek kadar yaşamayacaksın.”
İblisin gözleri alev alev yanan öfkeyle dolup taşmıştı. “Tekrar karşılaşmayacağımızı mı düşünüyorsun? Sizi bulacağım. İkinizi de. Ruhlarınızı adeta bir gerdanlık gibi boynuma asıp taşıyacağım ve siz sonsuza kadar acı çekeceksiniz. Ve sonrasında oğlunuzu, Arator’u da bulup onun Sargeras’ın önünde diz çökmesini sağlayacağım ki efendimizin görkemiyle yanarken izlemek zorunda kalasınız. Kazandığınızı mı sanıyorsunuz? Gerçekten-”
Alleria yayını saldı. Oku iblisin kafatasının içine gömüldü.
İblisin dudakları herhangi bir ses çıkarmadan bir süre oynamaya devam etti. Yaratık birkaç kere seğirdi. Sonrasında ise hareketsiz kaldı.
Alleria, Turalyon’a özür dilermişçesine omuz silkti. “Üzgünüm. İşin bitti mi diye sormam gerekirdi.”
“Arator’un ismini söylemesinden ben de hiç hoşlanmadım.”
İblisin bedeni için için yanarak toza dönüştü; esintiyle birlikte havaya karışıp kayboldu. Geride hiçbir şey kalmamıştı.
Işık’ın Ordusu kendilerini izliyor olmalıydı. Suikastçıyı öldürmelerinin üstünden bir saat bile geçmemişti ki parlak Işık, Alleria ile Turalyon’u sessizce karşıladı. Işık’ın görkemiyle çevrelenmişlerdi; zihinleri ise farklı bir yaradılış düzlemine yükseldi.
Turalyon aralarında başka bir varlığın mevcudiyetini hissetti; öylesine engin bir kudrete sahipti ki tüm Işık adeta bu varlıktan akıp yayılıyor gibiydi. Alleria’nın nefesinin hayretle kesildiğini duydu. Işık’ın bu huzurlu gücünü daha önce hiç deneyimlememişti.
Turalyon bile daha önce böylesine yoğun bir şekilde hissetmemişti.
Zarif, nazik ancak sarsılmaz bir ses onlarla konuşmaya başladı. Bu, Işık’ın Annesi’ydi.
Azeroth’un iki evladı. Alleria. Turalyon. Ben Xe’ra. Zarar görmemiş olmanıza memnun oldum ancak yine de katlanmak zorunda kaldıklarınız için gözyaşı döküyorum.
Karşılık veren Alleria oldu. “Bizim için üzülmeyin. Dünyamızı kurtarmak adına savaşa gittik. Azeroth güvende.”
İşte tam da bu yüzden üzülüyorum. Fâni yaşamın yalnızca bir hayal olduğu Başlangıç’ta oradaydım. Böylesine korkunç tehlikelerle yüzleşmek için sizin gibi varlıkların yardıma çağrılacağını düşünmek… Bu bana acı veriyor. Eğer diğerleri başarısız olmasalardı, eğer ben başarısız olmasaydım, bu yükü taşımak zorunda kalmayacaktınız.
“Yine de bunu memnuniyetle taşıyoruz çünkü yapmak zorundayız,” dedi Turalyon. “Burada neler oluyor? İblis kaderin üzerimizde izini bıraktığını söyledi.”
Siz ikiniz, içinizde evrenin umudunu taşıyorsunuz.
Turalyon, Xe’ra’nın formunu görmeye başladı. Adeta kutsal gücün kudretiyle bir arada duran ve ışık saçan canlı kristallerden oluşuyordu. Daha önce gördüğü hiçbir varlığa benzemiyordu. Ancak yine de…sanki onu hep tanıyormuş gibiydi. Işık’ın yolunu kullanarak gerçek doğasını algılayabiliyordu; tıpkı Xe’ra’nın da onun doğasını algıladığı gibi. “Lothraxion yıldızlar ötesindeki bir savaştan bahsetti. Bu savaşta bizim nasıl yardımcı olabileceğimizi anlamıyorum.”
