Kezzig Klackwhistle büyük, yeşil ellerini beline dayayıp adeta on yıldır öylece duruyormuşçasına diz çöktüğü yerden doğrulurken eklemlerinden ardı arkası kesilmeden gelen çıtırtı seslerine yüzünü buruşturdu. Kurumuş dudaklarını yaladı ve kör edici güneş ışığına karşı gözlerini kısıp üzerinde biriken terden kaskatı kesilmiş mendiliyle kel başını silerken etrafına baktı. Sağda solda sıkıca kümelenmiş, havada dönüp duran böcek sürüleri bulunuyordu. Ve tabii ki her yerde kum vardı; büyük bir kısmı aynen bir önceki gün olduğu gibi muhtemelen iç çamaşırına doluşacaktı.
Silithus berbat bir yerdi.
“Jixil?” diye seslendi Spekt-o-Matik 4000 ile süzülen bir kayayı inceleyen yoldaşına.
“Evet?” Yoldaşı göstergedeki değerlere baktı, başını salladı ve tekrar denedi.
“Buradan nefret ediyorum.”
“Gerçekten mi? Hah. O ise seni övüp duruyor.” Daha küçük ve tıknaz olan bu goblin ekipmanına baktı ve eliyle bir şaplak indirdi.
“Ha ha, çok komik,” diye homurdandı Kezzig. “Çok ciddiyim.”
Jixil iç geçirdi, zor bela başka bir kayaya doğru gitti ve taramaya başladı. “Hepimiz buradan nefret ediyoruz, Kezzig.”
“Yo, ben bunu derken gerçekten kastediyorum. Böylesine bir çevre koşulu için uygun değilim. Winterspring’de çalışıyordum. Kar seven, ateşin kenarına sokulan, soğukla mutlu olan bir goblinim.”
Jixil ona bozulmuşçasına baktı. “Orada beni rahatsız etmeden kalmak yerine seni buraya getiren şey ne oldu peki?”
Kezzig ensesini ovalarken yüzünü buruşturdu. “Küçük Lunnix Sprocketslip Hanımefendi oldu. Onun maden tedarik dükkanında çalışıyordum işte. Arada bir ufak, sıcacık kasabamız Everlook’a gelen ziyaretçilere rehberlik ederdim. Lunny ve ben biraz… Şey… İşte…” Bir anlığına özlem dolu bir şekilde gülümsedi, sonra ise kaşlarını çattı. “Sonra gitti ve benim Gogo ile takıldığımı görünce ayağımı kaydırdı.”
“Gogo,” diye tekrar etti Jixil donuk bir sesle. “Vay canına. Lunnix’in neden sen GoGo adındaki bir hatunla takılıyorsun diye üzülmüş olabileceğini aklım almıyor.”
“Nedeninin farkındayım! Hiç üstüme gelme. O kadar kuzeyde gerçekten soğuk oluyor. Bir erkeğin arada sırada ateşin başında birilerine sokulması lazım, yoksa donup kalır; haksız mıyım? Her neyse, o gün orası bir anda buradaki öğle havasından daha sıcak hâle geldi.”
İç çeken Kizzig koca ekipman yığınını kaldırdı, rahatlıkla omuzlarına astı ve Jixil’in hâlâ pozitif sonuçlar almayı umduğu noktaya taşıdı. Yığını, içindeki hassas ekipman parçalarının oldukça tehlikeli biçimde çarpıştığına dair sesler çıkartacak şekilde yere bıraktı.
“Kumdan nefret ediyorum,” diyerek konuşmasına devam etti. “Güneşten nefret ediyorum. Ve böceklerden gerçekten ama gerçekten nefret ediyorum. Küçük böceklerden nefret ediyorum çünkü kulaklarına tırmanmak ve burnunun içine girmekten haz alıyorlar. Büyük böceklerden nefret ediyorum çünkü…eh, çünkü büyükler. Demek istediğim kim böylesine bir şeyden nefret etmez ki? Bir nevi evrensel bir nefret gibi. Ama benim kişisel nefretim adeta binlerce güneşin ışığı gibi yakıyor.”
