Lorekeeper

WARCRAFT TARİHÇELERİ – BÖLÜM 11: QUEL’THALAS’IN KURULUŞU, ANDRASSIL VE BÜYÜK GÖÇ

Kadimler Savaşı sona ererken Ebediyet Pınarı’nın yok oluşuyla parçalanan Azeroth toprakları artık birkaç kıtadan oluşuyordu. Batıdaki Kalimdor kıtası üzerinde yaşayan gece elfleri de hem geride kalan iblisler, hem satirler hem de büyüye karşı duydukları açlığı bastıramayan kendi ırklarının üyeleri ile baş etmek zorunda kalmışlardı. Illidan Stormrage tarafından yaratılan ikinci Ebediyet Pınarı’nı korumak isteyen ejdersürüsü liderlerinin Nordrassil ismini verdikleri ulu ağaca kendi güçlerinden bahşetmelerinin ardından, büyü kullanımı konusunda gece elfleriyle anlaşmazlık yaşayan Dath’Remar Sunstrider önderliğindeki bir grup Külvadi topraklarından sürgün edildi.

Sürgün elfler kendilerine yaşayacak yeni topraklar bulma arzusuyla doğuya doğru ilerledikçe ikinci Ebediyet Pınarı’ndan uzaklaştılar ve artık ulaşamadıkları büyü kaynağına olan bağımlılıkları sebebiyle acı çekmeye başladılar. Dath’Remar ise ümitliydi ve kararlılığının meyvesini alması yıllar sürse de en sonunda, tarihin ilerleyen dönemlerinde Doğu Krallıkları olarak adlandırılacak topraklara ayak bastılar. Aylar boyunca bu yeni topraklarda yürüyen ve bir yandan da büyü enerjisine karşı açlık çeken elfler, en sonunda anlam veremedikleri şekilde üzerinde gümüşten bir elin yükseldiği ve orada yaşayan yerli insanlar tarafından Tirisfal olarak adlandırılan bölgeye vardılar. Buraya yerleşmeye karar veren elflerle insanlar birbirleriyle iletişime geçmemeyi tercih etseler de elflerin Bekçi Tyr ve yaptığı fedakârlıkların hikâyesini öğrenmeleri uzun sürmedi.

Asil doğanlar bu yeni topraklarda büyü enerjilerinin izini de hissetmişlerdi. İnsanlar büyü kullanımını bilmiyorlardı, bu yüzden ne tür bir enerji akımının içerisinde yaşadıklarından haberleri yoktu; ancak bu konuda ustalaşmış olan asil doğanlar için kolaylıkla hissedilebilecek kadar yoğun bir potansiyele sahip bir bölgeydi. Hatta bu enerjiler üzerinde çalışıp eski güçlerine kavuşmayı şiddetle arzuluyorlardı zira ikinci Edebiyat Pınarı, Nordrassil ve beraberinde ejdersürüsü liderlerinin kutsamalarından oldukça uzakta olmalarının yan etkileri olarak yaşlanmaya ve hastalanmaya başlamışlardı. Asil doğanlar ölümsüzlüklerini kaybediyorlardı.

Fiziksel değişim geçiren asil doğanlar

Vakit kaybetmek istemeyen elfler hemen Tirisfal Açıklıkları’nın da içinde bulunduğu bölgedeki büyü enerjisi akımları üzerinde çalışmaya başladılar. Ancak bir süre sonra çalışmaları derinleştikçe bölgede oldukça karanlık bir gücün de var olduğunu fark ettiler. Öyle ki bu güç, bir kısım elfin aklını yitirmesine ve agresifleşmesine sebep oldu. Aralarından bazıları bölgede yaşayan ilkel insanların enerji akımlarının en yoğun olduğu kısımlara yerleşmiş olduklarını, onları sürgün etmeleri gerektiğini ve hatta karşı çıkarlarsa köleleştirmelerinin mantıklı olduğunu bile söylemişlerdi. Dath’Remar ise böyle bir harekette bulunmanın anlamsız olduğunu ve daha çok soruna yol açacağını biliyordu. O da bölgedeki karanlık gücü fark etmişti ve albenisine kapılmak yerine halkını daha da kuzeye taşımaya karar verdi. Böylece asil doğanlar yeni bir yuva arayışıyla tekrar harekete geçtiler.

