Draenor topraklarında bolca bulunan Ruh elementi, birçok hayvan türünün hayat bulmasına sebep olmuştu. Ebedinebat ve Nebathöyük saldırıları sebebiyle bu hayvanların neredeyse hepsinin soyu tükenmişti. Ancak Aggramar’ın yaratısı Grond’un soyundan gelen devdağlar, kendilerini feda ederek son Nebathöyük olan Botaan’ı öldürmüş ve Ebedinebat’ın sonunu getirmişlerdi. Botaan’dan yayılan sporların taşıdığı Hayat Ruhu enerjisiyle oluşan ormanlarda yeniden görülmeye başlayan hayvanlar, kendilerini avlayan meşum bitkiler olmadan nihayet gelişip büyüme şansı yakaladılar.
Ortaya çıkan ilk hayvanlar oldukça iri ve Draenor topraklarında rahatlıkla hüküm sürebilen canlılardı. Bir kısmı botaniler gibi doğanın güçlerini kullanabiliyor, bir kısmı ise elementlerin enerjilerine hükmedebiliyorlardı. Varoluşlarının ötesine ulaşıp Işık’ın ve Hiçlik’in güçlerine sahip olanlar bile vardı; ancak söz konusu Draenor gibi yaşaması oldukça zor topraklar olunca her şey toz pembe değildi. Bu canlılar yalnızca birbirleriyle bitmek bilmez bir çekişme içerisinde değillerdi; botaniler tarafından ilkellerin hizmetkârları olabilmeleri için köleleştiriliyor veya kırıcılar soyundan gelen gronn ile ogronlar tarafından avlanıyorlardı.
Böylesine acımasız bir ortamda diğer hayvanları geride bırakıp evrimleşme şansını yakalayanlar ise tüm tehditlerden uzakta yaşayabilen kanatlı canlılardı.
Draenor’un uçabilen sakinleri genel olarak kıtanın güneyinde bulunan ve tek bir dağın adeta bir kule gibi yükseldiği Arak bölgesinde konuşlanmışlardı. Zaman içerisinde bu canlılar arasından üç tanesi ilahi denebilecek kudrete erişip ön plana çıktılar: Dişi bir ateş kuşu olan ve Işık’ın güçlerini kullanabilen Rukhmar, bir yel ejderi olan ve Hiçlik’in güçlerini kullanabilen Sethe ile büyük bir kuzgun olan ve mistik büyü güçlerini kullanabilen Anzu.
Rukhmar aralarından en görkemli görünüşe sahip olandı; Işık’ın gücü, iri bedenini büyülü alevlerle sarmalıyordu ve Rukhmar bu gücü dilediği zaman yaşamı yok etmek veya onu canlandırmak için kullanabiliyordu. Sethe, Rukhmar ile kıyaslandırıldığında daha kısa kanatlara sahipti ve bu yüzden onun kadar yüksekte uçamıyordu. Anzu ise aralarında en ufak olandı ancak bu fiziksel eksikliğini oldukça ileri zekâsıyla kapatıyordu.
Bu üç yüce yaratık uzun yıllar boyunca kendi kendilerine her şeyden uzak bir hayat sürdüler; ancak Anzu, diğer kanatlı canlıların da iyi bir geleceğe ve rahat bir hayata sahip olmasını arzuluyordu. Bu yüzden Rukhmar ve Sethe ile görüştü ve Arak’ı tüm kuşların refah içerisinde yaşayabilecekleri bir bölgeye dönüştürme planlarını anlattı. Bu amaçla harekete geçen üçlü, öncelikle bölgeyi tüm kırıcılardan ve ilkellerden temizleyerek Arak’ın koruyucuları olarak liderlik etmeye başladılar.
Ne kadar görkemli olduğunun farkında olan Rukhmar, kibirli bir varlıktı; kendisini güzelliğin ve zarafetin beden bulmuş hâli olarak görüyordu. Bu yüzden de toprağa asla ayak basmıyor, yere yakın yaşayan canlılara tiksintiyle bakıyordu. Rukhmar, en güzel kuşlar olduğuna inandığı kalirilerle yakın bağlar kurmuştu; onlara kendi çocuklarıymış gibi davranıyordu ve zamanının çoğunu Arak’ın dağının en tepe kısmında onlarla beraber geçiriyordu.