“Güneşlerden nefret ettiğini sanıyordum.”
“Ediyorum ama-”
Jixil bir anda doğruldu. Spekt-o-Matik’e bakan galibarda rengi gözleri kocaman açıldı.
“Demek istediğim-”
“Kes sesini, ahmak herif!” diye tersledi Jixil. Artık Kezzig de ekipmana bakıyordu.
Ekipman balataları yakmış gibiydi.
Üzerindeki küçük ibre bir ileri bir geri gidiyordu. Tepesindeki küçük ışık, acil ikaz anlamına gelen kırmızı renkte yanmıştı.
İki goblin birbirlerine baktılar. “Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?” diye sordu Jixil titreyen bir sesle.
Kezzig’in dudakları pis bir sırıtışa dönüşecek, sivri ve sarı dişlerinin neredeyse tamamını ortaya çıkartacak şekilde kıvrıldı. Bir elini yumruk yapacak şekilde sıktı ve diğer elinin avuç içine yapıştırdı.
“Bu demek oluyor ki rekabeti ortadan kaldırmalıyız,” dedi.
Silvermoon’un eski korucu-generali, Terkedilmişler’in Kara Hanımı, kudretli Orda’nın şimdiki savaşşefi Sylvanas Windrunner, kendisine sanki marifetlerini ortaya koyması beklenen bir köpeği çağırır gibi Orgrimmar’a gelmesi gerektiği söylendiğinde sinirlenmişti. Undercity’ye dönmek istemişti. Şehrinin gölgelerini, rutubetli havasını ve huzur veren sükûnetini özlemişti. Huzur içinde yat, diye düşündü amansızca, gülümsemesini bastırmaya çalışarak. Grommash Kalesi’nde bulunan savaşşefi tahtının ardındaki küçük odada sabırsızca volta atmaya devam ederken bu gülümseyişin yüzünden silinmesi uzun sürmedi.
Birkaç yıl önce Garrosh Hellscream, Kuzeyyarı’na düzenlenen seferi anmak amacıyla Orgrimmar’da muazzam bir kutlama düzenlemişti. O zamanlar Garrosh henüz savaşşefi değildi. Katılmak isteyen her emektar askerin yer aldığı bir geçit töreni gerçekleşmişti; yollarına ithal edilmiş çam dalları serilmişti ve geçidin sonunda devasa bir ziyafet onları bekliyordu. Ödüller dağıtılmıştı ve şehirdeki hanlar, Orda için savaşan herkes için -hiçbir sınırlama olmadan- kapılarını sonuna kadar açmıştı.
Müsrif bir kutlamaydı, pahalıya patlamıştı ve Sylvanas’ın ne böyle bir konuda ne de herhangi bir başka durumda Hellscream’in izinden gitmek gibi bir niyeti yoktu. Garrosh kibirli, gaddar ve fevri davranmıştı. Sylvanas ondan tiksinmişti ve Hellscream yakalanıp savaş suçlarıyla yargılandığında bile -her ne kadar üzücü biçimde başarısızlığa uğramış olsa da- gizlice onu öldürme planları yapmıştı. Yıkıcı mana bombası ile Theramore’a saldırma kararı, daha zayıf olan ırkların kendi vicdanlarıyla boğuşmalarına sebep olmuştu. Bu saldırıyla ilgili Sylvanas’ı tedirgin eden tek şey orkun zamanlamasından ibaretti.
Garrosh en sonunda kaçınılmaz bir şekilde öldürüldüğünde Sylvanas memnun olmuştu; her ne kadar onu öldüren kendisi olmadığı için hâlâ hayıflanıyor olsa da.
