Lorekeeper

ARTEFAKT ÖYKÜLERİ: MONK

Brewmaster – Fu Zan, The Wanderer’s Companion


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı

Bu efsanevi asayı bir zamanlar bir hozenın taşıdığını duymuşsunuzdur. Bu bizi endişelendirmişti. Hem de fazlasıyla. Artefaktı dikkatle inceledik ve (bizlerin düzeltemeyeceği) herhangi bir hasar verilmediğini duymak sizi de memnun edecektir.

Görünen o ki Maymun Kral’a yeterince itibar etmemişiz. Azeroth üzerindeki en hürmetkâr canlı olmayabilir ancak bu silaha saygı duyduğu çok açık. Gerçek gücünü anlayabilmemiz için bize yardım bile etti. Fu Zan gerçekten çok tuhaf bir yolculuğa çıkmıştı.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Bir

Çok uzun zaman önce Bekçi Freya, Azeroth’un doğal yaşamına yön verecek bir varoluş düzlemi yarattı: Zümrüt Rüya. Yarattığı bir tohumu, Ebedi Çiçekler Vadisi’ndeki güçlü enerji kaynağının yanına dikti.

Vadinin gücünü şevkle emen bu ağaç, güçlendi ve büyüdü. Etrafında başka ağaçlar yetişmeye başladı. Hem Rüya’da hem de gerçek dünyada yemyeşil ormanlar bölgede hayat buldu. Bekçi Freya bu ağaca Fu Zan adını verdi ve kendisine uzun yolculuklarında eşlik etmesi için dallarından bir baston yaptı.

Bu asa en başından beri Azeroth üzerinde süregelen önemli işler başarmış efsanevi canlıların ve ölümsüz ruhların yanında yer aldı.

Maymun Kral’ın eline de düşecekti ama… Bu çok sonralarıydı.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm İki

Azeroth’un baştan düzenlendiği dönemde, Bekçi Freya’nın özenle çalıştığı yerlerde doğal yaşam oldukça güçlü bir şekilde zenginleşti. Küçük bir grup sıra dışı hayvan, beklentilerin ötesinde fevkalade bir güçle büyüdü; öyle ki daha sonraları Yaban Tanrılar olarak bilineceklerdi.

Her birinin kendine özgü bir kişiliği vardı ancak Freya, aralarından dört tanesinin barışa ve bilgeliğe karşı duydukları ortak bir bağlılık olduğunu fark etti. Bir ejder, bir öküz, bir turna ve bir kaplandan oluşan bu dörtlü, Ebedi Çiçekler Vadisi’nin yakınlarında bir araya gelmişlerdi. Freya, onların şefkatinin bölge için hayırlı bir şey olduğunun farkındaydı. Nitekim bu dörtlü, Pandarya sakinleri tarafından Aziz Semaviler olarak adlandırılacaklardı.

Freya bir gün endişeli bir şekilde semavilere yaklaştı. Anlattığına göre kuzeyde büyük bir karanlık vardı ve onunla yüzleşme vakti yakındı. Güvenle saklamaları için asasını onlara teslim etti. “Eğer sizleri bir daha göremezsem bu asayı Azeroth’un evlatlarından birine verin,” dedi. “Savaştan nefret eden ve barışı seven birine.”

Freya bir daha geri dönmedi. Yeşim Ejder Yu’lon, asayı güvende tutacağına yemin etti. Binlerce yıl boyunca, mogu imparatorluğunun karanlık hükümdarlığı döneminde bile asayı saklamaya devam etti.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Üç

Güneyde, Ebedi Çiçekler Vadisi’nin yakınlarında kabileler kuran, kasabalar ve hatta imparatorluklar inşa eden yeni canlılar ortaya çıktı. Bu canlılar jinyular, pandarenler, hozenlar ve daha nicesiydi.

Yu’lon’a göre Fu Zan bu ırklardan birine verilecekse ya jinyulara ya da pandarenlere teslim edilmeliydi. Hozenlar böylesi bir hediyenin bahşedilmesi için fazla şiddet dolulardı. Çoğunlukla bencil ve öngörüsüzlerdi, birlikte kendilerine ait bir medeniyet kurabilecek kadar çalışmaya yatkın değillerdi.

Ancak zaman geçtikçe Yu’lon, kendi varsayımları konusunda şüpheye düştü. Zaten bilgelik ve cesaret farklı şekillerde vücut bulabilirdi, değil mi? Kısa hayatları olan fevri hozenları küçük baş belaları olarak görmek kolaydı; ancak sahip oldukları hayatlarını dolu dolu yaşıyorlardı.

Yu’lon, Fu Zan’ın kendi bilincini kazanmaya başladığını fark etti. Yeni bir yoldaşa ihtiyacı vardı. Yeşim Ejder, yakın bir zamanda Freya’nın dileğini yerine getirmesi ve Fu Zan’ı hak eden bir fâniye vermesi gerektiğini biliyordu. Ve bir hozena teslim etmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Dört

“Savaştan nefret eden ve barışı seven birine verin.”

Yu’lon, sıra dışı bir hozenı gözlemlemeye başladığında Freya’nın sözlerinin gerçekliğini anladı. Bu hozen kendisine Maymun Kral diyordu.

Bu hozen, Kadimler Savaşı başlamadan yalnızca birkaç yıl önce yönetmesi adeta imkânsız bir topluluğun lideri olmuştu. Bir damla bile kan dökmeden yükselmişti. Tüm hozen kabileleri tarafından seviliyordu.

Tüm bunları nasıl başarmıştı? Ne de olsa hozenlar durmadan savaşıyorlardı. Durmadan. En basit sebepler için hem de. Herhangi bir anlaşmazlık onların şiddete başvurmaları için yeterliydi.

Maymun Kral bunu biliyordu. Böylece kabilelerin hepsine aynı şeyi söyledi: “Ben Maymun Kral’ım. Kabilen beni tüm kalbiyle destekliyor.” Tek yaptığı buydu. Ne zaman bir hozen onu sorgulamaya kalksa liderlerinin çoktan kendisiyle anlaştığını söylüyordu. Hiçbir hozen kendi lideriyle anlık bir heves yüzünden çarpışmayı göze alamadığından “Sen Maymun Kral’sın” deyip geçiyorlardı.