Anzu genel olarak kuzgunlarla yakın ilişkiler içerisindeydi ve Arak’ı saran orman örtüsünün çevresinde yaşamayı tercih ediyordu. Acımasız ve talepkâr bir efendi olarak hükmeden Sethe ise yel ejderlerine liderlik ediyor ve Arak dağının en dibinde yer alan karanlık köşelerde yaşıyordu.
İlk başlarda her şey oldukça iyi ilerlese de zaman içerisinde Sethe, Rukhmar’ı kıskanmaya başladı. Kendi kanatları Rukhmar’ınkiler gibi tüyden değil, deriden yaratılmıştı ve daha kısa olmalarının getirdiği etkiyle onun kadar yüksekte uçamıyordu. Ona göre sonsuza dek Rukhmar’ın gölgesinde yaşamak zorundaydı ve bu durum kendisini gittikçe daha fazla rahatsız eder oldu. En sonunda harekete geçmesi gerektiğine karar veren Sethe, Rukhmar’ı öldürüp güçlerini çalma planları yapmaya başladı; ancak bu planı tek başına gerçekleştiremezdi, bu yüzden de Rukhmar’ın gücünü kıskandığına inandığı Anzu ile iletişime geçti.
Sethe maalesef bu konuda yanılmıştı. Anzu ne Rukhmar’ı kıskanıyor ne de ondan nefret ediyordu; tam tersine ona derin bir sevgi besliyordu fakat kendisini asla eş olarak kabul etmeyeceğini düşündüğünden duygularını açıklama cesareti bulamamıştı. Sethe’nin planlarını duyduğunda vakit kaybetmeden Rukhmar’a haber veren Anzu, ona tehlikede olduğunu söyledi. Rukhmar böylesine bir ihaneti göz ardı edemeyeceğinin bilinciyle Anzu ile birlikte hareket etmeye karar verdi; böylece Sethe saldırıya geçtiğinde hazır olacaklardı.
Nitekim Sethe nihayet saldırdığında Işık ile olan bağını kullanarak karşı saldırıya geçen Rukhmar, yel ejderinin kanatlarını yakarak onun orman zeminine çakılmasına sebep oldu. Bunu fırsat bilen Anzu ise Sethe’nin gözlerini oyarak onu kör etti. Yel ejderi ölmek üzere olduğunun farkındaydı ancak böylesine acınası bir şekilde can vermek istemiyordu; bu yüzden son nefesiyle intikam almaya karar verdi: Kendi bedenini, kanını ve hükmettiği Hiçlik güçlerini kullanarak bir lanet fısıldadı.
Sethe’nin Laneti bedeninden fışkırarak etrafındaki toprağı etkilemeye başladığında dehşete kapılan Anzu, tüm Arak’ın bu meşum illetin pençesine düşmesini engellemek amacıyla yel ejderini tek seferde yuttu. Acı tüm vücudunu sararken kendi içerisine hapsettiği lanet de Anzu’nun değişim geçirmesine sebep oldu. Kuzgunun bedeni çarpıklaşıp büzüştü ve böylece uçma yeteneğini kaybedip lanetli bir canlı olarak hayatına devam etmek zorunda kaldı. Bu hâliyle Rukhmar’ın karşısına çıkamazdı; muazzam güzelliğiyle övünen ateş kuşunun bedeninin nasıl bozulduğunu görünce kendisinden tiksineceğine inanan Anzu, ormanın derinliklerine çekildi ve bir daha asla Rukhmar’ın çağrısına cevap vermedi. Sethe’yi yutmak ona farklı özellikler de kazandırmıştı: Hiçlik’in güçlerini ve karanlık büyüleri kullanabilir hâle gelmişti. Böylece zaman içerisinde kendisini tamamen gölgelerden oluşan bir diyarla çevreleyen Anzu, gözlerden ırak bir yaşam sürmeye başladı.Anzu’nun bu fedakârlığı sayesinde Sethe’nin Laneti Arak’ı etkisi altına alma fırsatı bulamadı. Yalnızca düştüğü yerde bulunan bir miktar kan hâlâ bu laneti taşıyordu ancak o bölgenin dışına yayılmamıştı. Bu dehşetengiz yere daha sonraları Sethekk Çukuru adı verilecekti.
