Geminin neredeyse tamamı gitmişti. Yanıp kül olmuştu.
Gövdenin uzun zaman önce Lordaeron’da dövülmüş metal kaburgaları okyanusun dibini boylamıştı. Aynı geminin yolcuları ve tayfası gibi… Yüzeyde sadece yanmış tahta ve kumaş parçaları akıntıyla sürükleniyordu. Hâlâ parıldıyorlardı; yeşil korları dalgaların altında cızırdıyordu.
Saatler boyunca için için yanacaklardı. Fel alevler sadece su ile söndürülemezdi.
Enkaz, siyah kayalarla dolu sahile vuruyordu. Yalnız bir figür aralarından tökezleyerek geçti; teni kuru, solgun ve iltihap akan yaralarla doluydu. Suya doğru yalpalayarak ilerledi ve enkaz parçalarını şöyle bir karıştırdı.
Kömürleşmiş bir kalası kaldırıp kokladı. Ardından dilini çıkarıp üzerindeki közlerden birini yaladı. Köz, küçük kıvılcımlar saçtıktan sonra bir tıslama sesiyle söndü. Tutan suretin gözleri yeşile bürünerek titreşti. Gülümsedi.
“Daha fazla… İstiyorum… Daha fazla…”
Daha önce hiç fel tatmamıştı. Güneydeki daha büyük bir kaynak onu çağırıyordu. Yalpalayarak ilerlemeye başladı; sahile yakın durmaya gayret ediyordu. Gardiyanlar’ın bölgesine girmemesi gerektiğini gayet iyi biliyordu.
Bu ihtiyacı hiç hissetmediği günleri hatırlaması zordu. Geçmişi düşünmeye çalıştı. Muhakkak ki istediği her şeye sahip olduğu zamanlar da olmuş olmalıydı. Yo. Bu imkansızdı. Suramar’da kimseye boyun eğmediği ve enerjiye doyduğu zamanların anıları…
…sürgünden önceki günlerin…
…Onlar artık birer rüyaydı ve hızlıca unutuluyorlardı. Bu iyiydi. Hepsi zihninden silinip gitse çok daha kolay olacaktı.
Suramar’a ihtiyacı yoktu. Güç… Asıl ihtiyaç duyduğu buydu. Son birkaç gündür hiçbir şey tüketmemişti, az önceki küçük közden başka. Ve bulunduğu yerde işine yarayacak çok az şey kalmıştı.
Kendisi gibi birçok başkası daha vardı. Denizin açıklarında daha fazla gemi enkazı parçası vardı ve bu, beraberinde yeni bir ödül getirmekteydi. Hissedebiliyordu. Çok uzakta değildi. Bu yüzden ilerlemeye devam etti. Bitkin düşmüş olması umrunda değildi, zihnini tırmalayan her ne ise ona doğru çekiliyordu.
Ve diğerlerinin de aynı şekilde çekileceğini biliyordu.
“Ama o benim! Benim, benim, benim, benim…”
Artık çok yakındı, sahil kenarından ona sesleniyordu.
İşte oradaydı…
Dalgalar tarafından usul usul dövülen cansız bir beden yüz üstü bir şekilde kayaların üstünde yatıyordu. Bu her kimse, bir zamanlar muazzam derecede güçlü olmalıydı. Ölümünden sonra bile yaydığı büyü enerjisi adeta ikinci bir güneş gibi parlıyordu.
Her bir parçasını son kırıntısına kadar özümsemek büyük bir zevk olacaktı.
Acele ederken yuvarlanıp düşse de elleri ve dizleri üzerinde sürünerek kaynağa doğru ilerledi. Uzaklardan gelen öfke dolu haykırışları duyuyordu. Diğerleri de gelmişti. Onlar da gayet iyi besleneceklerdi. Herkese yetecek kadar vardı. Ancak öncelik onundu.
Cesedin üzerindeki siyah pelerini kenara çekti. Bir ork. Yeşil tenliydi. Karanlık büyüyle ve tuhaf çizimlerle doluydu. Daha önce hiç bu kadar güçlü bir hale görmemişti. Onu uzun süre ayakta tutabilirdi…
Günler? Haftalar? Yıllar boyunca?
Parmakları bedenin üzerinde kıvrılarak süzüldü; yaydığı kuvvetli enerjinin tadına bakıyordu. Mide bulandırıcıydı. Aynı zamanda güzeldi de. Derin derin yudumlamaya başladı.