Savaş çok önceleri kaybedildi. Yakan Lejyon, evrenin kaderini değiştirdi. Şimdiyse tüm hayatlar hızla kayboluşa doğru gidiyorlar. Bu yüzden…bir umut aradık. Büyük Karanlık’a bakarak parıldayan ışıklar bulmaya çalıştık. Binlerce ölü dünyanın viranesinin ardında hâlâ yaşayan ve gelişip büyüyen topraklar var.
“Azeroth,” diye fısıldadı Alleria.
Aralarındaki en parlak ışık o. Lejyon’un on bin yıl önce dünyanıza gelmesine sebep olan da buydu. Halklarınızın cesareti ve iblislerin kibri sayesinde Lejyon ilk defa mağlubiyeti tattı. Ancak hatalarından ders çıkarıyorlar. Draenor’daki orklar yeni stratejilerinde kullandıkları piyonlardı. Onlara karşı koydunuz ve Lejyon bundan da ders çıkaracak. Azeroth’a bir sonraki saldırılarının ne zaman olacağını kestiremiyorum; ancak çok yakın zamanda gerçekleşeceğini söyleyebilirim.
Alleria kesin konuştu. “O zaman Azeroth’a geri dönmeliyiz. Tüm ulusları savaş için bir araya getiririz.”
Yeterli olmayacaktır.
“Olacaktır.”
Kutlu varlığın sesi kederle yankılandı.
Yeterli olmayacak. Lejyon dünyanıza karşı Yakan Sefer’i başlatmaya hazır bile. Yalnızca bir yola ihtiyacı var. Orda bunu neredeyse onlara sağlayacaktı.
Bir görü belirdi. Kamburlaşmış ve şekli bozulmuş bir ork fel büyücüsü Orda’dan uzaklara yelken açmıştı. Turalyon kim olduğunu anladı: Gul’dan adını verdikleri orktu.
Aşırı kibri onun sonu oldu. Eğer başarılı olsaydı her şey kaybedilecekti. Ancak Orda Azeroth’tan kaçalı ne kadar zaman geçti? Dünyanızın zaman anlayışıyla kaç yıl oldu?
“Üç yıldan biraz az,” dedi Turalyon.
Lejyon’un yeni savaş yolları bulabileceği onlarca yılı vardı.
“Anlamıyorum.”
Zamanın örgüsü her daim ileriye doğru akar; ancak Çarpık Düzlem’in enerjileri önceden kestirilemez. Bakın.
Başka bir görü belirdi. Ortaya kocaman bir okyanus çıktı ve Alleria ile Turalyon, suyu altüst eden muazzam bir anaforla karşılaştılar. Anafor iki ağaç dalı taşıyordu; bunlardan biri suların sakin olduğu kenardaydı, diğeri ise merkezine yakındı. Kenardaki dal yavaşça, adeta miskince sürükleniyordu. Merkeze yakın olan ise şiddetle savruluyor, anaforun içinde sayısız kez dönüp duruyordu. Fırtınalar suları bulandırıyor, akıntıları sarsıyor, mevcut düzeni daha da kaotik hâle getiriyordu.
Turalyon yavaş yavaş anlamaya başladı. Aynı okyanustu, aynı sulardı; ancak benzer güçler tarafından farklı şekillerde etkileniyordu. Azeroth, evrenin daha çalkantılı kısımlarına nazaran çok daha yavaş hareket ediyordu.
Yakan Lejyon savaşa hazırlanmak için dilediği kadar vakte sahip. Kurbanlarının ise neredeyse hiç vakti yok. Sizin dünyanız parıldayan ışıklarla dolu bir yer; ancak henüz hazır değil.
Görü değişti. Yer altındaki bir höyük hapishanesi belirdi. Bir hücrede tek başına duran bir elf göründü. Yüzü duygusuz ve donuktu. Turalyon bu elfin ruhundaki nefreti ve kararlılığı hissedebiliyordu.
Işık bir gün bu canlının dertli kalbini iyileştirecek ve o, en kudretli şampiyonumuz olacak. Yakan Lejyon’u yok edecek.
Turalyon’un zihni sorularla çalkalanıyordu. “Öyleyse… Lejyon neden bizden korkuyor?”