Kabile liderleri adını duyduklarında tüm halk ona çoktan Maymun Kral olarak sesleniyordu. Liderlerin kafaları karışmıştı ancak kendi kabile üyeleri ile savaşmaya gönüllü değillerdi; bu yüzden Maymun Kral’a da meydan okumadılar. Maymun Kral’ın bu arsız yalanı, kendisine karşı koyacak kimse olmadığından bir gerçeğe dönüşmüştü.

Kısa bir süre sonra kabileler arası çatışmalar sona erdi. Maymun Kral tüm anlaşmazlıklara hüküm verir hâle geldi. Hozenlar ise onun kararlarına itaat ediyorlardı.

Yeşim Ejder, Maymun Kral’ı bu yola iten sebebi biliyordu. Çok basitti: Kan görmekten nefret ediyordu. Bu canlı en temelinde savaştan nefret eden ve barışı seven biriydi. Ve bu yüzden başka hiçbir hozenın başaramadığını başarmıştı.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Beş

Yu’lon’un, Maymun Kral’ın zekâsının ne kadar derin olduğunu öğrenmesi gerekiyordu. Şekil değiştirip onu ziyaret etti. Maymun Kral’ın gördüğü bir hozendan başka bir şey değildi…ancak bu hozen ona ne ‘kral’ diyor ne de önünde eğiliyordu. Yabancıdan kendisine saygı göstermesini istedi.

Onun yerine bu yabancı, ona bir bilmece ile geldi ve gerçek bir kralın sorusuna cevap vermekte hiçbir güçlük çekmeyeceğini söyledi. Maymun Kral’ın doğru yanıtı vermesi yalnızca birkaç saniye sürdü. Yabancı ona bir bilmece daha sordu. Maymun Kral yine cevap verdi. Ve böylece üç gün ve üç gece, bilmecelerle dolu geçti. Maymun Kral sinirlenmişti ancak öfkeyle doluyken bile bilmecelere yanıt vermeye devam etti.

Yu’lon ikna olmuştu. Şiddet ve zorbalık, Maymun Kral’ın doğasında yoktu; eğer olsaydı çoktan zor kullanarak onu sustururdu. Bu yüzden gerçek formunu ona gösterdi –ve hozen kabilesinde büyük paniğe neden oldu-; ardından Fu Zan’ı ona teslim etti.

Yeşim Ejder ona Freya’nın hikâyesini ve asanın yaratılışını anlattı. Ardından da onu uyardı: Bir gün kötülüğü durdurmak için sadece zekâsının yeterli olmayacağını hissediyordu. O gün geldiğinde Maymun Kral kararlı davranmalıydı.

Maymun Kral ise ona inanmadı. Fakat asanın çok ama çok güzel olduğunu düşünüyordu.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Altı

Fu Zan ellerindeyken Maymun Kral’ın hozenlar üzerindeki yetkisi de tartışılmaz oldu. Tahtına göz diken rakiplerinin saldırıları karşısında adeta rüzgârda sallanan bir söğüt gibi hareket edebiliyordu. Asanın kendisi bir tüy kadar hafifti; ancak yine de onu çalmak isteyenler yerinden bir milim bile oynatamıyorlardı. Maymun Kral’a aitti ve başka hiç kimsenin onu taşımaya hakkı yoktu.

Fakat Fu Zan ile ilgili büyük bir sorun vardı. Onu taşırken krallara yaraşır bir görüntü sergilemek isteyen Maymun Kral’ın iki elini birden kullanması gerekiyordu. Bu da geriye her daim yanında taşıdığı ve oldukça değer verdiği, içi birayla dolu küçük fıçıyı tutabileceği bir eli kalmadığı anlamına geliyordu.

Ancak bu kolaylıkla çözülecek bir sorundu. Maymun Kral, Fu Zan’ın ucuna küçük fıçısını yerleştirebileceği iki metal şerit yerleştirilmesini sağladı. Neyse ki bunlar, asaya kalıcı bir zarar vermemişti.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Yedi

Maymun Kral, genç pandaren prensi Shaohao ile kısa sürede sıkı arkadaş olmuştu. Shaohao imparator olup taç giydiği gün, Yakan Lejyon’un Azeroth’u ilk istilası sırasında tüm topraklarının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını öğrenmişti.

Maymun Kral, Yu’lon’un kehanetinde ön gördüğü vaktin geldiğini anladı. Kötülükle bizzat yüzleşecekti. Bu yüzden sonuna kadar Shaohao’nun yanında olacağını ilan etti.

Ancak kaderin başka planları vardı. Doğudan gelen büyük, uğursuz bir rüzgâr Maymun Kral’ı alıp uzak diyarlara taşıdı.

Maymun Kral, mantidlerin topraklarına savrulmuştu. Zekâsının burada hiçbir anlamı yoktu. Shaohao gelip onu mantidlerin ellerinden kurtardığında çaresiz ve ölümle burun burunaydı. Maymun Kral öfkelenmişti ancak düşmanı mantidler değildi. Shaohao, gerçek tehdidin Yakan Lejyon olduğunu ona hatırlattı.

Ve her şeyin sonuna gelindiğinde Pandarya halklarını kurtaran şey şiddet olmadı. Shaohao ruhunu topraklarının üstüne saldı, onu sislerle çevreleyerek Büyük Bölünme’nin yarattığı yıkımdan korudu.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Sekiz

Maymun Kral evine döndü ve anlık öfkesine yenik düşerek Fu Zan’ı yakındaki bir nehre fırlattı. Dostu kaybolup gitmişti ve görünen o ki Maymun Kral da Yu’lon’un kehanetini gerçekleştirememişti.
Nihayetinde asayı almak için nehre geri dönmek zorunda kaldı zira o bölgedeki sular, jinyular için kutsal sayılıyordu ve asa çok ağır olduğundan kendileri çekip çıkartamamışlardı. Ne de olsa hâlâ Maymun Kral’a aitti.

Büyük Bölünme’den sonra Pandarya, dünyanın geri kalanından kopmuştu. İmparator gitmişti. Yerine bir daha kimse gelmedi.

Kimileri dünyanın geri kalanının yok olduğuna inanıyordu. Kimileri ise sislerin ötesindeki dünyayı keşfetmek istiyordu. Az sayıdaki bir kısım ise Pandarya’nın tamamını ele geçirmek arzusundaydı. Şiddet kullanarak.