Gücü hissetti. Alevi hissetti. Kudreti hissetti.
Acıyı hissetti. Cesedin kendi boynunu kavrayan yeşil elini hissetti; sertçe sıkıyordu.
Korkuyu hissetti. Ork ayağa kalkmıştı. Bir ceset filan değildi. Hiç olmamıştı. Parlayan kırmızı gözleri kendisine bakıyordu.
“Bu güç için gereken bedeli ödemedin, benim aksime,” dedi ork. Gözleri kısılmış, dudakları bir gülümsemeye dönüşecek şekilde kıvrılmıştı. “Ah ama lütfen, biraz daha al.”
Sürgündeki yaratık acıyla çığlık attı. Yozlaşmış fel akımları zihnine akın etti. Hayatta olmasının sebebi büyüydü. Şimdi ise onunla boğuluyor, yeşil alevlerin sonu gelmeyen okyanusunda nefes alamıyordu. Ağzına kadar dolmuştu; ancak enerji bir sel gibi akmaya devam ediyordu.
Sonra bir anda hepsi yok oldu. Orkun büyüsü gitmişti. Kendisi de bitmişti. Son damlasına kadar tükenmişti. Hiçbir şey kalmamıştı; boşluk ve ızdırap dışında.
Ancak kalbi yavaşça dururken bile böylesine bir kudrete tekrar sahip olabilmek için her şeyi yapabileceğini fark etti.
Gul’dan alelade bir el hareketiyle perişan yaratığın yaşamına son verdi ve taşların üzerine ıslak bir leke gibi bıraktı. Gul’dan’ın gözüne bir elf gibi görünmüştü ancak Draenor’u işgal edenlere hiç benzemiyordu. Onlar böyle hastalıklı görünmüyorlardı.
“Neydi o?” diye sordu efendisine Gul’dan.
—GECEYE DÜŞEN. SURAMAR’DAN SÜRGÜN EDİLENLERDEN BİRİ.—
Yakınlarda daha fazlası vardı; kaçıyorlardı. Çok uzağa gidemediler. Gul’dan ellerini kaldırdı ve bir an sonra Geceye Düşenlerin hepsi yere yığıldı. Ölmüşlerdi, bedenlerinden geriye kalan pörsümüş boş birer kabuktan fazlası değildi. Buğulu yeşil akımlar bedenlerinden ayrılıp bir girdap gibi dönerek Gul’dan’ın avcuna toplandı; sonrasında ise teninin altında gözden kayboldu.
Gul’dan gözlerini kapadı ve yavaşça nefes verdi. Bitkinliğinin ağırlığı bir nebze olsun hafiflemişti ancak aldığı tatmin duygusu çok daha derindi. Tekrar avcı olmak güzeldi. Keşke daha uzun sürebilseydi.
Korunaksız sahilden ayaklarını sürüyerek uzaklaştı. Takipçisinin işini kolaylaştırmanın alemi yoktu. Okyanustan uzak toprakların iri kayalar ve kurumuş ölü ağaçlarla gizlenmiş iç kısımlarına varana kadar durmadı.
Dinlenmek için oturdu.
“Bahsettiğin yer burası mı? Parçalanmış Adalar?” diye sordu Gul’dan.
–EVET. İLERLEMEYE DEVAM ET.–
Gul’dan, Kil’jaeden’ın sesinin zihninde yankılanmasından nefret ediyordu. Bu dünyaya ayak bastığından beri zihnini doldurmuştu ve bir dakika bile rahat vermiyordu. “Zamana ihtiyacım var” diye mırıldandı.
–KAYBEDECEK VAKTİN YOK.–
Gul’dan geriye doğru yaslanıp sırtını iri bir kayaya dayadı. Yakan Lejyon ile yaptığı anlaşma ona güç kazandırmıştı ancak vücudu her zamanki gibi eğri büğrü ve çarpıktı. Fâni bedeni hâlâ zayıftı. “Zamana ihtiyacım var. Başbüyücü düşündüğünden çok daha güçlü.” Gul’dan sahile yüzerken yalnızca fiziksel gücünü kullandığı için neredeyse ölüyordu. Khadgar yanan tüccar gemisinden kıyıya doğru ilerleyen en ufak fel enerji akımını bile hissedecek olsa… Hoş, öyle bir şey olmamıştı; ancak şimdi de Gul’dan zar zor ayakta duruyordu. “Tüm ihtiyacım olan az bir zaman.”
