Lorekeeper

WARCRAFT TARİHÇELERİ – BÖLÜM 6: TROLLER, AQIRLERİN PARÇALANIŞI VE LEI SHEN’İN YÜKSELİŞİ

Titanlar Azeroth’u şekillendirmeleri ve korumaları için taştan ve metalden canlılar yaratmış olsalar da bu dünyanın kadim zamanlardan beri var olan yerlileri de bulunmaktaydı. Bekçiler Loken’ın ihaneti, titan-yapımları ise Tenin Laneti ile uğraşadursunlar bu diğer yerli ırklar zaman içerisinde kendilerini geliştirip kıta üzerinde yayılmayı başarmışlardı. Yaratımlarından ve getirdikleri düzenden memnun olan Titanlar Azeroth’u terk ederlerken bu dünya üzerinde yaşayan varlıkların da arzu ettikleri huzura sahip olacaklarına inanmışlardı. Ancak savaş, bu topraklara hiç umulmadık bir şekilde geri dönecekti.

Kalimdor kıtasının ortasında bulunan Ebediyet Pınarı, Azeroth üzerindeki yerli yaşamın gelişmesinde önemli bir rol oynuyordu. Yoğun büyü enerjisiyle bir yaşam kaynağı haline gelmiş olan Pınar, dünyanın ilkel ırklarının da evrimleşmesinin asıl sebebiydi. Bu ırklar arasında biri vardı ki oldukça hızlı üreyebilecek ve Azeroth’un ormanlarında yaşayan usta avcılara dönüşeceklerdi: Troller.

İlk troller zekâ açısından pek de parlak olmayan varlıklardı ancak fiziksel güçleri ve çeviklikleri onları yeterince tehlikeli kılıyordu. Oldukça uzun boylu, uzun ve sivri kulaklı olan troller, çok hızlı bir hücre yenilenmesi yeteneğine sahiplerdi; bu yüzden fiziksel yaralanmalar sonucunda kısa sürede iyileşebiliyor, hatta kaybettikleri uzuvlarına bile bir süre sonra geri kavuşabiliyorlardı. Trol kültürü ise birçok batıl inanç üzerinden ilerliyordu: Kimisi yamyamlığı benimseyip savaş konusunda ustalaşırken kimisi de daha mistik konuları araştırıyor ve karanlık vudu büyüsü üzerine çalışıyordu. Ancak eğilimleri ne şekilde olursa olsun tüm trollerin ortak bir inanç noktası vardı: Loalar. Bekçi Freya Azeroth üzerindeki bitki örtüsü ve hayvan yaşamını şekillendirirken doğan Yaban Tanrılar, kendilerine “loa” diyen trollerin inancının merkezini oluşturuyorlardı. Farklı kabileler farklı loalara inanırken en güçlülerine genelde ulus olarak tapılırdı. Nadir olarak bir yaratık görünümüne bürünenler dışında birçok loanın herhangi bir fiziksel şekli yoktu. Loalar kendilerine tapanlara olağandışı ve kimi zaman dehşet verici derecede büyük güçler bahşederken bazı durumlarda ise istedikleri saygıyı göstermeyen trolleri lanetleyebiliyorlardı.

Troller, Azeroth’un güney kesimlerindeki yüksek platolar ve dağlık arazilerinde yaşamayı tercih ediyorlardı. “Zandalar” adını verdikleri bu dağlık kesim, birçok loaya da ev sahipliği yapıyordu. Aynı zamanda dağlık kesimle aynı ismi taşıyan ve troller arasındaki en güçlü kabile olarak bilinen Zandalari de burada yaşamaktaydı. Zandalar kabilesinin dağ tepelerine ve eteklerine kurdukları küçük yerleşimler ve mabetler zaman içerisinde gelişerek oldukça büyük ve hareketli bir tapınak şehrine dönüştü: Zuldazar.

Zuldazar

Zuldazar’ın gelişimini takip eden yüzyıllar boyunca diğer trol kabileleri, bu kutsal saydıkları toprakları ele geçirebilmek için mücadele ettiler. Tüm kabileler arasında üç tanesi vardı ki acımasızlıkları ve savaştaki maharetleri ile ön plana çıkıyordu: Gurubashi, Amani ve Drakkari. Ancak iş savaşa gelince tüm troller oldukça yeteneklilerdi ve herhangi bir çarpışmada iki tarafın da kayıpları muazzam sayılara ulaşıyordu. Bu yüzden bir süre sonra savaşmak yerine kendilerine ait toprakları genişletmeye ve kıtanın henüz adım atılmamış bölgelerine gitmeye karar verdiler.