Bu tiran özentilerinin kısa süren dönemleriyle ilgili yazılı kaynak pek bulunmamaktadır. Pandarya sakinlerinin çok azı bu dönemde zarar görmüştür. Mogu savaş efendileri miydi, dağılmış hozen kabileleri miydi, yoksa vahşi yaungol yağmacıları mıydı bilinmez; ancak her ne idilerse asla gerçek anlamda bir fethe başlayamamışlardır. Buna niyetlenseler bile her seferinde kendisine büyük güçler bahşeden artefaktların bulunduğu saklı bir yerden bahseden gizemli bir hozen ile karşılaştılar. Bu hozen onlara mucizelere gösteriyordu –çarpıştığı kişi her ne şekilde saldırırsa saldırsın hiçbir silah ona dokunamıyordu.

Bu, çok ikna ediciydi. Hırslı ve açgözlü bu canlılar, Maymun Kral’ın kendilerine anlattığı yoldan gitmeye pek hevesli oluyorlardı. Kimi zaman bazıları bir uçurumdan aşağı yuvarlanıyordu. Kimi zaman ise Shado-Pa tarafından pusuya düşürülüyorlardı. Başlarına her ne gelirse gelsin hikâyeleri kısa bir sona bağlanıyordu. Maymun Kral ise omuzlarına aldığı Fu Zan ile birlikte uzun adımlarla oradan uzaklaşıyordu.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm Dokuz

Maymun Kral hayatı boyunca böylesine eğlenmemişti. Kötü kalpli canlıları birer budalaya dönüştürdüğü anlar, yıllar boyunca en değer verdiği vakit öldürme yönetmi oldu. Bunu, Pandarya topraklarını izlemeye devam eden ancak fiziksel olarak koruyamayan eski dostu Shaohao’yu onurlandırmanın bir yolu olarak görüyordu.

Ancak tıpkı Yu’lon’un bir zamanlar kendisine söylediği gibi gün gelecek ve zekâsı kötülüğü yenmeye yetmeyecekti.

Yeşim Savaş Efendisi olarak anılan despot bir mogu, Maymun Kral’ın anlattığı yolu takip ederek Kun-Lai’de bulunan bir kabrin derinlerine ilerledi. Ancak hozenın beklediği üzere eli boş döneceği yerde Gök Gürültüsü Kralı Lei Shen’in kaleme aldığı ve çeşitli bilgilerle dolu yazıtların saklandığı kadim bir sandık buldu. Bu yazıtlar savaş efendisinin elinin altında olursa ona korkunç bir güç verebilirdi.

Maymun Kral bir hata yaptığını anladı…ve ayağının altındaki toprak sarsılmaya başlarken kendisinden başka hiç kimsenin bu moguyu durdurabilecek vakti olmadığını fark etti. Fu Zan’ı eline aldı ve bu sorunla bizzat yüzleşmek için kabrin iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladı.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm On

Maymun Kral şiddetten nefret ediyordu. Ondan iğreniyordu. Ancak biliyordu ki çok geç olmadan Yeşim Savaş Efendisi’nin karşısında durabilecek tek kişi de kendisiydi.

İkili, Kun-Lai topraklarının altında saatlerce çarpıştılar. Fu Zan yıllar boyunca Maymun Kral’ın haylazlıklarına yardım etmişti –ki tüm yaptıkları, çarpıştığı mogunun güçlü ve ölümcül büyü saldırılarından kaçmak için iyi bir alıştırma olmuştu.

Maymun Kral o gün o kabirden sağ çıkamayacağına inanıyordu. Nitekim çıkamadı da. Ancak öldürülmemişti. Yeni edindiği güç üzerinde hiçbir kontrolü olmayan Yeşim Savaş Efendisi, ikisinin de beklemediği sonuçlar doğuracak hatalı bir büyü yaptı: İkisinin bedenlerini de yeşim taşına çevirerek onları dondurdu. On bin yıl boyunca, çarpışmanın ortasında öylece donmuş şekilde kaldılar ancak birbirleriyle konuşabiliyorlardı.

Bu durum, zavallı mogu için kuvvetle muhtemel ölümden daha beter bir son olmuştur.


Fu Zan, Gezginin Yoldaşı, Bölüm On Bir

Maymun Kral serbest kaldıktan sonra Zamansız Ada’ya gitti ve Aziz Semaviler Azeroth kahramanlarına kuvvet, dayanıklılık, cesaret ve bilgelik hakkında dersler verirken onları izledi. Maymun Kral bir süre sonra Fu Zan ile olan yolculuğunun sonuna yaklaştığını hissetmeye başladı. Bu yüzden Yu’lon’un tapınağına giderek asayı kendisine geri verdi; böylece onu taşımaya layık olacak başka birine emanet edilebilecekti.

Öyle ki asanın tekrar savaş alanlarına döneceğini duymak bile onu mutlu etti.

Mistweaver – Sheilun, Staff of the Mists


Sheilun, Sisler Asası

Shaohao’yu bilir misin? Ya da İlk Şafağın Yumruğu olan Kang’i? Ak Kaplan Xuen’i? Pandaren halkının binlerce yıl önce üstesinden geldikleri çileleri bilir misin peki?

Sheilun, keşmekeşe dayanılabildiğinin, zorbalığı alt edilebildiğinin, felaketlerin önlenebildiğinin ve dahası şefkatli bir yüreğin tüm bunları gerçek kılabildiğinin yaşayan kanıtıdır. Sheilun yaklaşan sıkıntılı zamanlarda sana büyük destek olacaktır. Onu gururla taşı ve yoldaşlarının evlerine tek parça hâlinde dönmelerini sağla.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Bir

“Sheilun’a ‘güçlü’ demek çok tuhaf geliyor, değil mi? Onu bir dağı tek hamlede dümdüz etmek veya binlerce düşmanı anlık bir düşünceyle yakıp kül etmek için kullanamazsın. Bazıları bunu hayal kırıklığı yaşatan bir şey olarak görebilir. Ancak sen bir keşişsin. Gücün birçok farklı şekle büründüğünü biliyorsun. Başkaları bir şelalenin kayalara çarpması gibi yıkıcı bir güç isteyebilir. Sen ise bir nehrin sakin ancak önüne geçilemez kuvvetini arıyorsun; kendi içinde dalgalanarak en sert taşları aşındırıp engin kanyonlar yapabilen, savaşçıları alıp sürükleyebilen o kuvveti. İşte Sheilun tam da bu olgunun vücut bulmuş hâlidir.”