–HAYIR.–
Gul’dan hareketsiz kalıp soluklanmaya devam etti.
–BANA KARŞI MI GELİYORSUN?–
Ork tısladı. Yeni bir dünyaya ayak basmış, bir gemiyi gasp etmiş, yabancısı olduğu bir okyanusa yelken açmıştı ve tüm bunları yaparken peşinde onu yakalamaya gelen amansız bir avcı vardı. Gul’dan konuştuğunda öfkesini gizleyemedi. “Sadakatimi binlerce kez kanıtladım.”
–TEKRAR VE TEKRAR BAŞARISIZ OLDUN. HİÇBİR ŞEY KANITLAMADIN.–
Gul’dan yorgunluğunu görmezden gelerek ayağa kalktı. Ben mi başarısız oldum? diye düşündüyse de bunu kendine sakladı. Kendi üzerine düşeni yapmıştı. Başarısız olan Lejyon’du. Yaptıkları planların hepsi bir bir suya düşmüştü. Mannoroth, binlerce farklı dünyanın belası, pusuya düşürülerek öldürülmüştü. Auchindoun ve onun o değerli gücü yalnızca kısa bir süre ellerinde kalabilmişti.
Archimonde bile düşmüştü.
Tehlikeli bir düşünce aklında belirdi. Neden işlerin bu sefer farklı yürümesini bekleyeyim ki? Gul’dan bu soruyu aklının derinlerine gömdü. Oldukça derinlerine…
“O hâlde nereye gitmeliyim?” diye sordu, sesi ölümün kendisi kadar soğuktu.
–ÖNCEKİ ADIMLARINI TAKİP ET.–
Gul’dan okyanusa doğru baktı. “Anlamıyorum.”
–BU ADALARI DAHA ÖNCE DE ZİYARET ETMİŞTİN. ON YILLAR ÖNCESİ. HİSSETMİYOR MUSUN?–
“O ben değildim,” dedi Gul’dan. Huzursuzluğun getirdiği buz gibi his içine oturdu. Bu farklı zaman dilimindeki dünyada daha önce başka bir Gul’dan’ın yaşayıp öldüğünü bilmek tüylerini diken diken ediyordu. “Aynı kişi değiliz.”
–EĞER ÖYLEYSE HİÇBİR İŞE YARAMAZSIN. KUZEYE GİT.–
İtaatsizlik bir seçenek değildi. En azından şimdilik. Gul’dan yavaşça yürümeye başladı, kendisini izleyen herhangi bir büyüye karşı dikkatliydi. Başbüyücü Khadgar’ın adaları çoktan taramaya başladığından şüphe duymuyordu. Geceye Düşen pislikleri etrafta koşturuyor ancak fel büyücünün tehditkâr halesini hissettikleri anda kaçışıyorlardı. Birçoğu aceleyle sahili boylu boyunca dolduran onlarca yıllık gemi enkazlarına saklandı. Gul’dan keyiflendi; Khadgar için hepsini tek tek aramak oldukça sinir bozucu olacaktı. Görünürde hiç kuzgun yoktu ancak birkaç akbaba havada süzülüyordu. Mesafelerini koruyorlardı.
“Burada ne oldu? Diğerine yani?” Bu soruları sormak acı vericiydi ama öğrenmesi gerekiyordu. Tüm öğrenebildiği Draenor’da eline düşecek kadar talihsiz olan İttifak ve Orda askerlerinin çığlıkları arasında duyabildikleriydi; bu zaman diliminde yaşamış olan Gul’dan, ilk Orda savaşa gittiğinde onlara eşlik etmişti. Eninde sonunda mağlup edilmiş ve öldürülmüştü. Detayları öğrenmek ise daha zordu. Ki bu da diğer Gul’dan’ın belki de önemsenmeyecek, anlatmaya bile değmeyecek bir şekilde öldüğü anlamına geliyordu. Bu hiç de memnuniyet verici bir düşünce değildi.
–BİR ADAYI, THAL’DRANATH’I, OKYANUSUN DİBİNDEN YÜKSELTTİN.–
“Senin emrinle mi?” diye sordu Gul’dan.