Dünyanızı arkanızda bıraktığınızda kaderin uçsuz bucaksız enginliklerinde yeni olasılıklar dalgalanmaya başladı. Gelecek, çağlar ardından ilk defa bir umut parıltısına tutundu. Işıklarınız evren boyunca birlikte hareket etti. Başka bir şeye ulaşana kadar yolculuk ettiniz. Yeni bir şeye… Görmemem gerektiğini düşündüğüm bir şeye. Bir zümrüt yıldız. Bir anlığına oradaydı, sonrasında ise kayboldu.
“O neydi peki?”
Bilmiyorum. Lejyon’un tüm meraklı gözlerden sakladığı bir şey. Oraya ulaştığınızda Yakan Lejyon’u nasıl alt edeceğimizi sonunda öğrenmiş olacağımıza inanıyorum. İblisler de bunu biliyorlar. Bu yüzden sizden kurtulmak için bir suikastçı gönderdiler.
Alleria hafifçe güldü. “Onun için pek iyi sonuçlanmadı. Yok oldu.”
O iblis ölmedi.
“Maalesef aynı görüşte değilim.”
Sadece onu taşıyan bedeni yok ettin. İblisin ruhu Çarpık Düzlem’e geri döndü. Zaman içerisinde yeniden hayat bulacak ve efendilerinin kendisine verdiği görevi tamamlamak için kaldığı yerden devam edecek: İki parlak ışığın umudunu söndürmek için.
Alleria alçak sesle bir lanet okudu. İblis Arator’u tehdit etmişti ve her an geri dönebilirdi. Alleria’nın ses tonu sertti. “Bir oğlumuz var.”
Biliyorum. Akıl almaz bir fedakârlık yapmanızı istiyorum.
“Anlamıyorsunuz. Eğer ikimiz de burada ölseydik Arator yetim büyüyecekti. Yine de onu ardımızda bıraktık. Yüreğime bak. Neden yaptığımızı gör.”
Saf ve kusursuz bir sevgi görüyorum.
Turalyon’un eli Alleria’nınkini buldu ve sıkıca tuttu. Alleria da onun elini sıktı. “Arator’u, halkımı ve dünyamı korumak için her şeyi yaparım. Eğer dünyamı yok etme peşinde koşan düşmanlar varsa durup dinlenemem. Gerekirse canımı feda ederim. Ama oğlumu tekrar göreceğimi biliyorum. Azeroth’u terk etme kararı aldığımdan beri bunu biliyordum.”
Memnun oldum. Henüz Işık’ı gerçekten bilmiyor olsan da seninle çoktan konuşmaya başlamış.
“İttifak Seferi’nin geri kalanını bulmalıyız. Eğer Lejyon biz ikimizden korkuyorsa hep birlikte hareket ettiğimizde karşımızda titreyecektir,” dedi Turalyon.
Onların kendi yazgıları var. Siz yokken dünyanızda -ve bu dünyada- daha birçok savaş yaşanacak. Azeroth’un zaman içerisinde onların yardımına ihtiyacı olacak.
Konuşmaları saatler boyunca devam etti. En sonunda Alleria ile Turalyon bir karara vardılar. Korkunç, imkânsız bir karardı.
Verilmesi gereken bir karardı.
Görüler yavaşça solup kayboldular. Alleria ile Turalyon yine Draenor’daki ormanın ortasındalardı. Yakınlarında bir geçit yarığı açıldı. Parlak Işık içinden taşıyor, parçalanmış dünyayı aydınlatıyordu.
“Oğlumuzu tekrar göreceğiz,” dedi Alleria.
“Işık’ın izniyle.”
Yarıktan içeri adım attılar.
Diğer tarafta birçok varlık onları karşılamak için bekliyordu. Lothraxion, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle oradaydı. Xe’ra hemen üstlerinde havada süzülüyordu; varlığı, kendisine çokça ihtiyaç duyan bir evrende umudun yol göstericisi gibiydi.
Hoş geldiniz, Alleria ve Turalyon. Işık’ın Ordusu’na hoş geldiniz.
Evinize hoş geldiniz.