– Efendi Xunsu, Ebedi Bahar Taraçası’nın Sisdokuyanı

Bu asa Pandarya üzerinde birçok savaş görmüştü. Bir köle efendilerini alt ettiği zaman oradaydı. Bir imparator bütün kıtayı ölümden kurtardığında da.

Sheilun kadim günlerin ve ruhların mirasını barındırır. Bu asa, muhtaç olanlara yardım etmek isteyenlerin elinde gerçekten büyük bir güce kavuşmaktadır.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm İki

Büyük Bölünme yaşanmadan, Azeroth’un en güney toprakları Pandarya olarak isimlerindirilmeden çok önceleri buradaki bir vadide hayat patlaması oldu. Dört hayvan ruhu, oluşan çekimi hissederek Ebedi Çiçekler Vadisi olarak isimlendirilen bu bölgeye gittiler ve karşılaştıkları gizli güce karşı korkuyla karışık bir hayranlık duydular. Bu dönemde bazı karanlık güçler, vadinin gizemlerine göz koymuşlardı. Bir titan-yapımı Bekçi ile beraberindeki mogu ordusu, bölgeyi mantidlere ve diğer dış tehditlere karşı savundular; ancak içlerinde büyümekte olan şeye karşı hiçbiri hazırlıklı değildi.

Dört ruh, bölgeyi yuvaları olarak seçtiler. Bunlar Ak Kaplan Xuen, Yeşim Ejder Yu’lon, Kızıl Turna Chi-ji ve Siyah Öküz Niuzao idi. Daha sonraki dönemlerde Aziz Semaviler olarak bilineceklerdi.

Ebedi Çiçekler Vadisi’nde bu dört ruhun gözetimi altında çeşitli canlılar hayat buldu. Bunlar arasında bilge jinyular, haylaz hozenlar ve barışçıl pandarenler vardı. Bu ırklar Aziz Semaviler’e taptılar ve karşılığında ruhlar da onlara ilim öğretip rehberlik ettiler. Bir süre barış dolu bir ortam sağlandı.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Üç

Vadideki barış ortamı uzun sürmedi. Gök Gürültüsü Kralı’nın dehşeti her şeyi bozdu.

Lei Shen adındaki bir mogu savaş efendisi, ustası Bekçi Ra-den’e karşı ayaklanmış, onun gücüne el koyarak kendisini tüm moguların ve aynı zamanda hükmü altında bulunan topraklarda yaşayan herkesin imparatoru ilan etmişti. Boyun eğenleri köleleştirdi, karşı çıkanları ise öldürdü. Önce deneyimsiz jinyu imparatorluğunu ve onların rakipleri olan hozenları fethetti. Pandarenler ise kuzeye, kendilerini himaye edebileceğini düşündükleri Ak Kaplan Xuen’in bulunduğu ancak zor mevsim şartları altındaki soğuk Kun-Lai Zirvesi’ne kaçtılar.

Xuen onlara bir süreliğine ihtiyaçları olan sığınağı sağladı. Ancak kısa süre sonra Lei Shen, Kun-Lai’nin eteklerine bir orduyla yanaştı. Hemen saldırmak yerine meydan okudu: Xuen saklandığı yerden çıkacak ve Gök Gürültüsü Kralı ile çarpışacaktı. Xuen’in kazanması, pandarenlerin özgür kalacakları anlamına geliyordu. Ancak yenilgiye uğraması ise hepsinin köleleştirilmesi demekti. Reddetmek ise yargısız infaz demek oluyordu.

Xuen bu meydan okumayı kabul etti. Gücün semavisi ile Gök Gürültüsü Kralı arasındaki çarpışma günler boyunca gökyüzünü sarstı. En sonunda ise Xuen düşmüştü. Lei Shen onu öldürmedi; onun yerine pandarenlerin bin yıl sürecek kölelik dönemini izlemeye zorlamak için en yüksek tepe olan Neverest Dağı’na götürüp oraya zincirledi.

Xuen hapsedilmiş olsa bile boş durmayacaktı. İşte bu asanın asıl hikâyesi de bu andan itibaren başlıyor.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Dört

Xuen, bin yıl boyunca yalnızdı ve mogu imparatorluğunun kölelerine uyguladığı affedilemez zulmü izlemekten başka çaresi yoktu. Ve sonra ihtilal tohumlarının atılışını gördü.

Her şey, mogu imparatorluğunun kölelere bu kadar ihtiyaç duymasının bir zayıflık olduğuna inanan Kang adındaki bir pandarenle başladı. Silahsız dövüşmeyi, rakibinin gücünü kendi lehine kullanmayı öğrendi ve tekniğini diğerlerine de öğretti. Bir süre sonra beraberindekilerle Kun-Lai’ye kaçtı ve orada yetenekleriyle felsefelerini gizlilik içinde ustalaştırdılar. Bir gün meditasyon yapmak isteyen Kang, Neverest Dağı’nın tepesine tırmandı ve Xuen’i buldu.

Ak Kaplan’ın tecridi onu ne kızdırmış ne de acıya boğmuştu. Sadece yardım etmek için daha hevesli hâle getirmişti. Kang ve diğer acemi keşişlere gücün yolunu gösterdi –ancak saf beden gücünün değil, dayanma gücünün de. “Bu kadar yüksekte yaşayan küçük canlılara bakın,” dedi. “İşte o zaman gücün ne olduğunu anlayacaksınız.”

Kang etrafına baktı ve Kun-Lai sırtlarında yükselen, birbirinden ayrı tek tük ağacı gördü. Bükülmüşlerdi ve boğumlulardı; ancak Kang, böyle olmaya ihtiyaç duyduklarını hemen anladı. Sert rüzgârlara ve sulu sepken yağan kara karşı dayanabilmeleri gerekiyordu. Gövdeleri dayanıklı ve güçlü olmalıydı, kökleri derinlere ulaşmalıydı.

Keşişlerin manastırlarının duvarlarını oluşturan ve onlara ilk silahlarını yapmak için gereken ahşabı sağlayan bu ağaçlar oldu –ancak hayır, düşmanları gibi kılıçlar değil, asalar yaptılar. Kang kendi asasını Xuen’e götürdü ve Kaplan da onu kutsadı. Kang ona “Sheilun” dedi; yıllar önce moguların zulmü yüzünden ölen oğlunun adını verdi.

