Lorekeeper

WARCRAFT TARİHÇELERİ – BÖLÜM 14: GURUBASHI SİVİL SAVAŞI, ELDRE’THALAS VE ARATHOR’UN DAĞILIŞI

İnsanlar, cüceler ve gnomlar Azeroth topraklarında kendi imparatorluklarını kurup gelişmeye devam ederken dünyanın geri kalanındaki diğer ırklar için sıkıntılar sürmeye devam ediyordu. Büyük Bölünme birçok Azeroth ırkı için ciddi sorunlara sebep olmuş, altından kalkması zor problemlere yol açmıştı. Bu ırklar arasında troller ve elfler en zor durumda olanların başında geliyorlardı.

Büyük Bölünme’yi takip eden sayısız yıl boyunca kıtlık ve diğer birçok sorunla karşı karşıya kalan Gurubashi trolleri, Boğandiken Vadisi’nde yer alan başkentleri Zul’Gurub ve çevresinde yaşıyorlar, eski görkemli günlerine dönmek için can atıyorlardı. Yaşadıkları sıkıntılar karşısında ne yapacaklarını bilemeyen Gurubashi trolleri, kadim varlıklardan yardım dilemeye başladılar ancak bu çağrılarına karşılaşabilecekleri en korkunç varlığın cevap vereceğinden habersizlerdi.

Ruhyüzücü adıyla anılan ve ilkel zamanların en güçlü loası olarak bilinen Hakkar (bir iblis lordu olan Tazı Efendisi Hakkar ile karıştırılmamalıdır), trollerin yakarışını duymuş ve yardım etmeye karar vermişti. Kan Loası olarak adlandırılan bu habis ve unvanıyla eş değer biçimde kana susamış varlık, trollere kendi gizli öğretilerini sunarak Gurubashi İmparatorluğu’nun güçlenerek Boğandiken bölgesine ve ötesine yayılmasına, böylece aralarında deniz kıyısında bulunan muazzam şehir I’lalai gibi birçok farklı yerleşim yeri kurulmasına yol açmış oldu.

Hakkar’ı takip eden troller, kendilerini “Hakkari” olarak isimlendirdiler. Yakın bölgelerdeki gnoll, murloc ve hatta baş kaldıran trolleri de alt ederek hakimiyetlerini pekiştirdiler. Esir alınanlar ise acımasız bir şekilde Hakkar’a kurban edildiler. Gurubashi kısa zamanda öyle hızlı büyümüştü ki uzaktan kendilerini izleyen kuzenleri olan Zandalari trolleri bile bu ilerleyişleri sebebiyle gurur duymaya başlamışlardı. Ancak bu sevinçleri beklediklerinden kısa sürecekti.

Hakkar acımasız ve sabırsız bir varlıktı. Trollere inanılmaz güçler bahşetmiş olsa da yaptıklarının karşılığında her geçen gün daha fazla kan dökülmesini talep eder hale geldi, zira adına akıtılan her damla kanla güçleniyor, kendisini besleyen bu dünya ile olan bağı derinleşiyor ve bu yüzden gittikçe daha fazla kurban verilmesini istiyordu. Hakkar’ın tüm dünya için nasıl bir tehdit oluşturduğunu fark eden Zandalari, savaşabilecek tüm bireylerini Boğandiken Vadisi’ne gönderdi. Bu sırada isteklerinin beklediği şekilde karşılanamamasından bıkmış olan Kan Loası yeni bir taleple geldi: Hakkarilerden kendisini Azeroth’a fiziksel olarak çağırabilmenin bir yolunu bulmalarını istedi; böylece kurbanlarının ve hatta tüm canlıların kanını doğrudan tüketebilecekti. Kendilerinden beklenen hareket karşısında dehşete düşen Hakkari ilk başta herhangi bir girişimde bulunmazken aralarında Ruhyüzücü’ye aşırı derecede bağlı olan Atal’ai adındaki grup, loanın isteğini yerine getirmeyi kabul etti.

Gurubashi halkı, loaya sırt çeviren Hakkari rahipleri ve Zul’Gurub’a ulaşan Zandalari savaşçılarından oluşan büyük bir grup, Atal’ai tarafından gerçekleştirilen ve Hakkar’ın dünyaya fiziksel olarak gelmesini sağlayacak olan ayin tamamlanmadan saldırıya geçtiler. Hakkar ve buyruğu altındakilere karşı gerçekleştirilen ayaklanma sırasında kullanılan korkunç büyüler Zul’Gurub’u yerle bir etse de Kan Loası’nın vücut bulmak üzere olan ruhu yenilgiye uğratıldı. Ucu ucuna kazanılmış bu zaferin ardından çıkan iç çatışmada yer almak istemeyen bir grup trol ise batıya doğru yelken açacak ve zaman içerisinde Karamızrak Adaları olarak anılan bölgeye yerleşecekti.