Rukhmar uzun bir süre boyunca Anzu’yu aramaya devam etti ancak tüm çağrıları cevapsız kalıyordu. En sonunda dostunun yaptığı fedakârlığın bilinciyle Arak’tan ayrılmaya ve lanetin sebep olduğu karanlık dağılana kadar başka bir bölgede yaşamaya karar verdi. Evlatları olarak gördüğü kalirileri de yanına alarak Gorgrond’un en yüksek zirvesine yerleşen Rukhmar, Anzu’nun hatırasını onurlandırmak için yeni bir ırk yaratma planları yapmaya başladı. Kendi yaşam gücünü kullanarak kalirilerin bir kısmını yine kanatlı ancak görünüş ve kişilik açısından farklı canlılar olarak şekillendirdi; Rukhmar’ın zarafeti ve görkemi ile Anzu’nun anlayışı ve parlak zekâsına sahip bu canlılara “Arak’ın varisleri” anlamına gelen arakkoa ismi verildi.
Rukhmar, arakkoaların bir gün Arak’a geri dönmelerini istiyordu ancak henüz bunu yapmaları için çok erkendi. Sethe’nin Laneti çok tazeydi ve karanlığı Arak’tan temizlenmemişti; Rukhmar kendi evlatlarının bu lanetin pençesine düşmesini istemiyordu. Vakit geldiğinde kendisi bizzat onlara liderlik edecek, arakkoaları evlerine geri götürecekti; ancak bunu yapamadan hayata gözlerini yummaktan korkuyordu zira arakkoa ırkını yaratmak için kendi yaşam enerjisini harcamıştı ve bir gün yaşlanıp öleceğini biliyordu. En azından o gün gelene kadar evlatlarına öğretebileceği her şeyi öğretip onların gelişmesine yardımcı olacağına dair ant içti.
Nesiller boyunca evlatlarını uzaktan izleyen Rukhmar, kimi zaman onlarla iletişime geçerek Işık’ın öğretilerini aktarıyordu. Bu öğretiler günümüzde bilinen anlamıyla Işık’a bağlılık duymaktan ziyade güçlerini daha ilkel anlamda kullanabilme üzerineydi. Aynı zamanda Arak hakkında hikâyeler de anlatan Rukhmar, Sethe’nin karanlığından ve Anzu’nun asaletinden bahsetmekten de geri kalmıyordu.
Arakkoalar oldukça zeki ve çabuk öğrenebilen canlılardı. Güneşi Işık büyüsünün kaynağı olarak gören arakkoalar, Rukhmar’ı da güneşin tanrıçası olarak adlandırıyorlardı. Anzu’yu da bir tanrı olarak benimseyen bu canlıların bir kısmı mistik büyü konusunda kendilerini geliştirmişlerdi.
Rukhmar, geçen sayısız yıldan sonra hayata veda etme vaktinin yaklaştığını sezmeye başladı. Arakkoalarla son kez iletişime geçen ateş kuşu, onları asıl evleri olan Arak bölgesine götürdü. Arak sınırlarına girer girmez son nefesini veren Rukhmar’ın bedeni adeta ikinci bir güneş gibi yanarak yok oldu.
Tanrıçalarının ölümüne şahit olan arakkoalar, onu onurlandırmak için Draenor’da eşi benzeri görülmemiş bir medeniyet yaratmaya ant içtiler. Bu medeniyete Apexis adını veren arakkoa ırkı, Arak ormanlarından kereste, madenlerinden ise çeşitli metaller ve cevherler toplayarak bölgede kule gibi yükselen dağın en tepesinde muazzam yapılar inşa ettiler. Işık’ın gücünü kullanarak bu yapıları ve bulundukları kıvrımlı dağı sarmalayan efsunlu fenerler yarattılar.