Kang, Sheilun’u yıllarca, Pandaren İhtilali boyunca taşıdı. Savaşı kazandıran bu asa değildi. Moguların kölelerini harekete geçiren Kang’ın sözleriydi. Her şey kaybedilmiş gibi gözüktüğü zamanlarda ilerlemesini sağlayan da Kang’ın kendi iradesiydi. Bazı günlerde Sheilun, sadece bir bastondan ibaretti. Bazı günlerde ise moguların kılıçlarının ve baltalarının göğsünü yarıp kalbine saplanmasını engelleyen tek şeydi.

Sheilun, Kang’ın son mogu imparatorunu devirmek için öldüğü gün oradaydı. Eski köle, bu fedakârlığı ile tüm Pandarya’yı özgürlüğüne kavuşturdu.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Beş

Sheilun, iç dengeyi bularak neler başarılabileceğinin sessiz bir sembolü olabilmesi için dağlardaki manastıra geri götürüldü. Manastırın kendisi ise hiç de öyle sessiz filan değildi. Hatta daha önce hiç bu kadar yoğun olmamıştı.

Xuen pandarenleri uyardı: Artık serbest olabilirlerdi ancak Pandarya’yı fethetmek isteyecek kötücül zihinlere karşı toprakları koruma görevi de artık onlardaydı. Tehlikeli böceğimsi yaratıklar olan mantidler her yüzyılda bir saldırmaya devam edeceklerdi. Onları engelleyen tek şey, mantidlerin bu yıkıcı kargaşasını engellemek için dikilmiş olan Ejderin Omurgası isimli devasa duvarın üzerinde onlarla savaşan cesur yürekli pandarenlerdi.

Kun-Lai’de kalmayı tercih eden keşişler, kendilerini bu tehdide karşı hazırlıklı olmaya adıyorlardı. Ve pandaren keşişleri her yüzyılda bir Ejderin Omurgası üzerinde diziliyor, kuvvetli dalgalar hâlinde gelen mantidlerle yüzleşip topraklarını koruyabilmek için hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. Xuen ise bu asırlık savaşlarda bir sisdokuyanın Sheilun’u taşımasına izin veriyordu.

Bu asayı taşıyanların kaç hayat kurtardıklarını söylemek imkânsız. Kaç tanesinin Pandarya’yı korumak için çabalarken hayatını kaybettiğini söylemek de. Ancak fedakârlıkları bir hiç uğruna değildi. Duvar günümüzde bile sapasağlam ayakta durmakta.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Altı

Yaklaşık on bin yıl önce bu asa, Pandarya’nın son imparatorunun eline geçti. Onun hikâyesini muhtemelen duymuşsunuzdur. Ancak şunu bilin: İmparator Shaohao bir efsane olmadan önce deneyimsiz, kuşku dolu, taşıyacağı yük hakkında hiçbir fikri olmayan genç bir pandarendi.

Kun-Lai’den gelen bir keşiş, Shaohao’nun taç giyme gününde ona Sheilun’u hediye etti. Taze imparator bu asanın önemini bilmiyordu. Keşişi gönderenin Ak Kaplan Xuen olduğunu bile anlamamıştı; hediye edilenin yalnızca güzel bir aksesuar olduğunu düşünüyordu. Shaohao, rahat ve kolay bir hayatı olacağına inanıyordu. Pandarya nesillerdir barış içinde yaşayan bir topraktı. Değişeceğine neden inansındı ki?

Bir jinyu suyakonuşan kâhini, gelecek ile ilgili Shaohao’nun güvenini sarsacak bir görü gördü: Yakında, hem de çok yakında bir iblis ordusu Azeroth’u işgal edecek ve verecekleri zarar, felaket getirecekti.

Pandarya, ardından gelecek olan yıkımdan kurtulamayacaktı.

Shaohao ciddi anlamda endişelenmişti. Yeşim Ejder Yu’lon’a danıştı; o ise imparatora kontrol altında tutamadığı tehlikeli duygularını dizginlemezse hiç kimseyi kurataramayacağını söyledi.

Shaohao, topraklarını kurtarması için gereken bilgeliği bulabilmek için Pandarya boyunca dolaşacaktı. Xuen’in hediyesi olan asası da ona eşlik edecekti. Bu yolculuk, Pandarya’ı sonsuza kadar değiştirecekti.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Yedi

Shaohao yolculuğuna, haylaz ve şakacı arkadaşı Maymun Kral ile birlikte çıktı. Henüz çok ilerleyememişlerdi ki korkunç bir rüzgâr onları sarmaladı. Maymun Kral rüzgârla birlikte savruldu ve gözden kayboldu. Başlarına gelen, Shaohao’nun daha önce hiç karşılaşmadığı bir olaydı; bir süre sonra ayakta durmakta güçlük çekmeye başladı.

Şüphe ve ümitsizlik imparatorun zihninde uyanmaya başladı…ve ardından dışarı taşıp canavarımsı varlıklar olarak vücut buldular. Yeşim Ejder kendisine duygularının tehlikeli olduğunu söylediğinde aslında düşmüş bir Eski Tanrı’nın kadim gölgeleri olan shaları kastetmişti. Korkunç Şüphe Shası ve Ümitsizlik Shası, Shaohao’nun karşısına çıktılar. Onları yok etmek isteyen Shaohao, duygularından arınmak ve yüklerinden kurtulmak için Kızıl Turna Chi-Ji’nin sözlerini dinlemek zorunda kaldı.

Dostunun ardından ilerlemeye devam etti ve onu Ejderin Omurgası’nın ötesindeki mantid topraklarına kadar izledi.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Sekiz

Shaohao, Ejderin Omurgası üzerinden mantid topraklarına baktığında korkudan olduğu yere çakılmıştı. Onların bölgesine girmek kaçınılmaz bir ölümle neredeyse aynı anlama geliyordu. Korku Shası, düşüncelerini adeta felç ederek onu olduğu yere mıhladı. Orada bulunan Siyah Öküz Niuzao ise korkunun onun sadece zihnini kontrol ettiğini ancak ayaklarına hükmetmediğini hatırlattı. Shaohao anlamıştı; kendisini korkunun kıskacından sıyırdı ve ilerlemeye devam etti.