Tüm trol toprakları içerisinde büyücü hekimlerin ve rahiplerin gitmeyi yasakladığı yalnızca bir yer vardı: Zandalar Dağları’nın temelinde yatan, kararmış büyük bir taş yığını. Trol mistiklerine göre loalar, kendilerine bu toprağı rahatsız etmemeleri gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuşlardı ve her kim ki uyarılarını dikkate almazsa korkunç sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktı. Uyarı öylesine etkiliydi ki sayısız yıllar boyunca troller, bu taş yığınına yaklaşmadılar bile. Ancak merak duygusu ağır basan bir grup trol, tüm bu uyarıları görmezden gelecekti.

Troller arasında küçük bir grup, yıllardır yapılan uyarılara kulak asmayarak Zandalar Dağları’nın eteğindeki yığına gittiğinde bunun taşların oluşturduğu bir yer şekli olmadığını fark etti. Buldukları şey, kadim bir yaratığın çentikler ve sivri çıkıntılarla kaplı postuydu. Daha önce karşılaşılmamış oldukça güçlü bir loa bulduklarına inanan grup, onu uyandırabilmek için çeşitli ritüeller ve kurban etme törenleri gerçekleştirdi. Kendisine kurban edilenlerin kanıyla uyanan yaratık ise bir loa değil, yıllar önce Bekçi Tyr ile Tirisfal olarak adlandırılacak topraklarda yaptığı çatışma sonucunda ağır yaralanan ve kaçmak zorunda kalan, daha sonrasında ise vardığı bu güney topraklarında yaşayan loalar tarafından yer altına gömülen C’Thraxxi komutanı Kith’ix idi.

Kith’ix, trol ırkını yok etmenin Eski Tanrılar’ı memnun edeceğine inanıyordu. Bu yüzden zihin gücünü kullanarak kendi emri altına alabileceği varlıklar olup olmadığını öğrenmek istedi. Nitekim arayışı uzun sürmedi zira Eski Tanrılar’ın bedenlerinden doğmuş olan ve Kara İmparatorluk ile titan-yapımları arasında gerçekleşen kadim savaşta hayatta kalıp yerin derinliklerine saklanan böceğimsi aqir ırkı, C’Thraxxi komutanın çağrısına cevap verdi. Kith’ix gücünü geri toplarken aqirler de yerin altında Azj’Akir adında büyük bir imparatorluk inşa etmeye başladılar. Vakti geldiğinde ise yer yüzüne çıkarak trol topraklarına saldırdılar.

Trol birlikleri her ne kadar acımasız ve güçlü olsalar da sonu gelmez aqir akınına karşı bir bir düşmeye başladılar. Bazı küçük kabileler tamamen yok olurken aqir ordusu da Zandalar Dağları’na doğru ilerlemeye devam etti. Küçük birlikler halinde bu tehdide karşı koyamayacaklarını anlayan Zandalari kabilesi, tüm trolleri bu ortak düşmana karşı tek sancak altında birleştirmeye karar verdi. Zandalarilerin komutanlığı altındaki diğer trol kabileleri, Yaban Tanrılar’ın da kendilerine yardım etmesiyle aqir birliklerini bir bir alt etmeye başladılar; öyle ki Kith’ix’i bile yaralamayı ve kuzeydoğu topraklarına kaçmak zorunda bırakmayı başardılar.