Boğandiken ormanlarından kovulan Atal’ailer, ardı arkası kesilmeyen saldırılar sonucu neredeyse yok olmanın eşiğine geldilerse de bu kıyımdan kurtulanlar, Hüzün Bataklıkları adıyla anılan bölgeye kaçmayı başardılar ve burada büyük bir gizlilik içerisinde Atal’Hakkar Tapınağı’nı inşa ettiler. Hakkari rahiplerinin ise kendilerine katılması uzun sürmedi zira her ne kadar ayaklanmada Hakkar’a karşı durmuş olsalar da öncesinde işledikleri suçlar sebebiyle sürgün edilip avlanmışlar, bunun sonucunda da Atal’aileri bataklıklara kadar takip ederek onlara katılmaya karar vermişlerdi. Hakkar’ı dünyaya getirmek için ellerinden geleni yapacaklarına dair yemin eden Hakkari, Atal’ai tarafından memnuniyetle karşılandı. Hakkar’ı Azeroth’a getirmeyi planlayarak birçok ritüel gerçekleştiren bu trollerin uyguladıkları dehşetengiz yöntemler ve kullandıkları kara büyüler sebebiyle tapınağın çevresindeki doğal yaşam bozulmaya başladı. Bu durumun karşılarına almak istemedikleri bir gücün dikkatini çekmesi ise uzun sürmedi: Yeşil Ejdersürüsü Lideri Ysera.

Olan biteni öğrenen Ysera, hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. Kendi gücünü kullanarak tapınağa saldıran Ysera’nın kudreti altında ezilen troller, korku içerisinde kaçıştılar. Tapınak ise toprağın içerisine gömüldü ve günümüzde bildiğimiz hâliyle sular altında kaldı. Ancak Ysera temkinliydi, Atal’ailerin gün gelip ritüellerine tekrar başlayacaklarını ön görmüştü; bu yüzden birkaç yeşil ejderhayı hem tapınağı hem de çevresini koruyup kollamak üzere bekçi olarak görevlendirdi.

Tüm bu karmaşa devam ederken Gurubashi trollerinin lideri Var’gazul, bilinmeyen bir düşmana karşı istila planları kuruyordu ve bu yüzden I’lalai şehrinde yaşayan güçlü büyü kullanıcısı Min’loth ile ona bağlı büyücü hekimlerin yardımını talep etti. Yapılan korkunç planlar yüzünden mi, yoksa Min’loth’un aşırıya kaçarak kullandığı su büyüleri sebebiyle mi yaşandığı bilinmeyen olay ise Gurubashi İmparatorluğu’nun gerçek anlamda yok olmasına neden oldu: I’lalai kıyısında ortaya çıkan ve trollere karşı büyük öfke duyan Neptulon tarafından gönderilmiş olan bir Krakken (ya da diğer adıyla Kraken), şehri yerle bir etmek için azgın dalgalar yarattı. Her ne kadar Min’loth bu ilk dalgaları bertaraf etmiş olsa da Krakken’i kendisine bağlamak için kullandığı büyüler ile dünyanın Eski Tanrılar tarafından yönetildiği zamanlardan beri var olan bu kadim canlının canını yakmıştı. Kendisine karşı duran Min’loth’a ve beraberinde tüm Gurubashi diyarına daha büyük ve yıkıcı dalgalar yaratarak saldıran Krakken, tüm imparatorluğu sular altında bırakarak yok etti. Suların çekilmesi uzun zaman alacak ve Gurubashi trolleri bir daha asla eski görkemlerine kavuşamayacaklardı.

Büyük Bölünme sonucu ayrılan kıtalardan Doğu Krallıkları olarak anılan toprakların güneyinde bu olaylar yaşanırken okyanusun diğer tarafında bir grup elf, geleceğin ne getireceğinden şüphe eder şekilde yaşamaya çalışıyordu. Bu elfler “Shen’dralar”, yani “Gizli Kalanlar” olarak biliniyorlardı. Kadimler Savaşı’ndan çok önceleri Kraliçe Azshara tarafından en kıymetli büyü parşomenlerinin ve ciltlerinin korunması ile görevlendirilen bu elfler, Feralas bölgesinde Eldre’Thalas olarak adlandırdıkları şehirde yaşıyorlardı. Kalimdor kıtası parçalanırken kendilerini korumak isteyen bu elfler, liderleri olan Prens Tortheldrin’in önderliğinde büyülü bir kalkan oluşturarak şehri yıkımdan kurtardılar.