Anzu’nun fedakârlığının bilinciyle daha fazlasını öğrenmek isteyen bir kısım arakkoa büyücüsü, Sethekk Çukuru’nu araştırmaya, buradaki lanetin gücünü öğrenmeye çalıştı. Lanetten geriye kalanlar kendilerine bulaşmasın diye oldukça dikkatli bir biçimde hareket eden bu büyücüler, gölgenin ve Hiçlik güçlerinin gizemlerini öğrendiler. Eşi benzeri görülmemiş bir yetenek geliştiren bu arakkoalar, mistik büyü gücü ile Hiçlik’in öğretilerini birleştirmeyi başardılar. Böylece Apexis medeniyeti hem Işık’a hem de Hiçlik’e eşit derecede önem verir hâle geldi. Bu karşıt oluşumları etkin bir şekilde kullanmaya başlayan arakkoalar içerisinde oldukça itibar edilen iki önemli fraksiyon oluştu: Kutsal Işık’ın güçlerini araştırıp uzmanlaşan Anhar ile karanlık Hiçlik’in sırlarını ve mistik büyü güçlerini araştırıp uzmanlaşan Skalax. Anhar fraksiyonuna bağlı üyelere Anhari, Skalax’a bağlı olanlara ise Skalaxi adı veriliyordu.
Arakkoa ırkı doğası gereği hakimiyet alanlarını genişletmeye ve yeni topraklar edinmeye meyilli değildi; ancak oldukça meraklı canlılardı ve bu yüzden medeniyetlerinin yeterince geliştiğine inandıkları anda Draenor’u keşfetmeye başladılar. Çeşitli bitki türlerini ve hayvanları araştırmak için kıtanın dört bir yanına yapılar inşa ettiler, ormanları ve dağları haritalandırdılar, kırıcılar ile ilkeller arasındaki bitmek bilmez çarpışmaları uzaktan izlediler fakat asla bu savaşın bir parçası olmadılar; zira Rukhmar gibi arakkoalar da toprak üstünde yaşayan canlıların acınası varlıklar olduklarına inanıyorlar ve onların işlerine bulaşmanın Apexis medeniyetine yakışmayacak bir hareket olacağını düşünüyorlardı.
Arakkoa ırkının gelişip büyümesi, Draenor’daki diğer ırkları meraklandırmıştı. Arak’ın komşu bölgesi olan Talador’da yoğun miktarda ilkel bulunuyordu ve aralarından bir isim, sahip olduğu güç ile ön plana çıkıyordu: Gnarlgar. Gnarlgar bir ağaçsoydu; diğer bir deyişle Botaan’ın ölümü sonrasında yayılan sporlarla düşünme ve yürüme kabiliyeti kazanmış bir ağaçtı. Doğa büyüleri söz konusu olduğunda inanılmaz bir yeteneğe sahipti ve sporlar sayesinde yayılmış olan Hayat Ruhu enerjilerini kontrol edebiliyordu. Bin yıl boyunca Draenor topraklarında dolaşmış, yeri geldiğinde ilkellere yardımcı olarak kırıcılara karşı sürdürdükleri savaşta bir adım öne geçmelerini sağlamıştı; öyle ki kendi kendine geliştirdiği yetenekler sayesinde bir süre sonra ilkelleri kontrol altına almayı ve bilincini kullanarak onları yönlendirmeyi öğrenmişti. Özellikle botanilere karşı büyük sevgi besliyordu ve onlara Nebathöyükler ile ilgili hikâyeler anlattı; böylece gün geldiğinde Ebedinebat’ı eski görkemine kavuşturabileceklerdi.
Botaniler Draenor’un her köşesinde yer alsalar da özellikle Talador’da hüküm sürüyorlardı. Bu yüzden buraya yerleşen Gnarlgar, onlara doğa büyüsünü nasıl daha etkin kullanabileceklerini öğretti. Böylece botaniler, muazzam güçlere sahip havuzlar yarattılar; öyle ki bu havuzları kullanarak ölmüş olan genezor ruhlarını yeni bedenlere aktarmayı bile öğrendiler.