Troller ile aqirler arasındaki savaşlardan sonra Azeroth toprakları

Her ne kadar aqir kuvvetlerini yenmiş olsalar da Zandalari trollerine göre bu tehdit, o kadar kolay alt edilecek türden değildi; zira bir aqir bile yer altına kaçsa üreyerek sayıları yüzlerce, hatta binlerceyi bularak geri gelebiliyorlardı. Bu yüzden kabileler arasında en güçlülerine seslenen Zandalari, onlara aqirleri takip edip yok etmelerini emretti ve başarırlarsa buldukları topraklarda dilediklerince yaşayabileceklerinin sözünü verdi. Drakkari boyu kuzeye doğru ilerledi. Burada aqirler tarafından köleleştirilen bir grup güçlü tol’vir ile karşılaşmış olsalar da zaman içerisinde onları alt ederek buradaki topraklara yerleştiler. Gurubashi boyu güneybatıya giderek aqirlerin işgal ettikleri ve içerisinde yaşayan anubisatları köleleştirdikleri Eski Tanrı C’Thun’un hapishanesi Ahn’Qiraj’a doğru ilerledi. İlk başta aqir kuvvetleri tarafından tam anlamıyla bir katliama uğrayan troller, daha sonrasında saldırı taktiklerini değiştirerek kazanan taraf oldular ve çevredeki topraklara yerleştiler. Amani trolleri ise büyük avın peşindeydiler: Kith’ix’in ardından giden Amaniler, kuzeydoğuya ilerleyerek C’Thraxxi komutanı ile yüzleşerek onu alaşağı ettiler. Kith’ix’i öldürdükleri toprakların üzerine Zul’Aman adındaki büyük tapınak şehrini kuran Amani kabilesi, çevre bölgelerde egemenlik sağladı.

C’Thraxxi komutanının öldürülmesiyle dağılan ve savaşma heveslerini kaybeden aqirler, trol birlikleri karşısında birer birer düştüler. Her ne kadar tamamen yok edilemeseler de sayıları ciddi şekilde azalan aqirleri yer yüzünden silmek, trollerin en büyük amacı haline geldi. Geriye kalan az sayıdaki aqir ise yer altına çekilerek kendilerini buradaki mahzenlerini güçlendirmeye ve korumaya adadılar. Kuzeyde kalan aqirler, burada buldukları titan araştırma tesisinde yaşayan tol’vir ırkına mensup bireyleri alaşağı ederek hakimiyetlerini kurdular. Azjol-Nerub adında bir imparatorluk kuran aqirler, zaman içerisinde nerubian ırkına evrimleşeceklerdi. Güneybatıdaki kuzenleri ise Ahn’Qiraj’da yaşamaya devam edecek ve zaman içerisinde qiraji ırkına dönüşeceklerdi. Geride kalan ve varlıkları pek de bilinmeyen bir grup ise gelecekte Pandarya olarak adlandırılacak topraklarda evrimleşip mantid ırkını oluşturacaktı.

Değişim geçiren aqirler arasında mantidler, yaşama olan bakış açılarıyla diğerleri topluluklardan farklılardı. Zayıflıklarının farkında olan mantidler, bitmek bilmeyen bir savaşın içerisinde sayılarını azaltmanın, ırklarına herhangi bir getirisi olmayacağını anlamışlardı. Bu yüzden farklı bir yöntem izleyerek hayatlarına devam etme kararı aldılar. Onlara göre Eski Tanrılar zamanı gelince hapishanelerinden kurtulacak ve tekrar dünyada hüküm süreceklerdi; beklenen an geldiğinde ise Eski Tanrılar’ın ihtiyacı olan şey gücüne güç katılmış mantid ırkı olacaktı. Bu yüzden kendilerini savaşta harcamak yerine güçlerini ve zekâlarını keskinleştirecek bir yöntem bulmalılardı.

Mogu – Mantid Savaşları

Mantid ırkı bir kraliçe tarafından yönetiliyor olsa da asıl kontrol, kendi dillerinde “rahip” anlamına gelen Klaxxi lakaplı bireylerin elindeydi. Kalimdor’un güneyinde yer alan ulu kypari ağaçlarının bulunduğu bölgede kurmuş oldukları Manti’vess adındaki koloni, titan-yapımı moguların yaşamakta olduğu Ebedi Çiçekler Vadisi’ne oldukça yakındı. Mantidler, bir sebepten ötürü bu vadiye karşı büyük bir çekim hissediyorlardı; bilmedikleri şey ise bu hissi yaratan şeyin Eski Tanrı Y’Shaarj’ın vadide gömülü bulunan kalbi olduğuydu. Her ne olursa olsun vadideki bu karanlık gücü elde etmek isteyen mantidler, beklenmedik bir saldırı gerçekleştirdiler. Ancak mogu birlikleri kendilerinden daha kuvvetliydi ve böceğimsi ırkın yenilgiye uğraması uzun sürmedi.