Orkların lideri Varok Saurfang ile taurenlerin şefi Baine Bloodhoof da Garrosh’a karşı hiçbir sevgi beslememişlerdi. Ancak yine de Sylvanas’ı kendini göstermesi ve en azından savaşın son bulduğunu belirten bir hareket yapması için teşvik etmişlerdi. Yönettiğin bu Orda’nın cesur üyeleri, Lejyon‘un burayı da ayak bastığı diğer birçok dünya gibi yok etmesini önlemek için savaşıp öldüler, demişti genç boğa boğuk bir sesle. Savaşşefine açıkça fırça atmasına ramak kalmış gibiydi.
Sylvanas, Saurfang’in gayet açık sözlerini de hatırladı. Uyarı mıydı? Yoksa bir tehdit miydi? Sen Terkedilmişler’in olduğu kadar orkların, taurenlerin, trollerin, kan elflerinin, goblinlerin de liderisin -kısacası tüm Orda’nın. Bunu asla unutmamalısın, yoksa onlar unutabilirler.
Asla unutmayacağım bir şey varsa, ork, diye düşündü Sylvanas içindeki öfke tekrar yükselirken, o da bu sözler olacak.
Duraksadı, keskin kulakları tanıdık adımların sesini yakalamıştı. Mahremiyet sağlayan tabaklanmış deri kenara itildi ve az önce ayak seslerini duyduğu kişi odaya adım attı.
“Geç kaldın. Bir çevrek saat daha gecikseydin yanı başımda şampiyonum olmadan gitmek zorunda kalacaktım.”
Adam reverans yaptı. “Affedin, kraliçem. Sizin işinizle ilgileniyordum ve beklediğimden uzun sürdü.”
Sylvanas silahsızdı ancak karşısındaki adam bir yay ve ağzına kadar okla dolu bir sadak taşıyordu. Korucu olabilen yegâne insandı, eşsiz bir nişancıydı. Bu yüzden Sylvanas’ın sahip olabileceği en iyi fedaiydi. Başka sebepleri de vardı tabii; kökleri uzak geçmişe, ikilinin parlak ve güzel bir güneşin altında bir araya geldikleri, parlak ve güzel şeyler için savaştıkları zamana dayanan sebepler.
Ölüm, insan ya da elf demeden ikisini de kucaklamıştı. Artık parlak ve güzel olan çok az şey vardı; paylaştıkları geçmişin büyük bir kısmı ise solmuş ve puslanmıştı.
Ama hepsi değil.
Sylvanas ölümünden sonra bir banşi olarak kaldırıldığında o iç ısıtan duyguların neredeyse hepsini ardında bırakmış olsa da öfkesi nasıl olduysa hiddetini korumuştu. Ancak şimdi eriyip gittiğini hissediyordu. Nathanos Marris’e -ya da artık bilinen adıyla “Yıkımçağıran”a- karşı uzun süre sinirli kalamıyordu. Ve ayrıca Nathanos gerçekten onun işiyle ilgileniyordu; kendisi görevlerinin getirdiği yükle Orgrimmar’da kalmak zorundayken Undercity’yi ziyaret etmişti.
Kara Hanım onun eline uzanmak istediyse de nihayetinde müşfik bir gülümsemeyle yetindi. “Affedildin,” dedi. “Pekâlâ. Yuvamızdan bahset.”
Sylvanas önemsiz birkaç meseleden kısaca bahsetmesini ve Terkedilmişler’in Kara Hanım’a duydukları bağlılıklarını dile getirmesini bekliyordu. Onun yerine Nathanos kaşlarını çattı. “Durum biraz… karışık, kraliçem.”
Gülümsemesi kayboldu. ‘Karışık’ olan ne olabilirdi ki? Undercity, Terkedilmişler’e aitti; onlar Sylvanas’ın halkıydı.
“Varlığınız ciddi şekilde özlenmiş,” dedi Nathanos. “Birçoğu en azından Orda’nın bizden çıkmış bir savaşşefi olmasından gurur duyuyorken bir kısmı ise size diğerlerinden daha sadık olanları bir ihtimal unuttuğunuzu düşünüyor.”