Büyülü enerji akımlarını takip ederek ilerleyen asil doğanlar, umutlarını kaybetmemişlerdi. Dath’Remar’ın gönderdiği keşif birliklerinin öğrendiklerine göre kuzeyde tüm bu enerji akımlarının birleştiği ve büyünün yoğun olduğu bir bölge bulunuyordu. Ancak yolculukları umduklarından çok daha sert ve acılı geçmekteydi. Fiziksel olarak değişiyorlardı; ten renkleri morun tonlarından daha insani bir pembe tonuna dönüşürken bedenleri de zayıflayıp küçüldü ve daha kırılgan bir yapıya büründü. Ölümsüzlüklerini ve bağışıklıklarını kaybeden elfler, yolculuk esnasında hastalık ve açlık sebebiyle birçok bireylerinin hayatlarını yitirişine şahit oldular. Seyahat ettikleri dağlardaki hava şartları da hiç yardımcı olmuyordu ve hayatta kalmalarının tek sebebi bulundukları dağlarda yaşayan, kendilerine şefkatle yaklaşıp yardımcı olan insanlardı.

Yaşadıkları tüm zorluklara rağmen yılmayan ve azimle yollarına devam eden asil doğanların karşılaştıkları sorunların sonu gelmiyor gibiydi. Dağları arkalarında bırakıp keşif birliklerinin bahsettikleri ormanlık araziye ilerleyen elflerin karşısına bu sefer kadim bir düşman çıktı: Yosun rengi tonundaki tenleri ile yüksek derecede hücre yenilenmesi özelliği taşıyan bu nispeten tanıdık simalar, Amani trollerinden başkası değillerdi. Doğu Krallıkları’nda yer alan Amani İmparatorluğu, Zul’Aman adındaki ana şehirleri üzerinden kuzeydeki toprakların büyük bir bölümünde hüküm sürmekteydi. Sınırlarına dayanmış olan yabancıları istemeyen ve Kraliçe Azshara zamanından beri elflere karşı büyük bir nefret besleyen troller, acımasız saldırılar düzenleyerek bu sürgün ırkın nefretini üzerlerine çektiler; öyle ki elfler de trolleri gördükleri yerde düşünmeden öldürmeye başladılar.

Kararlılıklarını kaybetmeyen asil doğanlar, nihayet mistik büyü akımlarının en yoğun şekilde hissedildiği birleşme noktasının bulunduğu bölgeye ayak bastılar. Doğu Krallıkları’nın en kuzey kısmı olan bu topraklara geldiklerinde liderleri Dath’Remar, elflerin bu bölgeye yerleşeceğini duyurdu ve sürgün edilmeden önce gece elflerinden çaldığı, içerisinde ilk Edebiyat Pınarı’nın suyunu barındıran şişeyi ortaya çıkardı. Akımların birleştiği noktada bulunan bir gölün içerisine bu suyu boşaltan Dath’Remar, asil doğanlar için yeni bir enerji kaynağı yarattı: Güneş Pınarı. Bu yeni kaynağın muazzam gücüyle kendilerine gelen elfler, Elune öğretilerini ve aya olan inançlarını arkalarında bırakarak güneşe tapmaya ve kendilerine “asil elfler” demeye başladılar. Medeniyetlerini kurmaya başladıkları topraklara da “Asil Yuva” anlamına gelen Quel’Thalas ismini vererek Dath’Remar Sunstrider’ı ilk Yüce Kral ilan ettiler.