Botaniler, kırıcılar ile olan savaşlarına devam ederlerken Gnarlgar ise Apexis medeniyetine yoğunlaştı. Ona göre arakkoalar, doğal olan her şeyi karşıtıydı; ormanları kesip yok ediyorlar, kendi şehirlerini geliştirmek için acımasızca ağaçları katlediyorlardı. Arakkoaların kırıcılardan daha korkunç bir tehdit olduğuna kanaat getiren Gnarlgar, Apexis’e karşı koymasına yardımcı olacak bir varlık bulabilmek için Talador’dan ayrılıp keşfe çıktı. Bir süre sonra Botaan’ın bedeninden geriye kalan nadir parçalardan biri olan fosilleşmiş bir kök buldu. Kökü yanına alıp Talador’a dönen Gnarlgar, botanilere seslenerek birlik olmaları gerektiğini belirtti ve arakkoaları alt ederek Ebedinebat’ı kadim zamanlardaki heybetine geri kavuşturacaklarını ilan etti. Bulduğu kökü botanilere gösteren Gnarlgar, onu kullarak yeni ve atalarından çok daha güçlü bir Nebathöyük yaratacaklarını söyledi.
Vakit kaybetmeden harekete geçen Gnarlgar, bu kadim kökü Talador topraklarının derinlerine gömdü ve ritüelini gerçekleştirmeye başladı. Artık fosilleşmiş olan kökün tekrar hayat bulabilmesi için oldukça yoğun yaşam gücü gerekiyordu ancak aradığını bulması için Gnarlgar’ın uzaklara bakması gerekmiyordu. Binlerce botani ne yaptıklarının bilinciyle kendilerini kurban ederek ruhlarının bu kökü beslemesine izin verdiler; bir süre sonra topraktan dallar ve yapraklar fışkırmaya, böylece yeni Nebathöyük hayat bulmaya başladı. Gnarlgar ise ona bir isim verdi: Taala.
Taala gelişirken ilkeller de savaş hazırlıkları yapmaya başladılar. Botaniler yarattıkları enerji havuzlarını kullanarak yeni genezorların yaşam bulmasını sağlarken Gnarlgar da Hayat Ruhu gücünden çevresindeki ormana aktararak binlerce ağaca kendisi gibi irade, zekâ ve hareket edebilme yetisi bahşetti. Bu ağaçsoylar daha sonraları Boğumlular olarak anılacaklardı. Gnarlgar onlara en ön saflarda yer almaları emrini verdi, bir yandan da gövdelerini ve dallarını arakkoa büyülerine karşı koyacak şekilde güçlendirdi.
Doğa büyüsüyle çevrelenmiş binlerce ilkel, Talador bölgesinde toplanmışlardı ve Taala’nın uyanmasını bekliyorlardı.
Arakkoalar, Talador’daki hareketlenmeyi ilk başlarda pek umursamamışlardı ancak Arak sınırındaki ormanların gittikçe sıklaştığını, önü alınamaz şekilde büyüyen sarmaşıkların bulundukları dağa ulaştığını ve çeşitli yerlere tohumlar bırakarak yüzlerce ağacın kontrol edilemez bir hızla büyümesine sebep olduğunu gördüklerinde harekete geçmeleri gerektiğini fark ettiler.
Anhar ve Skalax birlikleri, durumu araştırmaları için Talador’a ekipler gönderseler de birçoğu geri dönmedi; dönenler ise korkunç hikâyeler anlatıyorlardı: Ağaçlar ayaklanmışlardı, binlerce botani ve genezor savaş hazırlıkları yapıyorlardı ve Talador’un merkez bölgesinde çoktan bir genezorun boyutlarını aşmış, giderek daha da büyümekte olan bir yaratık vardı. Arakkoalar yaşamları boyunca kadim Draenor hakkında bilgiler edinmişlerdi ve Ebedinebat’ın ne olduğunu bildiklerinden Talador’da gelişmekte olan canlının bir Nebathöyük olmasından şüpheleniyorlardı. Eğer yeterli olgunluğa erişirse arakkoaları ve Draenor’un geri kalanını yok oluşa sürüklemesi işten bile değildi.