–BURAYA SORU SORMAYA GELMEDİN. BURAYA O ADAYI TEKRAR ZİYARET ETMEYE GELDİN. YOLUN UZUN. KIMILDA.–
Gul’dan’ın düşünceleri ihanetin sularında bir girdap gibi dönmeye devam etti. Burada güçlü bir şeyler olmalı. Yoksa Kil’jaeden neden bazı şeyleri ondan gizli tutsundu ki? Ona itaat etmek zorunda olabilirim ama güvenmek zorunda değilim, diye karar verdi Gul’dan. Kil’jaeden’ın “Hilekâr” olarak bilinmesinin haklı sebepleri vardı ne de olsa.
“O adada ne olduğunu sorabilir miyim?”
–SARGERAS’IN KABRİ.–
Tam da o anda bulundukları bölge ölümcül bir sessizlikle kaplandı. Akbabalar uzaklaştı. Kemirgenler deliklerine kaçıştı.
Birileri geliyordu. Gul’dan durdu. Dinledi. Kendisini dikkatlice, çok dikkatlice fel güçle kaplayarak gizledi. Basit bir numaraydı ama oldukça işe yarıyordu. İki adımdan daha uzakta olan herkes için görünmez olmuştu. Daha da yakına gelen olursa da o noktadan sonra görecek bir şeyi kalmayacaktı zaten.
Gözlerini herhangi bir hareket için açık tutsa da zihni karmakarışıktı. “Sargeras’ın Kabri mi? Ölmüş müydü ki?” diye fısıldadı.
–HİÇBİR ŞEY ANLAMIYORSUN.–
Kil’jaeden bu cevabı Gul’dan’ın birçok sorusu için vermişti. Orkun sabrı bunu her duyduğunda biraz daha tükeniyordu.
Birileri kayaların arasında ilerliyordu. Gul’dan bunu daha görmeden önce hissetti.
Ani bir hareket dikkatini çekti. Yalnız figür sessiz adımlarla ilerlerken tek bir çakıl taşı bile yerinden oynamıyordu. Kadın, aydınlık alana çıktı. Kavisli silahları ve zümrüt rengi zırhı parıldarken yaptığı her hareketten kendine güven ve kararlılık akıyordu. Miğferinin altından teninin tek bir parçası bile gözükmüyordu ancak yine de çevresini tamamiyle gözlemlemekte hiçbir sorun yaşamıyor gibiydi.
Gul’dan gülümsedi. Cordana Felsong da benzer şeyler giyiyordu. Bir Gardiyan? Hem de burada? Çok enteresan.
Kadını pusuya düşürme fikri cezbediciydi ancak kuzeye ilerliyordu. Takip etti. Eğer bir tanesi buradaysa muhtemelen yakınlarda daha fazlası da var demekti. Geceye Düşenler zayıflardı ve yaşam özleri Gul’dan’a çok az güç vermişti. Gardiyanlar’ın ruhları ise kesinlikle ayıracağı zamana değerdi.
Kil’jaeden onu durdurmak için hiçbir şey söylemedi. Gul’dan’ın gururu ise yanıyor, ah evet, hatta kavruluyordu; acaba efendisi bu kısa özgürlüğü yaşamasına izin verecek miydi, merak ediyordu.
Gul’dan’ın büyüsü, Gardiyan’ı aceleyle takip ederken gizlenmesini sağladı. Rehberi durmadan yön değiştirdiği için iki defa durmak zorunda kalmıştı; kadın asıl yoluna geri dönmeden önce düzensiz açılarla dolanıp durmuştu. Bir şey arıyordu. Gul’dan’ı mı? Pek muhtemel değildi. Gul’dan’ı yalnız avlayabileceğini düşünmek ahmaklıktı. Khadgar bile önce müttefiklerinin yardımına ihtiyaç duymuştu.
Gardiyan kısa bir süre sonra bir uçurumun kenarından döndü ve düz bir platoya çıktı. Yarım düzine kadar Gardiyan daha oradaydı.
Evet…
Gul’dan gölgede bekledi; takip ettiği Gardiyan diğerlerine katılırken gücünü topladı. Konuşmalarından yalnızca kısa parçalar duyabiliyordu.
“…Ölmüş Geceye Düşenler bulduk…”
“…Ufukta batırılmış bir gemi var…”
“…Nasıl emrederseniz, Gardiyan Shadowsong.”