Güneş Pınarı

Elflerin bilmedikleri şey, medeniyetlerini kurmaya başladıkları bölgenin Amani trollerinin hâlâ kutsal saydığı kadim bir kentin kalıntılarına ev sahipliği yaptığıydı; bu yüzden trollerin saldırıya geçmesi uzun sürmedi. Elde ettikleri büyü gücüyle trolleri yenen elfler, bu sefer temkinli davranarak krallıklarını tüm gözlerden korumak için sınırlarına rün taşları yerleştirdiler. Bu yolla düşmanlarının topraklarına ayak basmasını engelleyecek, batıl inançlara sahip trolleri korkutacak ve Yakan Lejyon’un da sahip oldukları gücü sezmesine mani olacak, asil elf dilinde “Geçitkoruyan” anlamına gelen Ban’dinoriel adını verdikleri büyülü bir bariyer oluşturdular.

Yarattıkları bariyer sayesinde güven içinde büyü kullanmaya başlayan elfler, yeni yuvalarına gelmeden önce yaşadıkları sıkıntılarla bir daha karşılaşmak istemiyorlardı. Kavuştukları güç ile gelişen ve krallıklarını kurdukları Daimşarkı Ormanları’nın her daim bahar mevsimi yaşamasını sağlayacak bir büyü yapan asil elfler, Silvermoon adını verdikleri büyük bir şehir inşa etmeye koyuldular. Amani trolleri ise elf krallığından uzak durmaya ve yalnızca korunaklı bölgeden yeterince uzaklaşmış olan kafilelere saldırmaya karar vererek Zul’Aman’a geri çekildiler. Konvoylara yaptıkları saldırılar ise asil efler arasında sınırları korumak isteyen korucuların yer aldığı yeni bir birliğin oluşmasına sebep oldu: Uzakgezerler. “Ormanın Cesareti” anlamına gelen Thas’dorah ismindeki yayıyla Silvermoon’un ilk Korucu-Generali olan Talanas Windrunner’ın öncülük ettiği bu birlik, medeniyetlerinin sınırlarını koruma konusunda oldukça etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda gelecekte yaşanacak savaşlarda da ön saflarda yer alacaktı.

Quel’Thalas

Kurduğu imparatorluk gün geçtikçe gelişirken Dath’Remar Sunstrider liderlikten çekildi. Diğer asil elfler ise Quel’Thalas’ın yönetimini yürütmek için Silvermoon Meclisi adı altında, en büyük yedi ailenin lordlarından oluşan bir heyet oluşturdular; Sunstrider hanedanının ise bu heyet arasında daha fazla politik nüfuzu vardı. Böylece asil elfler sonraki dört bin yılı huzur içerisinde geçirirken troller ise daha büyük bir saldırı gerçekleştirebilmek amacıyla savaşçılarının sayılarının tekrar artmasını beklediler.

Quel’Thalas zenginleşip gelişirken asil elfler kadar şanslı olmayan bir başka asil doğan topluluğu hayatta kalmaya çalışıyordu. Bu grup, Kadimler Savaşı öncesinde Kalimdor tek kıtayken kuzey topraklarındaki Ayezgisi bölgesinde kurulmuş olan ve bir kısım mistik artefaktlar ile arkeolojik kalıntıların saklandığı Shandaral adındaki bir şehirde yaşıyordu. Büyük Bölünme sonucu Kalimdor parçalanıp birçok farklı kıtaya ve adaya ayrıldığında ise Shandaral, Kuzeyyarı olarak adlandırılan topraklarda sıkışıp kaldı. Herhangi bir büyü kaynağından uzak olan ve asil elfler gibi Ebediyet Pınarı’nın suyundan elde edemeyen bu asil doğan topluluğu, zaman içerisinde büyü enerjisine olan açlıkları sebebiyle büyük sıkıntılar çekmeye başladı.