Durumun vahametini fark eden arakkoa halkı derhâl harekete geçerek saldırı planları yapmaya başladılar. Anhariler ile Skalaxiler bir araya gelerek bir ordu kurdular ve Talador’a doğru saldırıya geçtiler. Karşılarına çıkan ilkeller ile çarpışmaktan kaçınan arakkoalar, direkt olarak bölgenin merkezindeki yaratığı yok etmeye yoğunlaştılar. Yere indiklerinde ise büyük bir savaş patlak verdi; arakkoalar ilkelleri alevli kılıçlar ve karanlık büyüler ile alt etmeye çalışsalar da bir türlü zafere ulaşamadılar. Bu sırada Gnarlgar kendisini bir transa sokarak çevresindeki tüm ilkellerin zihinlerine dokundu ve onların hareketlerini yönlendirmeye başladı. Birlik hâlinde hareket eden doğa güçleri, arakkoaları alt etmekle kalmayıp kuvvetlerinin neredeyse yarısını da katlettiler.
Apexis medeniyeti aldığı mağlubiyet ile dehşete düşmüştü. Gnarlgar’ı ve onun ilkelleri nasıl kontrol edebildiğini fark etmişlerdi ancak bu bilgiyi düşmanlarının aleyhine kullanma fırsatları olmamıştı. Savaşı kazanmak için bir çıkış yolu arayan arakkoalara cevap Anhar birliğinden geldi: Güneşin enerjilerini toplayıp yönlendirebilecek ve akıl almaz bir yıkım gücü sağlayacak yeni bir silah üzerinde çalışacaklardı. Rukhmar’ın Nefesi adını verdikleri bu silahı Arak dağının tepesine inşa edecekler ve ilkellere ağır bir darbe indireceklerdi; ancak bunu başarabilmek için zamana ihtiyaçları vardı ve zaman, bulundukları durum göz önüne alındığında kolayca edinemeyecekleri bir lükstü. Yine de planlarından vazgeçmediler ve silahın inşasına başladılar.
Arakkoaları def etmeyi başaran Gnarlgar ise Taala’nın uyanışını hızlandırmak için tüm gücünü kullanmaya başladı. Daha fazla botaninin kurban edilmesini sağlayarak Taala’yı besledi ve sonunda onun bir Nebathöyük olarak hayat bulmasını sağladı. Kendisini topraktan kurtarıp yükselen Taala, orman örtüsünün üzerinde yükselecek kadar korkunç bir büyüklüğe ulaşmıştı. Neler olacağını bekleyecek kadar vakti olmadığını bilen Gnarlgar tekrar bir transa girdi ve bu sefer yalnızca ilkellerin değil, Taala’nın da zihnine dokunarak bir kez daha onları yönlendirmeye başladı.
İlkellerin Arak bölgesine yürüyüşleri başlamıştı. Arakkoalar ise düşmanlarının gelişini izliyorlar ve Rukhmar’ın Nefesi’nin vaktinde tamamlanmayacağından endişe ediyorlardı. Skalaxi büyücülerinin bir kısmı kendilerini feda etmeye ve Anhari rahiplerine ihtiyaç duydukları zamanı sağlamaya karar vererek harekete geçtiler; amaçları gizlice Talador’a girmek ve tüm ilkeller ordusunu yöneten Gnarlgar’ı öldürmekti.
Skalaxi büyücüleri kendilerini gölgelerle gizleyerek Talador’a adım attılar ve kısa süre sonra Gnarlgar’a ulaştılar. Saldırmalarına ramak kalmışken varlıklarını hisseden Gnarlgar ise kendisini içinde bulunduğu trans hâlinden çıkararak karşı saldırıya geçti ancak geç kalmıştı; Skalaxi birliğini öldürmüş olsa da arakkoaların karanlık büyüsünün oluşturduğu lanet bedenini sarmıştı. Dalları, budakları ve vücudunu kaplayan tüm boğumlar hızla çürümeye, kararıp ölmeye başladı ve kısa süre içerisinde can veren Gnarlgar, orman zeminine çakıldı.