Gul’dan onlara dikkatle baktı. İsim çok tanıdıktı. Nerede duymuş olabilir…? Ah, tabii ya. Maiev Shadowsong. Cordana’nın lideriydi ve ismi korkuyla anılmıştı. Eğer ihanetimi öğrenirse, demişti Cordana, Illidan’ın sonu kadar kolay bir sonum olması için yalvarmam gerekecektir.
Eğer Gul’dan Maiev’i hemen orada öldürebilirse bu, endişe etmesi gereken tehditlerden birinin azalması demekti.
Şiddetli bir ölüm kasırgasını andıran saldırısını hazırladı. Hiç şansları yoktu. Onun orada olabileceğinden bile şüphelenmemişlerdi. Ellerini kaldırdı ve-
–SAKLAN.–
Kil’jaeden’ın sesi zihninde gümbürdedi. Gul’dan sesin yalın gücüyle neredeyse yere yığıldı. Ellerini geri indirdi, planladığı pusuyu bir an unutmuştu. “Ne…?”
Sonra onu duydu.
Platonun sessizliğini delip geçen bir kuzgunun çığlığını.
Gul’dan saldırı büyüsünü hemen dağıttı ve çaresizce hissedilmemiş olmasını umdu. Yukarı baktı. Kuzgun hızla iniyordu. Bir anlığına da olsa Gul’dan fark edildiğini düşündü.
Ancak kuzgun yalnızca platonun üzerinde iki defa döndü ve sonrasında Gardiyanlar’a doğru pike yaptı. Onlar ise kuzgunun gelişini izliyorlardı. Kuzgun, göz açıp kapayıncaya kadar şekil değiştirdi. Dönüştüğü adam kendinden emin ve uzun adımlarla yürüyordu.
Gul’dan’ın gözleri alev alev yandı. Çenesi öylesine sıkılmıştı ki ağrıyordu.
“Merhaba, Maiev,” dedi Khadgar, omzunda kalmış olan bir tüyü silkelerken.
“Seni çağırdığımı hatırlamıyorum, Başbüyücü,” dedi lider soğukça.
“Efsanevi cazibenden hiçbir şey kaybetmemişsin,” diye cevapladı Khadgar. Ardından kadının yanına gitti ve duyulmayacak kadar kısık sesle bir şeyler söyledi.
Gul’dan sessizce küfretti. “Bu ahmağın işini derhâl bitirmeliyim,” dedi.
–ONLAR ÖNEMSİZ. AYRIL BURADAN.–
“Hepsini öldürebilirim.”
–BURAYA ONLAR İÇİN GELMEDİN. İTAAT ET, GUL’DAN.–
Khadgar hemen oradaydı. Savunmasızdı.
O anda Gul’dan, ihanet etmeyi düşündü. Yakan Lejyon’a bağlılık yemini etmenin, karşılığında hizmet etmesi gerektiği anlamına geldiğini biliyordu. Bunu kabullenmişti. Ve karşılığında da muazzam bir güç elde etmişti.
Ancak anlaşmayı bir kukla olmak için yapmamıştı.
Başkalarını sorgulamadan itaat edecek hâle getirmişti -ve eğer Grommash Hellscream’in ahmak oğlu araya girmeseydi daha fazlasını da getirecekti-; ancak Gul’dan’ın kaderi bu değildi. Yo. Onun kaderi Lejyon adına dünyalara hükmetmekti. Hizmetti, kölelik değil. Eğer Lejyon aynı fikirde değilse, anlaşma çoktan bozulmuş demektir, diye düşündü Gul’dan.
Ancak o anda ihanet, ölüm demekti. Düşmanları her yerdeydi. Bu dünya farklı ve ona karşı birleşmiş durumdaydı. Gul’dan, Lejyon’un ele geçirmesini istediği gücün ne olduğunu bile bilmiyordu. Kil’jaeden onun dizginlerini elinde tutuyordu. İsyan edemeyeceği kadar sıkı bir şekilde hem de.
Gul’dan şimdilik itaatkâr zavallıyı oynayacaktı. “Emrindeyim, Kil’jaeden.” Yavaşça geri çekildi.