Her türlü kaynaktan uzak kalmış olan bu asil doğanlar, bulundukları topraklarda kendilerini besleyebilecek büyü enerjileri aramaya başladılar. Yüzyıllar boyunca süren bu arayışları sırasında kendileri ile aynı kıtayı paylaşan ve Kadimler Savaşı sonrasında az sayıda kalmış olan mavi ejdersürüsü üyelerinin çeşitli deneylerine şahit oldular. Bu ejderhalar hiçbir kötü niyet beslemeksizin, yalnızca merak ettikleri için yaşayan canlıları kristalleştiriyor ve onların enerjisini emiyorlardı. Shandaral elfleri ise bu yöntemi kendi açlıklarını dindirebilecek bir çözüm yolu olarak gördüler ve ejderhalarla iletişime geçmeye karar verdiler.

Mavi ejderhalar taleplerini görmezden gelmeye ve hatta bazı zamanlarda açıkça saldırganlık göstermeye başlayınca elfler, daha gizli ancak tehlikeli bir yönteme başvurmaya karar verdiler. Mavi ejderhaların yuvası olan ve yüksek büyü gücüne sahip çeşitli eşyaların saklandığı Nexus adı verilen sığınağa giren Shandaral büyücüleri, ejderhaların kristalleştirme yöntemlerini öğrenmekle kalmayıp aynı zamanda saklanmış eşyalardan bazılarını da açgözlülükle çaldılar. Ancak bu eşyalar büyülü uyarı korumalarıyla kaplıydı ve yerlerinden edilmeleri sebebiyle mavi ejderhaların harekete geçmesi uzun sürmedi.

Asil doğan büyücüleri Nexus’tan kaçmayı başardılar ancak ejderhaların peşlerini bırakmayacaklarını biliyorlardı. Nitekim saldırıya uğramaları uzun sürmedi. Elf büyücülerinin bir şekilde kendilerini korumaları gerekiyordu yoksa mavi ejderhalar tarafından yok edileceklerdi. Bu amaçla bir araya gelen bir grup büyücü, öğrendikleri yöntemleri kullanarak Ayezgisi ormanının bir kısmını kristalleştirmeye ve enerjisini çekerek kendilerini savunacak gücü elde etmeye karar verdi. Yapmaya başladıkları büyü örgüsünün ne denli korkunç bir sonuç doğuracağının farkına varan mavi ejderhalar bölgeyi derhâl terk ederken elflerin dikkatsizliği sonucunda Azeroth’un neredeyse her yerinden görülebilen bir büyü patlaması meydana geldi. Ortaya çıkan yoğun enerji akımları tüm ormanın kristalleşmesine sebep olurken bölgede yaşayan tüm canlıların bedenlerini de parçaladı. Ancak büyünün doğası sebebiyle ruhları lanetlenerek var olmaya devam etti. O günden sonra bölgeye Kristalezgi Ormanı adı verildi.

Kristalezgi Ormanı

Büyük Bölünme sonucunda yalnızca Kalimdor kıtası parçalanmamış, aynı zamanda Eski Tanrılar’ın yer altı hapishaneleri de zarar görerek zayıflamıştı ve bu meşum varlıklar yaşanan olaylarla bir anda kavuştukları küçük özgürlüklerinin farkındalardı. Hâlâ hapishanelerine kapalı durumdalardı ancak kendilerini tutan büyülü zincirler, dış dünyayı az da olsa etkileyebilecekleri kadar zayıflamıştı ve bu bile onlar için yeterliydi. Eski Tanrılar’ın yozlaşmışlıkları zaman içerisinde Azeroth topraklarında filizlenmeye ve yayılmaya başladı. Bu durumdan en büyük sıkıntıyı çeken ise Yogg-Saron’un hapsedildiği Kuzeyyarı kıtasıydı zira Eski Tanrı’nın kanını da taşıyan saronit adındaki yeni bir mineral türü toprakta yer etmeye başlamıştı.

Saronitin oluşumunu fark eden ve bunu durdurmak isteyen bir grup Cenarion Konseyi druidi, Nordrassil’in iyileştirici gücünün kullanmak istedi. Bu druidlerin lideri olan Fandral Staghelm, ejdersürüsü liderlerine danışması gerektiğine dair verilen nasihatleri duymazdan gelip kaybedecek zamanları olmadığını iddia ederek en yakın gördüğü druidlerle gizlice Nordrassil’e gitti ve altı küçük dal parçası kesti.