Shen’dralar da diğer elfler gibi Ebediyet Pınarı’nın yokluğunun acısını hissetmeye başladılar. Büyüyü eskisi kadar güçlü kullanamıyorlar ve ölüyorlardı. Bu duruma bir son vermek isteyen ve yeni bir kaynak arayışına giren Prens Tortheldrin, tehlikeli bir plan üzerinde çalışmalara başladı. Eldre’Thalas’ın Büyük Bölünme sırasında zarar görmüş yapılarından birine sütunlar dikip bir çeşit büyülü hapishane oluşturarak işe başlayan Tortheldrin, sonrasında oldukça güçlü bir iblisi çağıracak büyülerini yapmaya koyuldu. Her ne kadar halkı tarafından dehşet içerisinde izlense de büyüsünü başarıyla tamamlayan prens, Immol’thar adındaki iblisi çağırmayı ve hapsetmeyi başardı.

Immol’thar’ın gücünü emerek Shen’dralar’a dağıtan Tortheldrin sayesinde Endre’Thalas’ta yaşayan elfler, açlık duydukları büyü gücüne yeniden kavuşmuşlardı; ancak iblisin karanlık gücü bağımlılık yaratıyordu. Immol’thar gibi kudretli bir varlığı şehrin içinde tutmak da bir o kadar tehlikeliydi ve bunun farkında olan elfler, iblisin gücünü çeşitli şekillerde bükerek kendisini hapis tutmaya devam edebilmek amacıyla kullandılar. Shen’dralar’ın planları binlerce yıl boyunca düzgün şekilde işledi ve Endre’Thalas elfleri diğer medeniyetlerden uzak bir şekilde yaşamaya devam ettiler. Ta ki Kadimler Savaşı’ndan yaklaşık 9000 yıl sonra felaket baş gösterene kadar…

Aradan geçen binlerce yıl sonunda Immol’thar’ı hapis altında tutmak daha fazla güç gerektirir hâle geldi. Öyle ki iblisin gücünün tamamı sadece hapishanesinin bütünlüğünü korumaya harcanıyor, elflere ise hiçbir şey kalmıyordu. Prens Tortheldrin de dahil tüm Shen’dralar, tekrar fâniliğin ve büyü gücüne olan açlığın ortasında çırpınmaya başladılar. İblisin meşum gücü ise sadece bağımlılık yaratmakla kalmamış, aynı zamanda Eldre’Thalas elflerinin zihinlerinin de kötücül düşüncelerle dolmasına yol açmıştı. Bu kişilerin başında ise Tortheldrin geliyordu.

Immol’thar’ın gücünün tamamına ulaşmak ve açlığını bastırmak isteyen Tortheldrin, dehşetengiz bir plan yaptı: Kendisine en yakın ve sadık olan Shen’dralar’ı yanına alan prens, şehirdeki diğer tüm elfleri katletti. Böylece Immol’thar’ın gücüne ihtiyaç duyan nüfusun büyük bir kısmını öldürerek daha fazlasına sahip olan Tortheldrin ve takipçileri, zaman içerisinde kendilerini şehrin küçük bir kısmına kapattılar.

Endre’thalas’ta tüm bu katliam gerçekleşirken insan imparatorluğu Arathor’da da işler pek iyi gitmiyordu. Önceki yıllarda pek çok insan Strom’dan ayrılmış, farklı şehir devletleri kurmuşlar ve zaman geçtikçe Arathor’un hakimiyetinden uzaklaşmaya başlamışlardı. Bunlardan biri Dalaran‘dı ve büyü kullanımı sebebiyle hâlihazırda oldukça gelişmiş bir şehir devletiydi.

Yıllar önce büyük bir adaya yerleşerek bir şehir devleti hâline gelmiş olan Kul Tiras, Azeroth’taki en büyük donanmaya sahip olmaya adım adım yaklaşıyordu. Doğu Krallıkları sahilleri boyunca keşifler yapan Kul Tiras kaptanları, birçok farklı bölgeye ait bilgiler ve eşyalar getirerek şehrin ticari yönünü kısa sürede geliştirdiler. Kul Tiras’ın denizcilik konusunda bu kadar kısa sürede ciddi şekilde ilerlemiş olması, aynı şekilde deniz ticaretine yoğunlaşmış olan Gilneas’ın farklı yönlere eğilmesine sebep oldu.