Gnarlgar’ın ölümüyle birlikte ilkelleri kontrol eden güç ortadan kalkınca Taala ve beraberindekiler bir an boşluğa düştüler. Ne yapacaklarından emin olmadan bir süre Arak sınırında bekleyen ordu, istemeden de olsa Anhari rahiplerine ihtiyaçları olan vakti tanımıştı. İlkeller ordusu tekrar harekete geçip Arak dağına doğru saldırıya geçtiklerinde Rukhmar’ın Nefesi tamamlanmıştı ve arakkoalar, düşmanlarını yok etmek için silahı ateşlediler. Korkunç bir ısıya sahip olan enerji, bir alev hüzmesi hâlinde Taala’ya çarptı ve onu parçalayarak kül etti. Nebathöyük’ün ölümüyle yetinmeyen Anhariler, silahı botanilere, Boğumlular’a ve genezorlara yönelterek binlercesini yakıp yok ettiler. Hayatta kalan az sayıdaki ilkel, Talador’a doğru geri kaçmaya çalışsa da Apexis saldırısı henüz bitmemişti; Rukhmar’ın Nefesi sayesinde Arak’a girmiş olan ormanlık bölgeyi de yakan arakkoalar, düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazandılar. Öyle ki Ebedinebat bir daha asla hiçbir şekilde gelişme fırsatı bile bulamayacaktı.
Ebedinebat güçlerini alt etmelerini takip eden yüzyıllar boyunca arakkoa ırkı, inanılmaz bir hızla büyüyüp gelişerek kalabalık nüfuslu bir imparatorluk hâline geldi. Kendilerini dünyanın en büyük gücü olarak görüyorlar ve bundan büyük bir gurur duyuyorlardı. Karşılarında duracak herhangi bir tehdit olmadığından hayatlarını bilime ve büyüye adamışlardı; bilgi onlar için her şeyden üstün bir konumdaydı.
Apexis medeniyetinin en üst sınıfları olarak kabul gören Anhar ve Skalax fraksiyonlarının üyeleri, öğrendiklerini parşömenlere yazmak yerine farklı bir teknik geliştirdiler. Büyü güçlerini birleştiren iki taraf, kristallerden oluşan ve bilgi depolamaya yarayan bir yöntem buldular; böylece bir arakkoa herhangi bir Apexis Kristali’ne dokunduğunda içerisinde biriktirilmiş tüm bilgiyi elde edebilecek, hatta kristali yaratan kişinin anılarına bile tanıklık edebilecekti.
Arakkoa ırkı, büyü güçlerini yalnızca bilgi arayışı için kullanmıyorlardı. Yaratıcıları olan Rukhmar’ın kibrine her daim sahip olmuş olan bu canlılar, ilkellere karşı kazandıkları zaferle birlikte daha da gururlu bir halk hâline gelmişlerdi; öyle ki toprağın üstünde yaşamak zorunda olan varlıkların birer pislikten başka bir şey olmadığına inanmaya başlamışlardı. Bu yüzden büyülerini kullanarak diledikleri gibi kontrol edebilecekleri ve gerek maden çıkarmak gerekse kaynak toplamak için kullanabilecekleri, “Apexis Golemi” adında mekanik yaratılar yaptılar.
Tanrıçalarının ölümünü unutmayan arakkoalar arasından Anhariler, bir süre sonra onun bedeninden kalanları bulmaya karar verdiler. Kısa bir araştırmadan sonra medeniyetlerini kurdukları dağın yakınında Rukhmar’ın kömürleşmiş kemiklerini bulan bu arakkoalar, inanması güç bir ritüel düzenleme kararı aldılar ve Işık’ın gücünü kullanarak onu diriltmeyi planladılar. Ritüel başarılı bir şekilde gerçekleşmiş ve Rukhmar hayata geri dönmüş olsa da ateş kuşunun yeniden yaşam bulmuş hâli, bir zamanlar taşıdığı asaletinin gölgesinden ibaretti; ne eskisi kadar güçlü ne de zekiydi. Arakkoalar ise her ne olursa olsun ona tapmaya devam ederken Anhariler ona Işık’ın güçlerinden bahşettiler; böylece Rukhmar tekrar Arak semalarında süzülmeye başladı.