Zümrüt Rüya’ya açılan kapısıyla Kasvet Ormanı’ndaki ulu ağaç

Edindikleri dal parçalarıyla saronitin etkin biçimde yayılmaya başladığı bölgelere giden Fandral ve takipçileri, bu bölgelerde en çok zarar görmekte olan topraklara dalları dikmeye başladılar. Külvadi, Kristalezgi Ormanı, Feralas, Kasvet Ormanı ve Hinterlant’ta amaçlarını yerine getiren druidler, dikilen dalların topraktan beslenerek oldukça kısa bir süre içerisinde birer ağaca dönüştüğünü gördüklerinde umutlandılar. Bu yeni ağaçlar yalnızca saronitin etkilerini de azaltmakla kalmıyor, aynı zamanda Zümrüt Rüya’nın iyileştirici etkisini fiziksel dünyaya taşıyarak çevrelerindeki vahşi yaşamı da besliyorlardı.

Gördüklerinden memnun kalan Fandral ve takipçileri, vakit kaybetmeden Kuzeyyarı’na gittiler ve dünyadaki en gelişmiş saronit kaynağının bulunduğu, daha sonraları Boz Tepeler olarak adlandırılacak bölgeye ayak bastılar. Nordrassil’den aldıkları en büyük dal parçasını bu kaynağa diken druidler, ağacın diğerlerine göre çok daha hızlı büyüdüğünü, saronitin yayılmasını engellediğini ve vahşi yaşam üzerinde olumlu etkiler yarattığını görünce ona “Kar Tacı” anlamına gelen Andrassil ismini verdiler.

Cenarion Konseyi üyeleri, Fandral’ın kendilerine danışmadan böyle bir harekette bulunduğunu öğrendiklerinde oldukça sinirlenmiş olsalar da yeni ağaçların pozitif etkilerini gördükten sonra yumuşadılar. Ancak huzur içinde geçen onlarca yıl sonra Kuzeyyarı’nda beklenmedik hareketlenmelere şahit oldular. Barışçıl olmalarıyla bilinen taunkalar ve orman perileri agresif tavırlar göstermeye ve birbirleriyle savaşmaya başlamışlardı. Vakit kaybetmeden bölgeye giden Cenarion Konseyi üyeleri, Andrassil’in köklerinin yerin oldukça derinlerine indiğini fark ettiler. O kadar derine inmişlerdi ki Yogg-Saron’un hapishanesine ulaşmışlardı ve Eski Tanrı bu fırsatı kaçırmayarak karanlık enerjisiyle ulu ağacı etkisi altına almıştı. Bu yüzden çevredeki yaratıklar da zaman içerisinde deliliğinin pençesine düşmüş ve doğalarında olmayan hareketler yaparak barbarlaşmışlardı.

“Kırık Taç” Vordrassil

Druidlerin düşünecek çok zamanı yoktu ve Andrassil’i kurtaramayacaklarını da biliyorlardı. En sonunda üzülerek de olsa ağacı yıkarak etkisini yok etmeye karar verdiler ve ondan geriye kalanlara “Kırık Taç” anlamına gelen Vordrassil adını verdiler. Ancak bu yüce ağaç da diğerleri gibi Zümrüt Rüya’ya açılan bir bağlantı kapısıydı ve druidlerin farkında olmadıkları şey, Yogg-Saron’un bunu kendi lehine kullanmış olduğuydu. Andrassil’in hapishanesine ulaşmasıyla diğer ağaçlarla da bağlantı sağlayabilen Eski Tanrı, Zümrüt Rüya içerisine karanlığın tohumlarını serpti. Ve böylece Zümrüt Kâbus olarak bilinecek yozlaşmaya ve bozulmaya da önayak olmuş oldu.