Sylvanas kahkaha attı; keskin ve neşeden uzak bir kahkahaydı. “Baine, Saurfang ve diğerleri onlara yeterince ilgi göstermediğimi söylüyorlar. Benim halkım ise diğerlerine çok fazla ilgi gösterdiğimi söylüyor. Ne yaparsam yapayım birileri mutlaka karşı çıkıyor. Kim böyle bir ortamda hüküm sürebilir ki?” Soluk tenli başını salladı. “Vol’jin’e de onun loalarına da lanet olsun. Sorgulanmadan etkin olabileceğim gölgelerin arasında kalmalıydım.”
Gerçekten dilediğimi yapabileceğim yerde.
Bunu hiç istememişti. Hem de hiç. Arkasından neredeyse hiç ağıt yakılmayan merhum Garrosh Hellscream’in mahkemesi sırasında trol Vol’jin’e söylediği gibi gücünü ve kontrolünü gizli saklı şekliyle seviyordu. Ancak Orda’nın lideri olan Vol’jin, kelimenin tam anlamıyla son nefesini verirken ona tam tersini yapmasını emretmişti. Hürmet gösterdiği loalar ona bir görü bahşetmişlerdi.
Gölgelerden çıkmalı ve liderlik etmelisin.
Sen Savaşşefi olmalısın.
Arada anlaşamadıkları zamanlar olmuş olsa da Vol’jin saygı duyduğu biri olmuştu. Genel olarak ork liderliğiyle bağdaştırılan yıpratıcılıktan uzaktı. Ve Sylvanas onun düşüşüne canıgönülden üzülmüştü – yalnızca kendisine bıraktığı sorumluluk yüzünden değil.
Nathanos onun düşüncelerini bölmeyecek kadar bilgeydi. Kara Hanım kendisini sakin olmaya zorladı. Her zamanki Nathanos’tu, güç sahiplerine karşı doğruyu söylemeye cesaret edebiliyordu. Ve Sylvanas bu yaklaşımına değer veriyordu. “Devam et.”
“Onların bakış açısına göre,” diye devam etti kara korucu, “siz Undercity’nin değişmez bir parçasıydınız. Onları var eden sizdiniz, varoluşlarını olabildiğince uzatabilmek için çalışan kişiydiniz, onlar için her şeydiniz. Savaşşefliğine yükselişiniz çok ani oldu, karşı karşıya kaldığımız tehdit öylesine büyük ve ansızındı ki geride onlarla ilgilenecek kimseyi bırakmadınız.”
Sylvanas başıyla onayladı. Durumu anlayabildiğini düşünüyordu.
“Büyük bir boşluk bıraktınız. Ve güçteki boşluklar doldurulmaya eğimlidir.”
Sylvanas’ın kırmızı gözleri genişçe açıldı. Bir darbeden mi bahsediyordu? Kraliçenin zihni birkaç yıl önce yalnızca kendisine itaat ettiğini düşündüğü iblisin, Varimathras’ın ihanetine kaydı. Varimathras, yaşayanlar ile diriölülere karşı etki gösteren salgını yaratan ve Sylvanas’ı öldürmenin kıyısından dönen Terkedilmiş eczacısı nankör sefil Putress’e katılmıştı. Undercity’yi geri almak kanlı bir uğraş olmuştu. Ama hayır… Bu fikir aklında belirdiği andan itibaren farkındaydı ki sadık şampiyonu böylesine korkunç bir şey yaşanmış olsa bu kadar kayıtsız bir tavırla konuşuyor olmazdı.
Kraliçesinin yüzündeki ifadeyi her zamanki gibi doğru okuyan Nathanos, ona güven vermek için harekete geçti. “Şehirde her şey durgun, leydim. Fakat şehir sakinleri tek bir mutlak liderin yokluğunda genel nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için bir yönetim birimi oluşturmuşlar.”
“Ah, anlıyorum. Geçici bir oluşum. Bu… pek de mantıksız değil.”