Gilneas, zaman içerisinde kara ordularına ve ticaretine yönelmeye başladı. Bir süre sonra ordusu öylesine büyüdü ki bir diğer şehir devleti olan Alterac ile yarışır hâle geldi. İki şehir devleti, zaman zaman güçlerini birleştirerek kıtanın iç topraklarını keşfe de çıkıyorlardı. Bu keşiflerden birinde Khaz Modan topraklarına ulaşan Gilneas ve Alterac birlikleri, böylelikle cüceler ve gnomlarla temasa geçen ilk insanlar oldular. Bu iki ırkla, özellikle de kültürlerini benzer gördükleri cücelerle sıkı ilişkiler içerisine giren insanlar, onlarla maden ve değerli taş işçiliği, mühendislik ve büyü kullanımı konularında bilgi alışverişi yaptılar.

Tüm bunlar olup biterken Strom ise gücünü kaybetmeye devam ediyordu. Dağlarla çevrili ve yeterince bereketli topraklara sahip olmayan bu şehir, muazzam bir hızla büyüyen şehir devletleri ile yarışamayacak kadar geride kalmıştı. Durumu fark eden birçok soylu aile Strom’u terk ederek kuzeye doğru yol aldı. Vardıkları bölge ise daha önce birçok insanın yerleşip çiftlikler kurduğu, efsanevi general Lordain’in yaptığı muazzam fedakârlığın anısına Lordaeron olarak adlandırılmış olan topraklardı. Burada bir şehir devleti kuran soylular, var olan çiftlikleri satın alarak kendilerine bağlarken şehrin isminin de bölgeyle aynı olmasına ve Lordaeron olarak kalmasına karar verdiler.

Lordaeron aynı zamanda Işık’a gönülden bağlı bir gruba da ev sahipliği yapıyordu. Trol Savaşları sonrasında bir grup insan rahibi ve rahibesi, kendileri bundan henüz haberdar olmasalar da rüyalar ve görüler üzerinden naarular tarafından ziyaret edilmişler, böylece Işık’ın iyileştirici gücünü nasıl daha iyi kullanabileceklerini öğrenmişlerdi. Bu sebepten ötürü birçok hasta ve yaşlı Lordaeron’a akın ederek bu rahip ve rahibelerden yardım ister oldular. Zaman içerisinde sadece dertlerine deva arayanlar değil, aynı zamanda daha fazla bilgiye ve ilme sahip olmak isteyenler de Işık’ın takipçilerini ziyaret etmek için Lordaeron’a gelmeye başladılar. Ticari anlamda da güç sahibi olan Lordaeron, kısa süre içerisinde büyüyerek oldukça güçlü bir devlet hâline geldi.

Soylular şehirden ayrıldıktan sonra kraliyet ailesinden olan son insanlar da Strom’u terk etmeye karar verdiler. Bu kolay bir karar değildi ve nereye gideceklerini bilmiyorlardı; ancak söylentilere göre güneyde oldukça bereketli topraklar vardı. Thoradin’in soyundan gelen Faldir’i takip eden asilzadeler, böylece güneye doğru yelken açtılar ve bir süre sonra söylentilerin ne kadar doğru olduğunu kendi gözleriyle gördüler. Vardıkları ormanlık arazinin deniz kıyısında bir şehir kuran bu soylular, ilk adımını attıkları krallıklarına da Stormwind ismini verdiler.

Yalnızca Arathor’un eski günlerini hatırlayan ve şehri terk etmek istemeyen bir grup aile Strom’da kalmıştı. Bunlar arasında Ignaeus Trollbane’in soyundan gelen insanlar da bulunuyordu. Bu insanlar zaman içerisinde şehri restore ederek ona yeni bir isim verdiler: Stromgarde. Ancak ilk insan imparatorluğu olan ve tüm insan kabilelerinin bir araya gelerek yaşadığı bu şehir bir daha asla eski görkemine kavuşamayacaktı. İlk kral Thoradin’in tüm insanların birlik ve beraberlik içerisinde yaşaması hayali ise krallıkların birbirlerinden uzaklaşmaları, hatta yeri geldiğinde düşmanca tavırlar sergilemeleri sayesinde yok olup gidecekti.