Klaxxiler için ise bu bir yenilgi değil, bir dersti. Hayatta kalan mantidler daha güçlü ve zeki oluyorlar, kendileri gibi daha gelişmiş mantidlerin doğmasına sebep oluyorlardı. Bir asır boyunca sabırla bekleyen mantidler, sonunda tekrar saldırıya geçtiler. Bu çarpışmada da mağlup edilmiş olsalar da hayatta kalıp geri dönen bireyler, eskilerinden de güçlü mantidlerin doğmasına sebep oldular. Böylece Mantid Döngüsü adı verilen dönem başladı. Her yüz yılda bir mantidler mogulara saldırıyor, bu sayede sürünün zayıf üyeleri savaşlarda ölürken güçlüleri geri dönerek daha sağlıklı yumurtalara hayat veriyorlardı.

Mogular, mantidlerdeki bu değişimi dehşet içerisinde izlediler ve en sonunda bu gidişata bir dur demek isteyen titan-yapımları, tüm güçlerini toplayıp Manti’vess’e saldırdılar. Saldırı zamanı mantidler için ölümcüldü zira henüz kuluçka dönemiydi ve bir sonraki savaşçıların doğumuna uzun bir süre vardı. Mantid kuvvetleri büyük bir darbe yerken aralarından yalnızca bir savaşçı, yaptığı saldırılar ve gösterdiği güç ile sıyrılmayı başardı: Korven. Oldukça yetenekli ve acımasız olan Korven, mogu birliklerini alt etmeyi başardığında Klaxxiler tarafından kendisine örnek bir savaşçı olduğunu gösteren “Paragon” unvanı verildi. Yeni unvanıyla onurlandırılan Korven ise mantid kuvvetlerini gelebilecek beklenmedik saldırılar karşısında savunmasız bırakmaya razı değildi ve gerektiğinde kendisine ulaşabilmelerini sağlayacak bir çözüm yolu aramaya başladı. Yıllarca kypari kehribarının özü üzerinde çalışmalar yapan Korven, sonunda aradığı cevaba da ulaştı: Herhangi bir canlı bu kehribardan yapılmış bir kozanın içerisine yerleştirilirse çağlar boyunca ölmeden varlığını sürdürebilirdi. Bu keşiften oldukça memnun olan Klaxxiler ise Korven’i bir kozaya yerleştirerek muhafaza ettiler; zaman içerisinde kimi diğer büyük mantid savaşçıları da aynı ritüeli gerçekleştireceklerdi. Böylece kendilerine ihtiyaç duyulduğu anda tekrar çağrılabileceklerdi.

Bekçi Ra’nın ortadan kaybolmasının ardından Ebedi Çiçekler Vadisi’nde yaşamlarına devam eden mogular ise bir gün Ra’nın aralarına geri döneceğine inanıyorlardı. Ancak Tenin Laneti kendilerini bulduğunda inancın yerini korku ve panik aldı. Artık ölümlü olmaya başlayan mogular, yaşadıkları belirsizlik sebebiyle kendi içlerinde savaşmaya başladılar. Öyle ki kültürleri ve kişilikleri değişime uğramaya başlayan moguların iç çatışmalar sonucunda durmadan el değiştiren yönetim karşaması yaşadıkları bu döneme “Yüz Kralın Çağı” ismi verildi. Bu çağ, çarpışmaları yalnızca mantid saldırıları gelince kesilen ve bir tek o dönemde birleşen mogular için en kanlı dönemlerden biriydi.

Mogular mantidlerle ve kendileriyle olan savaşlarına devam ederken Ebedi Çiçekler Vadisi’nde başka canlıların varlığı baş gösterdi: Murloc ırkından evrimleşerek hayat bulan jinyu, yaramaz maymun ırkı olan hozen ve zekâlarıyla ön plana çıkan bilge pandaren. Vadide kısa sürede birçok ırkın ortaya çıkması, bölgede yaşayan dört Yaban Tanrı’nın dikkatini çekmişti. Bu Yaban Tanrılar ise Ak Kaplan Xuen, Yeşim Ejder Yu’lon, Kızıl Turna Chi-Ji ve Kara Öküz Niuzao’dan başkası değillerdi. Kendilerine “Aziz Semaviler” diye hitap eden pandarenler tarafından el üstünde tutulan Yaban Tanrılar, bu ırka yol göstererek gelişmelerine öncülük ettiler. Ancak huzurlu günler çok uzun sürmeyecekti.