“Kendilerine Issız Konsey diyorlar.” Nathanos tekrar duraksadı. “Leydim… Şehirde bu savaş sırasında yaptığınız bazı şeylerle ilgili söylentiler dolanıyor. Bu söylentilerin bir kısmı da oldukça doğru.”
“Varoluşlarının devamlılığını sağlamak için harcadığım emeğin hikâyesi kulaklarına ulaşmış olmalı. Maalesef sanıyorum ki Genn Greymane’in bu umudu nasıl yok ettiğini de duymuşlardır.”
Ölmüşleri diriltebilecek daha fazla Val’kyr aramak için sancak gemisi Windrunner ile Parçalanmış Adalar’daki Stormheim’a yelken açmıştı. Sylvanas’ın daha fazla Terkedilmiş yaratabilmek için şimdiye kadar bulduğu tek yol buydu. “Kudretli Eyir’i neredeyse esaret altına alacaktım. Val’kyrleri sonsuza kadar bana bağlayacaktı. Halkımdan hiç kimse bir daha asla ölmeyecekti.” Duraksadı. “Onları kurtaracaktım.”
“Endişe duydukları şey de tam olarak… bu.”
“Lafı dolandırma, Nathanos. Açık konuş.”
“Halkınızın hepsi sizin onlar için arzuladığınız şeyleri istemiyor, kraliçem. Issız Konsey’in birçoğu derin kuşkular barındırıyor.” Hâlâ ölü bir adama ait olan ancak Sylvanas’ın uygulattığı özenle hazırlanmış bir ritüel sonucunda oldukça iyi korunan yüzü, gülümsemesiyle kıvrıldı. “Bu, onlara özgür irade bahşettiğinizde yarattığınız tehlikenin ta kendisi. Artık fikrinize katılmamakta özgürler.”
Sylvanas’ın soluk renkteki kaşları korkunç bir şekilde çatıldı. “Soylarının tükenmesini mi istiyorlar yani?” diye haykırdı öfkesi içinde alev alev yanarken. “Toprağın altında çürümek mi istiyorlar?”
“Ne istediklerini bilmiyorum,” diye cevap verdi Nathanos sakince. “Sizinle konuşmak istiyorlar, benimle değil.”
Odanın dışından bir mızrak kabzasının taş zeminde yarattığı tok-tok sesi geldi. Sylvanas sabrını yitirmemeye çalışırken gözlerini kapadı. “Gir,” diye homurdandı.
Kalenin muhafızlarından biri olan ork emrine uydu ve esas duruşa geçti; yeşil yüzünde hiçbir ifade okunamıyordu. “Savaşşefi,” dedi, “vakit geldi. Halkınız sizi bekliyor.”
Halkınız. Yo. Onun halkı Undercity’deydi; onlara bahşettiği varoluşu ve özgür iradelerini kullanarak anlamsız bir biçimde tam da bu ihsanları reddetmeye yönelik toplantılar düzenliyorlardı.
“Birazdan geleceğim,” dedi Sylvanas ve muhafız sözlerinin ardındaki anlamı kavrayamamış olabilir diye ekledi, “Bizi yalnız bırak.”
Ork selam verdi ve odayı ayıran derinin yerine oturmasına izin vererek geri çekildi.
Her zaman sabırlı olan Nathanos, kraliçesinin emirlerini bekledi. Sylvanas, söyleyeceklerine itaat edeceğini biliyordu. Şu anda bile Terkedilmişler dışındaki ırklara mensup Orda savaşçılarının oluşturacağı herhangi bir ekibi Undercity’ye yürümesi ve bu nankör konsey üyelerini ele geçirmesi için görevlendirebilirdi. Her ne kadar tatmin edici bir düşünce olsa da bunun mantıksız bir hareket olacağının farkındaydı. Harekete geçmeden önce daha fazlasını, çok daha fazlasını öğrenmeliydi.
“Bu konuyu şimdilik bir kenara bırakacağız,” dedi. “Seninle tartışmak istediğim başka şeyler var.”