Shaohao, Maymun Kral’ı mantidlerin elinden kurtardı ve birlikte güvenli bir yere gittiler. Artık korkusu, şüphesi ve ümitsizliğinden kurtulmuş olan Shaohao, kendisini Yakan Lejyon’un kudretinin karşısında durmaya hazır hissediyordu.

Ancak onların karşısında tek başına durmasına gerek yoktu. Hükmedebileceği bir ordu istiyordu. Bu yüzden Kun-Lai’ye tırmandı…ve nihayetinde Xuen ile yüz yüze geldi.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm Dokuz

Kun-Lai’nin tepesindeki manastır, geçen yıllar boyunca değişmişti. Bir zamanlar tüm özgür fikirlilerin sığınağı iken şimdi sadece bölgenin en adanmış savaşçılarının antrenman sahasıydı. Bu kişiler, mantidlerle ve Pandaria’nın tüm diğer düşmanlarıyla savaşmak için eğitilmişlerdi.

Shaohao kendinden emin bir şekilde geldi ve onlardan otoriteye boyun eğmelerin talep etti. Xuen, onun taç giyme töreninde hediye edilen asayı, Sheilun’u taşıdığını ancak imparator için bunun bir bastondan öte olmadığını gördü. Ak Kaplan aynı zamanda imparatorun kendisini birçok tehlikeli duygudan arındırmış olduğunu da fark etti…öfke hariç. Yo, Shaohao’nun Lejyon’a karşı hissettiği öfke onu küstah ve dikkatsiz yapmıştı.

“Neden savaşıyorsun?” diye sordu Xuen.

“İblis ordularını yok etmek için! Bana karşı koyanları ezmek için!” diye haykırdı Shaohao.

Xuen basit bir meydan okumayla karşılık verdi: “Bu keşişlerden bir tanesine bile vurabilirsen ancak o zaman hepsine hükmedebilirsin.” Shaohao kabul etti. Sheilun’u tekrar ve tekrar savurdu ancak tek bir darbe indiremedi. Keşişler oldukça yeteneklilerdi. Ondan kolaylıkla kaçıyorlardı.

Shaohao’nun utancı ve öfkesi gittikçe arttı ve en sonunda patlak verdi. Korkunç bir karanlık içinden fırladı ve Shaohao, bir anlık öfkeyle Sheilun’u dizleri üstinde kırdı ve Öfke Shası’nın gücüyle saldırıya geçti. Kendine geldiğinde kontrol altına alamadığı saldırganlığının kurbanı olan bir keşişin cansız bedeni yerde yatıyordu.

Xuen, imparatorun kalbinin, hayatını aldığı kişi için paramparça oluşunu izledi. Ardından Shaohao, hatasını kabullenmiş bir şekilde kendisini sonsuza dek öfkeden arındırarak alçakgönüllülükle diz çöktü.

“Tekrar soruyorum, neden savaşıyorsun?” diye sordu Xuen.

“Koruduğum halkım için,” diye yanıtladı Shaohoa. “Onlar için son nefesimi veririm.”

Shaohao artık kaderini yaşamak için hazırdı. Kırılmış olan asanın bir parçasını aldı ve Pandarya’yı kurtarmaya hazır bir şekilde Ebedi Çiçekler Vadisi’ne geri döndü.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm On

Lejyon, kuzeydeki toprakları işgal etmişti. Ebediyet Pınarı’nın bulunduğu yerde korkunç bir savaş veriliyordu. Ve yakında, çok yakında, her şey bitecekti.

Shaohao halkının arasına döndü ve onlara güven aşılamaya çalıştı; ancak güvenden eser yoktu. Büyük Bölünme kapıdaydı ve hiddeti tüm Azeroth’u sonsuza kadar değiştirecekti. Bunu engellemek için yapılabilecek hiçbir şey yoktu.

Shaohao’nun tüm yapabileceği onları yok olmaktan kurtarmaktı. Elinde Sheilun’u tutan Shaohao, son nefesini topraklarını ve üzerinde yaşayan her şeyi korumak için verdi. Asa daha önce sayısız hayat kurtarmıştı –ve o anda da daha fazlasını kurtardı.

Tüm yüklerinden ve karanlık duygularından arınmış olan Shaohao, toprakla bütün oldu. Sheilun sayesinde ruhu biçim değiştirdi ve Pandarya’yı çevreleyecek yoğun bir sise dönüştü.

Pandarya, dünyanın geri kalanını sarmalayan kaostan etkilenmemiş bir biçimde sürüklendi. Büyük Bölünme bu topraklara dokunmadı; sisler ise takip eden binlerce yıl boyunca Pandarya’yı korumaya devam edecekti.

Shaohao o gün kaybedilmiş olsa da Sheilun var olmaya devam etti.


Sheilun, Sisler Asası, Bölüm On Bir

Sheilun, Shaohao’nun miracından kısa bir süre sonra bulundu. Keşişler onu bin yıl boyunca güvenle saklanacağı Ebedi Bahar Taraçası’na götürdüler.

Birkaç nesil önce bir sisdokuyan, asanın tarihi ve anlamı hakkında uzun yazılar yazdı.

“Shaohao’yu o fedakârlığı yapması için teşvik eden Sheilun değildi. Kang’ı, halkını özgürleştiren ihtilali başlatması için yüreklendiren Sheilun değildi. Sayısız mantid döngüsü boyunca Ejderin Omurgası’nı ayakta tutan Sheilun değildi. Ancak tüm bu olaylar yaşanırken oradaydı, harekete geçebilecek yüreğe sahip kişilerin elindeydi. Başkalarını kurtarmak için her şeyi feda etmeye hazır olanların en harikulade yoldaşıydı. Ve sanıyorum ki henüz son sahibini bulmadı.”

– Efendi Xunsu, Ebedi Bahar Taraçası Sisdokuyanı

Windwalker – Fists of the Heavens


Gök Kubbenin Yumrukları

Azeroth’un en son ihtiyacı olan şey, sanki tüm diğer sorunları yetmiyormuş gibi, başka bir element istilası. Typhinius’u çabucak alt etmen iyi oldu. Eğer ona engel olacak kimse çıkmasaydı, bu silahları ustalıkla kullanmayı öğrenip gerçekten durdurulamayacak hâle gelebilirdi.