Anhari rahipleri, Taala’yı ve ilkelleri alt etmelerini sağlayan Rukhmar’ın Nefesi düzeneğinin çevresine bir güneş tapınağı inşa ettiler ve her yıl Rukhmar’ı onurlandırmak için bu tapınakta ayinler düzenlediler. Skalaxi büyücüleri ise yaşadıkları dağın zemine yakın kısımlarında inşa edilmiş olan mabetleri ziyaret ederek Anzu’nun fedakârlığını anmak için ritüeller gerçekleştirdiler.
Apexis medeniyeti dur durak bilmeden gelişmeye devam ediyordu ancak ilk anlaşmazlıkların baş göstermesi uzun sürmedi. Anhariler ve Skalaxiler, arakkoa nüfusunun desteğini alabilmek için önce dostane başlayan ancak daha sonra ciddi bir çatışmaya dönüşecek bir yarışa girdiler.
Anhariler, arakkoaların desteğini alabilmek için kimin, ne türlü bilgiye erişebileceğini kontrol etmeleri gerektiğine inanıyorlardı; bu yüzden gizlice hareket eden Rahip-Lord Velthreek ve beraberindekiler, yıllar boyunca sayısız Apexis Kristali’ni toplayarak güneş tapınağında sakladılar. Öte yandan Büyücü-Lord Salavass ve liderlik ettiği Skalaxiler, bilginin herkesin hakkı olduğunu savunuyorlardı ve Anhariler’in ne yaptığını fark ettiklerinde derhâl kristalleri bırakmalarını talep ettiler. Velthreek bu talebi reddetti ve Anhariler’in aslen Rukhmar’ın gerçek varisleri ve arakkoaların tartışmasız liderleri olduğunu ilan etti. Kristaller üzerindeki kontrol onlarda olacak, kimin bilgiyi hak edip etmediğine karar vereceklerdi. Arakkoa ırkı yalnızca Anhari birliğinin öğretilerini benimsemeliydi zira Rukhmar’ın bilgeliğine giden tek yol buydu. Salavass duydukları karşısında dehşete düştü ve hemen harekete geçmezse arakkoa halkının desteğini kaybedeceğini fark etti; bu yüzden takipçilerini toplayarak güneş tapınağına doğru saldırıya geçti.
Tapınakta başlayan çarpışma kısa zaman içerisinde taraf seçmeye başlayan arakkoa halkına da sıçradı ve aylar süren savaş böylece başlamış oldu. Ancak Anhariler kolayca teslim olma niyetinde değillerdi ve bu yüzden ellerindeki en büyük silahı kullanmaya karar verdiler; diğer bir deyişle Rukhmar’ın Nefesi’ni gereken enerjiyi toplaması için harekete geçirdiler. Salavass bu silah karşısında hiçbir şansları olmadığını ve Anhariler’in elindeki bu avantajı vakit kaybetmeden yok etmesi gerektiğini biliyordu. Bu yüzden oldukça seçkin bir Skalaxi grubu toplayarak güneş tapınağına sızdı ve karşılarına çıkan tüm Anhari rahiplerini alt ederek silaha ulaştı; ancak nasıl bir felakete sebebiyet vereceğini bilmiyordu. Karanlık bir büyü örgüsüyle silahı etkisiz hâle getirmeye çalışan Salavass, mekanizmanın korkunç bir patlamayla infilak etmesine yol açtı.
Rukhmar’ın Nefesi’nin patlamasıyla birlikte Arak’ta tek başına yükselen dağ parçalara ayrılırken üzerinde yaşayan arakkoaların neredeyse hepsi can verdi; bölgenin geri kalanı ise çorak topraklardan ibaret hâle geldi. Bu olaydan sonra Apexis medeniyeti bir daha asla eski görkemine kavuşamazken artık birçok dağ ile tepeden oluşan ve tekrar canlanması uzun yıllar alacak olan bölge de Arak Kuleleri olarak anılmaya başlandı.