“Hanımım nasıl isterse,” diye cevap verdi Nathanos.
Dışarı çıktılar; yürüyüşe başlamaya hazırlardı. Sylvanas, Garrosh’un düzenlediğiyle benzer beklentiler içerisine girilmesin diye bu olaydan ‘geçit töreni’ olarak bahsedilmemesi konusunda gereken adımları atmıştı. Varok Saurfang, onu kalenin ana kısmında bekliyordu. Ork ile bekleyen bir kıdemli onur muhafızı alayı vardı. Sylvanas iskeletten oluşan atlar eşliğinde şehirde bir tur atacak, farklı ırklara mensup kişileri ve liderlerini bir araya toplayacaktı. Hiçbirinden hoşlanmıyordu ancak aralarından Varok Saurfang’e karşı gönülsüz bir saygı besliyordu. Saurfang zekiydi, güçlüydü, amansızdı… ve tıpkı Baine gibi sadıktı. Ancak orkun gözlerinde ne zaman onlara baksa kendisini teyakkuza geçiren bir şey vardı. Bu, eğer çok yanlış bir adım atarsa kendisine meydan okuyacağının, hatta belki de açıkça başkaldıracağının bilinciydi.
Orkun gözlerindeki bu bakış, kendisini karşılamak için öne çıktığında yine oradaydı. Savaşşefinin dik bakışlarına aynı şekilde cevap verdi; kısaca eğilip yol verdikten sonra arkasında hizaya geçene kadar göz temasını hiç kesmedi.
Diğerleri de aynı şekilde selam verip ardına geçtiler.
Sylvanas, atının kendisini beklediği yere doğru ilerlerken Saurfang’i başıyla selamladı. Kıvrak bir şekilde eyere atladıktan sonra kutlamaya katılmış olan ve Orgrimmar’ın sokaklarını dolduran kalabalığa doğru el salladı. Kutlama gününün şevkine kapılan kalabalık tezahürat yaparak ve el sallayarak karşılık verdi.
Sylvanas tüm dünyada çokça seviliyormuş gibi bir düşünceyle kendini kandırmıyordu. Kendi açısından bakılırsa Orda’nın tamamına karşı ciddi bir ilgi beslemiyordu ancak gerçek hislerini saklamak için büyük zahmete giriyordu. Orda’yı neredeyse imkânsız bir zafere ulaştırmıştı ve halkları en azından şimdilik tam anlamıyla yanında duruyorlar gibi gözüküyordu.
Bu iyiydi.
Nathanos atını hemen yanında sürüyordu; Saurfang ve onur muhafızı alayı da peşlerinden geliyordu. Kalenin dışındaki tozlu yolda Orgrimmar’da yaşayan bir grup kan elfi ve Terkedilmiş bulunuyordu.
Kan elflerinin hepsi tahmin edilebilir bir şekilde kırmızı ve altın renklerdeki görkemli kıyafetlere bürünmüşlerdi. Başlarında Lor’themar Theron vardı. Kırmızı tüylere sahip bir şahinbacağa biniyordu; Sylvanas’ın bakışlarına sakince karşılık verdi. Bir zamanlar dostlardı. Sylvanas asil elflerin korucu-generalliğini yaparken Theron onun emrinde çalışıyordu. Aynı yanı başında at süren şampiyonu gibi Theron ile de silah arkadaşıydılar. Ancak bir zamanlar fâni bir insan, şimdi ise bir Terkedilmiş olan Nathanos sarsılmaz sadakatini Kara Hanım’a sunarken Sylvanas biliyordu ki Theron’un sadakati kendi halkınaydı.
Bir zamanlar kendisi gibi olan bir halka… Şimdiyse “kendisi gibi” olmaktan oldukça uzak olan bir halka…
Orda ırklarının liderleri arasında hiçbiri kendisinin savaşşefliğine yükselişini hoş karşılamamıştı. Ancak hepsi kabullenmişti. Sylvanas bu kabullenişin ne kadar süreceğini merak ediyordu; onları ne kadar zorlayabileceğini de.