Fakat Gök Kubbenin Yumrukları artık senin ellerinde. Dengeyi bilen bir yüreğin var; her şeyde ahenk arıyorsun. Bu güç kasırgasını Azeroth üzerinde senden daha layık bir şekilde taşıyacak muhtemelen başka hiçbir canlı yok.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Bir

Uldum’un kapılarını dünyaya açmasının üzerinden çok zaman geçmedi; ve tam da bu yüzden tol’virlerin tarihiyle ilgili birçok detay hâlâ gizemini koruyor. Ancak yine de açıklığa kavuşan bir şey varsa o da Gök Kubbenin Yumrukları’nın, bu toplumun yaratabileceği en mükemmel silahlardan olduklarıdır. Aynı zamanda bu dünyanın gördüğü en tehlikeli artefaktlardan oldukları da…

Tol’virler arasında eşi benzeri görülmemiş bir yeteneğe sahip kadim bir silah yapımcısı hakkında hikâyeler bulunmaktadır. Adı Irmaat olan bir demirci. Hâlâ hayatta olan tol’virler arasında adı Uldum’da yaşamış en olağanüstü zekâya sahip bireylerden biri olarak anılmaya devam etmektedir…aynı zamanda uyarı niteliğinde bir ders olarak da varlığını sürdürmektedir. Irmaat sıra dışı çalışmalar yapmak için azimle çalışıyordu ancak gururu, onun sonunu getirmişti.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm İki

Titanlar tol’virleri, Azeroth’un önemli bölgelerini korumaları için yaratmışlardı. Ardından gelen bin yıllık dönemde bir kısmı, karanlık güçlerin eline düştü. Ancak Uldum, çok uzun bir süre boyunca direndi. Silah yapımcısı olan Irmaat, yoldaşlarını var olan en iyi teçhizat ile donatmak için yorulmak nedir bilmeden çalıştı.

Irmaat’a göre işi, yalnızca bir görevden ibaret değildi. Bu onun meslek aşkıydı. Ellerini titanların iradesinin birer uzantısı olarak görüyordu ve hayatta en çok istediği şey, yaratımlarına var olan kaosa bir düzen getirebilme yetisini verebilmekti. Kendisine ilham kaynağı olan farklı kaynakları kullanarak silahlarını büyüyle donatmaya başladı.

Havanın gücü, onun için farklı bir ilgi alanıydı. Gizliden gizliye Elemental Düzlem’de havanın diyarı olan Gökduvar’ı izlemeye başladı; oraya ait canlıların nasıl yaşadıklarını ve savaştıklarını inceledi. Irmaat, dört sıra dışı cin efendi için onları ayrı ayrı simgeleyen dört pala dövdü. Ve ardından cesaretiyle tol’virleri sersemleten bir ritüel yaparak bu dört cin efendiyi çağıran Irmaat, onları bu silahlara bağlayıp hapsetti.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Üç

Irmaat’ın dört palası, tol’vir savaşçıları arasında derin bir gıpta ile bakılan silahlar hâline geldi. Taşıdıkları güç ile ilgili hikâyeler hızla yayıldı; diğer birçok tol’vir yerleşkesinden gelen ulaklar, bu harika yapımlardan daha fazla üretmesi için Irmaat’a yalvardılar.

Ancak silah yapımcısının memnuniyeti uzun sürmedi. Muhteşem bir iş çıkarmıştı ancak mükemmel değillerdi. Irmaat, Gökduvar’ın gerçek elemental gücünü bizzat görmüştü. Dört cinin ele geçirilen kudreti, bu diyarın esas gücünün yanında hafifçe esen bir meltem gibiydi.

Irmaat büyük bir dikkatle iki silah dövdü. Ancak bu sefer pala yapmadı. Çok daha küçük, her biri bir ele geçirilerek kullanılacak silahlardı. Onlara Al’burq ve Alra’ed isimlerini verdi; doğası gereği terbiye edilemeyecek bir gücü taşımalarını hedefliyordu.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Dört

Silahlarının yapımını tamamladıktan sonra Irmaat, onların en başarılı işleri olduğunu iddia etti. Bu “gök kubbenin yumrukları,” rüzgârın kendisine hükmedebilecekti. Geriye kalan tek şey, Gökduvar’ın esas gücünü ele geçirmekti: element efendisi Al’Akir.

Irmaat ritüelin hazırlıklarına yavaş yavaş başladı zira Rüzgâr Efendisi’nin planlarını öğrenmesini istemiyordu. Gereken hazırlıkları yapması haftalar sürdü ancak vakit geldiğinde her şey bir anda olup bitti. Silah yapımcısı, Gökduvar’a bir geçit açacak ve Al’Akir’in özünü hapsedecek bir büyü yaptı. Muazzam bir ışık patlaması ve aniden esen güçlü bir rüzgârın ardından her şey tamamlanmıştı. Irmaat, silahları olan Al’burq ve Alra’ed’in elemental güçle titreştiğini hissedebiliyordu.

Amacına ulaştığına inanmıştı. İmkansızı başardığını düşünüyordu. Ölümüne sebep olan da işte bu kendine olan güveniydi.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Beş

Al’Akir, element efendileri arasında en zekisi olarak biliniyordu. Rüzgâr Efendisi, Irmaat en değer verdiği dört yardımcısını ele geçirdiğinde öfkeyle dolmuştu; ancak intikamını alabileceği bir fırsatın doğacağını da fark etmişti. Irmaat’ın gururunun onu daha fazlasını yapmaya iteceğine inanıyordu.

Büyüsü tamamlandığında Irmaat, Al’Akir’in gücünün titreştiğini hissetmişti. Ancak aslında bu, element efendisinin ruhu değildi, Al’Akir’in tuzağıydı. Irmaat iki silahını birden kaldırıp içlerindeki gücü denemek istediğinde kontrol altına alınması imkânsız bir öfke dışarı taştı.

Silah yapımcısı, ocağı ve Uldum içerisindeki birkaç yapı, ortaya çıkan kudretli kasırgayla yok oldu. Silahların kendisi millerce öteye savruldu. Onları geri getirmeye çalışan ilk şanssız tol’virler de aynı kaderi paylaştılar. Al’Akir, Irmaat’ın en büyük eserlerini hiç kimsenin kontrol etmeyi ümit bile edemeyeceği bir güçle doldurmuş ve onları kullanılamaz hâle getirmişti.