Kuzeyyarı topraklarında kalmak isteyen kuzenlerinden ayrılan, Archaedas ve Ironaya’yı takip ederek göç eden mekagnom ve earthen ırklarının üyeleri, asırlar önce Uldaman adındaki yer altı tesisine varmışlardı. Earthenların neredeyse hepsi Tenin Laneti’nden korunabilmek için yüzyıllar boyunca hareketsiz bir uykuya dalmayı tercih ederken küçük bir kısmı ise mekagnomlarla birlikte tesisi gözetmek için ayık kalmak istemişlerdi. Zaman içerisinde Archaedas ve Ironaya, gittikçe daha takıntılı tavırlar sergilemeye başlamışlardı; öyle ki tek arzuları Tenin Laneti’ni yok etmek olmuştu. Bu arzuyla kendilerini tesisin en derindeki odalarına kapatan ikiliden kimi zaman yıllarca haber alınamıyordu. Bir süre sonra araştırmalarından ve çabalarından herhangi bir sonuç edinemeyen iki titan-yapımı, kendileriyle göç eden earthenlar gibi uykuya dalmaya karar verdiler. Öyle ki takip eden yüzyıllar boyunca kendilerinden tek bir haber alınamadı ve tesisin bakımı, uykuya dalmayı reddeden mekagnomlar ile earthenların eline kaldı.

Uldaman’ın içinden bir kesit

Kadimler Savaşı bitip Büyük Bölünme yaşandığında Uldaman’da bulunan ve ayık olan earthenlar, aralarındaki bağ sebebiyle toprağın çektiği acıyı bizzat hissettiler. Bir süre sonra bu acıya daha fazla dayanamayacaklarına kanaat getirdiklerinde ise Uldaman’da bulunan ırklarının diğer üyeleri gibi uykuya dalmanın en doğru hareket olacağına karar verdiler.

Bütün earthenların uykuya dalmasıyla tesisin gözetimi artık yalnızca mekagnomların elindeydi. Ancak Tenin Laneti bu ırk arasında da etkisini göstermeye başlamıştı. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak zayıflamaya başlayan ırk, etten-kemikten bir görünüm kazandı. Lanetin etkisiyle değişim geçirmelerinin yanı sıra yaratılış amaçlarını da unutan ırkın neredeyse tamamı en sonunda Uldaman’ı terk etti. Geriye yalnızca oldukça az sayıda mekagnom kaldı; göç edenler ise zaman içerisinde yalnızca “gnom” olarak anılmaya başlandı.

Uldaman’dan kuzeybatıya doğru göç eden gnomlar, buradaki dağlık bölgeye yerleştiler. Gnomlar için buradaki yaşam oldukça zordu zira Lanet yüzünden geçirdikleri değişimler sonucunda daha kırılgan canlılar hâline gelmişlerdi ve bulundukları bölgenin şartları da kolaylık sağlamıyordu. Arazi oldukça doğuktu ve vahşi buz trolleri çevreyi mesken edinmişlerdi; ancak gnomlar hâlâ oldukça zeki canlılardı ve bu yüzden kendilerini teknolojiye ve bilimsel gelişmeye adadılar. Hayatta kalmaya odaklanan bir ırk olarak tarihleri ile ilgili yazılı veya sözlü kayıtlar tutmaktan da uzak durdular zira onlar için bunun hiçbir önemi olmadığı gibi kendilerine bir katkısı da yoktu.

Bir süre sonra gnomlar, titan-yapımı oldukları dönemle ilgili tüm bilgileri ve yaşattıkları mirası unuttular. Yalnızca teknolojilerine ve icatlarına güvenerek yaşamlarını sürdüren bu ırkın üyeleri, zekâları sayesinde zorlu şartlarda hayatta kalmayı başardılar. Sonraki dönemlerde Dun Morogh olarak adlandırılacak bölgenin batı kısmındaki dağlarında tüneller ve yer altı yerleşkeleri kuran gnomların fark etmeseler bile tanıdık gelecek simalarla karşılaşmaları ise yüzyıllar alacaktı.