Theron başıyla selam verdi. En azından şimdilik hizmet edecekti. Normalde de çok konuşkan olmayan Sylvanas yalnızca başıyla selam vermekle yetindi ve Terkedilmişler grubuna döndü. Her zamanki gibi sabırla duruyorlardı. En azından ana şehirde bile onun halkıydılar – kendilerine acırmışçasına Issız Konsey diyen ayrılıkçılardan değillerdi.
Ancak Sylvanas iltimas gösteremezdi; en azından buradayken. Bu yüzden onlara da aynı sindorei ve Lor’themar’a yaptığı gibi başıyla selam verdikten sonra atını ara kapılara doğru ilerlemesi için yönlendirdi. Kan elfleri ile Terkedilmişler de ardına takıldılar ve etrafını kalabalıklaştırmamak için bineklerini az geriden sürmeye başladılar. Sylvanas’ın baştan koyduğu şart da buydu ve fikrini değiştirmemişti.
En azından birkaç dakikalığına da olsa mahremiyet sağlamak istiyordu. Yalnızca şampiyonunun duyması gereken konular vardı.
“Orda’nın hazinesini arttırmamız gerekiyor,” diye sessizce mırıldandı şampiyonuna doğru. “Para kaynaklarına ihtiyacımız olacak,” şeklinde devam etti Sylvanas, “ve onlara da.” Ork ailelerine doğru el salladı. Hem dişi hem de erkek ork savaş yaralarıyla kaplılardı ancak gülümsüyorlardı; savaşşefini görsün diye başları üzerinde tuttukları küçük çocuk tombul ve sağlıklı görünüyordu.
Sylvanas’ın şehirdeki turu onu birçok dükkanın bulunduğu ve Külfet olarak adlandırılan ara yola, oradan da Onur Vadisi’ne götürecekti. Külfet bir zamanlar bu bölge için uygun bir isimdi; Âfet’ten önce şehrin pek de iç açmayan tarafında, kanyon duvarları boyunca dokunmuş olan kısmıydı. O korkunç faciayla birlikte zor zamanlar geçiren Azeroth’un birçok bölgesi gibi Külfet da fiziksel değişime uğramıştı. Aynı Sylvanas Windrunner gibi gölgelerden çıkmıştı. Güneş ışığı artık sertleşmiş toz kütleleriyle dolu dolambaçlı yolu aydınlatıyordu. Giyim mağazaları ve mürekkep tedarik dükkanları gibi daha saygıdeğer kuruluşlar da burada açılmaya başlanmıştı.
“Anladığımdan emin değilim, kraliçem,” dedi Nathanos. Özel olarak konuşabilecekleri çok vakitleri olmamıştı. Savaş, verebilecekleri her şeyi günbegün onlardan almıştı ve çoğu zaman kendilerini gizlice dinleyenlerle çevrilmişlerdi. “Orda tabii ki sermayeye ve üyelerine ihtiyaç duyuyor.”
“Umrumda olan şey Orda’nın üyeleri değil. Ordusu. Orduyu feshetmeme kararı aldım.”
Nathanos, Kara Hanım’a bakmak için döndü. “Eve döndüklerini düşünüyorlar,” dedi. “Yoksa öyle değil mi?”
“Şimdilik öyle,” dedi Sylvanas. “Yaralarının iyileşmesi için zamana ihtiyaç var. Ekinlerin ekilmesi gerekiyor. Fakat yakın zamanda Orda’nın cesur savaşçılarını başka bir savaş için çağıracağım. İkimizin de uzun zamandır beklediği bir savaş için.”
Nathanos sessizdi. Sylvanas bunu bir fikir ayrımı veya uygun görmeme gibi algılamadı. Nathanos’un daha fazla detay için kendisini sıkıştırmaması, ne istediğini anladığına işaretti.
Stormwind.