Tol’virler silahları büyük bir ihtiyatla derinlere gömüp kilit altına aldılar. Bin yıl boyunca hiç kimse onlara dokunmaya veya Irmaat’ın ahmaklığını tekrar etmeye cesaret edemedi.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Altı

Afet’in yaşattığı olaylar, Azeroth’u sonsuza kadar değiştirmişti.

Uldum, dünyanın geri kalanının gözleri önüne serilmişti. Yaşayan son tol’virler saldırıya maruz kalmışlardı. Al’Akir ve bir başka element efendisi, Azeroth’un kahramanları tarafından öldürülmüşlerdi.

Bu olayların yarattığı dalgalanmanın etkisini henüz yeni yeni hissetmeye başladık. Al’Akir’in ölümünün hava elementalleri arasında bir iktidar boşluğu yarattığını biliyoruz. Hayatta kalan astları, Gökduvar’ın hakimiyetini elde edebilmek için birbirleri ile savaşmaya başladılar. Hiçbiri belirli bir üstünlük elde edemedi, hiçbiri efendileri kadar güçlü veya zeki değildi.

Ancak Typhinius adındaki bir cin, Al’Akir’in gücünün kalıntılarının hâlâ var olduğunu hissetmişti. Gök Kubbenin Yumrukları artık daha fazla gömülü kalmayacaklardı.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Yedi

Gökduvar’da oluşan yarıklar, Typhinius’un sessizce oradan ayrılmasına ve onu ırkdaşlarının arasında yüceltecek bir şeyi aramasına olanak sağladı. Hislerinin kendisine rehberlik etmesine izin verdi ve böylece Uldum’un dışındaki çölün boş, alelade bir kısmına vardı. Kumu kazdığında, tol’virlerin bir zamanlar gömdüklerini buldu: Irmaat’ın son yaratımı olan Gök Kubbenin Yumrukları’nı.

Typhinius, Al’Akir ölmüş olmasına rağmen silahların içindeki elemental kaosun varlığını sürdürdüğünü fark etti. Ancak az, çok çok az da olsa Rizgâr Efendisi’nin hayatta olduğu dönemden daha dengeli gibi görünüyordu. Yine de cin silahları eline aldığında ortaya çıkan güç patlaması, neredeyse ölümüne sebep oluyordu.

Fakat Typhinius acele etmeden ve gizlilikle çalışarak eski efendisinin gücünü nasıl kontrol altına alacağını öğrendi.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Sekiz

Typhinius elinde Gök Kubbenin Yumrukları ile Gökduvar’a döndüğünde hiç vakit kaybetmeden hava elementallerinin arasında yaşanan iç savaşa son vermek için harekete geçti. Onları bastıran şey, yalnızca cinin kendi saf gücü değildi. Eski efendilerinin özünü hissetmişlerdi ve bu da onları itaat etmeye mecbur bırakmıştı.

Tabii ki direnenler de oldu. Diğer cinler bir araya gelerek Typhinius’un ödünç aldığı gücü alt edebileceklerine inanıyorlardı. Yaşanan korkunç savaş, Anafor Doruğu’nu neredeyse paramparça edecekti; Asaad’ın Tapınağı’nda yaşanan şiddetli çatışma, iki tarafın da büyük kayıplar vermesine sebep oldu.

Nihayetinde Typhinius en zekileri değildi. Sadece en güçlüleriydi ve böylece düşmanlarını etkisiz hâle getirdi. Kendisine karşı çıkanların ruhlarını diğer elementlerin diyarlarına savurdu. O diyarlarda tek başlarınayken mutlak düşmanlarının kendilerini yavaşça ve acı çektirerek yok etmelerini engelleyemezlerdi.

Typhinius, kendisinin Al’Akir’in hakiki varisi olduğunu ilan etti. Rüzgâr Efendisi’nin başlattığı işi bitirecekti.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm Dokuz

Gökduvar’daki savaş, Typhinius’un beklediğinden çok daha fazla zarara sebep olmuştu. Hava elementallerinin güçlerini geri kazanmaları ve gerçek anlamda bir saldırıya hazırlanmaları zaman alacaktı.

Typhinius’un ise beklemek gibi bir niyeti yoktu. Yakan Lejyon’un Azeroth’u işgal etmeye geldiğini hissettiği an, dünyanın fâni kahramanlarının oldukça meşgul olacaklarını anlamıştı. Hizmetkârlarına bundan daha iyi bir zaman bulamayacaklarını söyledi.

Uldum’a yapılan baskınlar vakit kaybetmeden başlatılmıştı. Gök Kubbenin Yumrukları, ilk direniş hatlarını kırıp geçti.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm On

Typhinius’un Uldum’a yaptığı saldırı, ciddi anlamda bir stratejik hataydı. İç savaşın üstünden çok vakit geçmemişti ve hava elementallerinin saldırı gücü, birkaç ay sonra olabileceğinden çok daha güçsüzdü.

Tek avantajları Al’burq ve Alma’ed isimli silahlarıydı ancak Typhinius bile henüz gerçek potansiyellerini kullanmak konusunda ustalaşmamıştı. Bir katliama sebep olabiliyordu, evet; ancak harcadığı eforun büyük bir kısmını, Al’Akir’in gücünün kendisini yok etmemesine odaklanmak için kullanıyordu.

Typhinius’un gururu Azeroth için hayırlı bir olguydu. Hırsı dikkatleri üzerine çekti ve böylece planları da keşfedilmiş oldu. Savaşını çok erken başlatmıştı ve silahları bile onu kurtarmaya yetmeyecekti.


Gök Kubbenin Yumrukları, Bölüm On Bir

Bu silahların tarihi gururla damgalanmıştır. İçlerindeki güç ancak dengeyi bulmuş bir zihin ve ahenk dolu bir ruh ile kontrol altına alınabilir. Herhangi bir kibir, herhangi bir ukalalık kırıntısı bile onu taşıyanın kaçınılmaz sonunu getirecektir.

Ancak esen rüzgârla birlikte yürümeye alışkınsanız…Gök Kubbenin Yumrukları, nihayet onları gerçekten birer efsaneye dönüştürecek bir efendiye sahip olacak demektir.