Aziz Semaviler

Artık klanlara ayrılmış olan mogular, başlarındaki savaş efendilerinin -ya da bir diğer deyişle klan liderlerinin- yönlendirmesiyle birbirleriyle kanlı çatışmalar içerisine girmekten çekinmiyor ve yönetimi ele alabilmek için kıyasıya savaşıyorlardı. Eğer bir klan lideri öldürülürse rakipleri, yönetici aileyi de öldürebilmek için saldırıyorlardı. Mogu klanlarından birinin lideri olan babası danışmanlarından biri tarafından ihanete uğrayıp öldürülen Lei Shen’in kaderi de bu yolda ilerliyordu. Ancak babasının ölümünden sonra intikam peşinde koşmak yerine farklı bir yol seçen Lei Shen, savaştaki maharetini göstermektense sürgün hayatını tercih etti. Mogu dilinde “Usta Ra” anlamına gelen Ra-den ismini verdikleri Bekçi Ra’nın ulu bir amaç uğruna ortadan kaybolduğuna inanan Lei Shen, onu aramaya koyuldu.

Yıllar süren aramaların sonucunda Ra’yı saklandığı mahzenlerde bulan Lei Shen, Bekçi’ye sorduğu sorulara bir türlü cevap alamıyordu. Geçen haftalar boyunca Ra’nın sessizliğinden gittikçe rahatsız olmaya başlayan Lei Shen, sonunda Bekçi’nin ulu bir amacı olmadığını ve sadece umutsuzluğa kapılarak pes ettiğini fark ettiğinde öfkeyle doldu. Hissettiklerini dile getirdiğinde ise Ra ilk defa bir hamlede bulunarak Lei Shen’i Pandarya’nın kuzeyindeki Gümbürdeyen Dağ‘a götürerek oraya saklamış olduğu, Aman’Thul’a ait olan son güç kırıntısını gösterdi. Panteon’un başka bir titan tarafından öldürüldüğünü söyleyen Ra, Lei Shen’in hiç beklenmedik tepkisiyle karşılaştı.

Kendisi gibi umutsuzluğa gömüleceğini düşündüğü mogu bir anda atılarak Ra-den’e saldırdı. Onu alaşağı ederken sadece Bekçi’nin değil, aynı zamanda Aman’Thul’un da gücünü ele geçirmeyi başaran Lei Shen, titanların görevini üstlendiğini ve dünyaya düzen getireceğini söyledi. Öncelikle Ra-den’i Gümbürdeyen Dağ’ın içerisindeki mahzenlere hapseden Lei Shen, ardından klanına geri döndü. Algılarının ötesinde bir güce sahip olan moguyu görenler, korkuyla karışık bir saygıyla Lei Shen’i karşıladılar; hatta içlerinden bir kısmı ne kadar güçlendiğine inanamayarak onun bir tanrının kalbini söküp yediğini bile iddia etti. Özellikle fırtına ve yıldırımlar üzerinde güç sahibi olan ve kendisine “Gök Gürültüsü Kralı” lakabını takan Lei Shen, tüm moguları tek çatı altında birleştirip Azeroth’un muhafızları olarak yaşamlarına devam etmeyi planlıyordu. Bu ismi özellikle seçmişti zira “yıldırım” kelimesini kullanmak istemiyordu; çünkü ona göre yıldırım gelip geçiciydi bir yıkımdı, gök gürültüsü ise yaklaşan felaketin ayak sesleri gibiydi.

Ele geçirdiği güçle karşısına çıkacak kadar ahmak olan diğer tüm mogu efendilerini bir bir yenen Lei Shen’e katılanlar ilk önce bunu korkudan dolayı yapsalar da daha sonra mogu liderinin Bekçiler’in kullandıkları çeşitli icatları rahatlıkla kontrol edebildiğini görünce ondan ilham almaya başladılar. Bu parçalardan biri, Lei Shen’in Pandarya’nın kuzey topraklarının derinliklerinde bulduğu Nalak’sha’nın Makinesi idi. Mekanizmayı kullanmakta ustalaşan mogu lideri, teni ve taşı dilediğince bükerek yeni canlılar yaratabilmeyi öğrendi. Aynı zamanda yine aynı icadı kullanarak Tenin Laneti’ni durdurabilecek, hatta etkilerini gittikçe yok edecek bir yol da bulmuştu.

Gökgürültüsü Tahtı

Lei Shen’in yönetimi altındaki mogu ırkı, Gümbürdeyen Dağ’ın üstüne Gök Gürültüsü Tahtı adı verilen muazzam bir şehir inşa ederek altın çağlarını yaşayacakları bir döneme girerken vadideki diğer ırklar için ise karanlığın pençesine düşecekleri zamanlar yaklaşmaktaydı.