–İSTİKAMETİN DOĞUYA DOĞRU. KOYU GEÇMENİN BİR YOLUNU BUL. ARTIK SURAMAR’IN ETRAFINDAN DOLAŞACAK VAKTİN YOK.–
Gul’dan’ın bu konuda bir fikri vardı. Khadgar ve Gardiyanlar’ı ardında bırakıp doğudaki sahil şeridine geri döndü. Orada, İttifak nişanlarıyla bezenmiş bir geminin enkazının üzerinde küçük bir sandal vardı. Gemiye yalnızca çürümekte olan bir halat ile bağlıydı. Tüm gücüyle halata tek sefer asılmasıyla sandalın sakin dalgaların üzerine inmesi bir oldu. Daha önce hiç kürek çekmemişti ancak öğrenmesi kolaydı ve yolu uzun değildi. Kısa süre sonra sahil –ve Khadgar- ile arasına yeterince mesafe koyduğunda kürekleri bıraktı ve ilerlemek için daha tatmin edici bir yöntem kullanmaya başladı. Geminin ilerlerken suda bıraktığı izler koyu yeşile boyandı. Ara sıra ölmüş bir balığın bedeni su yüzüne çıkıyordu.
Kil’jaeden onu doğru yola yönlendiriyordu ve bir saat geçmemişti ki Gul’dan’ın hedefi ufukta yükselmeye başladı. Ada dümdüzdü ancak üzerindeki tuhaf bir yapı göğü delip geçiyor gibiydi. Yakınlaştığında gölgesi Gul’dan’ın üzerine düştü. Bir anıt. Bir vaat. Kuleleri ve sarp duvarları, mekanın ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi gibiydi. Şimdi her ne durumda olursa olsun bir zamanlar tam anlamıyla bir kale olduğu belliydi. Onu delip geçebilmek için Demir Orda’nın bu dünya için planladığı istilanın kat be kat fazlası gerekirdi.
Böylesine bir yer neden terk edilmişti? Belki de vakti dolmuştu. Ancak Kil’jaeden’ın onu buraya getirmek için sebepleri vardı. Bu sebeplerin ne olduğunu bilmemek Gul’dan’ı çileden çıkartıyordu.
Yaklaştıkça kendini tedirgin hissetmeye başladı. Ada gerçekten tanıdıktı. Görüntüsünden dolayı değildi. Mekanda yankılanan bir şey vardı. Kendi gücünün –diğer Gul’dan’ın gücünün- onyıllar öncesinden kalma izleri duruyordu. Gul’dan daha önce burada bulunduğuna dair duyduğu şüphelerden arındı.
Sandalın çürümüş gövdesi, Gul’dan’ın onu ürkütücü sahil kıyısına çekmesiyle birlikte parçalandı. Gizemli kabre giden yolun kalanını yürüdü; girişi her kim tarafından mühürlenmişse ondan kalan ve yabancısı olduğu büyü gücünü hissetti. Taştan ve efsunlanmış metalden oluşan fiziksel bariyerlerin yanı sıra gizlenmiş mistik kilitler ve geçitler dizisi de vardı. Çözmesi basit bir sorundu. Gul’dan fel büyüsünü karmaşık desenli bir ağ gibi örerek her engeli kolaylıkla ortadan kaldırdı.
“İçeride ne var? Muhafızlar? Tuzaklar?” diye sordu Gul’dan.
–ASIL AMACIN.–
Gul’dan bir an durdu. Beklediği yanıt bu değildi. “Ne yapmamı istiyorsun?”
–BİZİM İÇİN YOLU AÇACAKSIN.–
Gul’dan anlamamıştı. “Dediğini Draenor’da denedik.” Hatırı sayılır derecede efor da sarfetmişlerdi. Hepsi boşa gitmişti.
–ORADA YOLU TEMİZLEMEK İÇİN TEK BAŞINA UĞRAŞTIN. BURADA YALNIZCA ANAHTARI ÇEVİRECEKSİN. GERÇEK GÜCÜMÜZÜ ASIL O ZAMAN GÖRECEKSİN.–
Başka bir bariyer daha düştü. Beraberinde bir de tuzak vardı. Ateş ve mistik güçlerle yaratılmış düzinelerce mızrak Gul’dan’a doğru fırladı. O ise bir elini kayıtsızca salladı ve hepsi yok oldu. Düşünceleri başka yerdeydi. “Diğer Gul’dan’ın yapması gereken de buydu. Ne oldu?”
–AMACINDAN SAPTIN.-
“O ben değildim,” diye hırıldadı.
–GÖRECEĞİZ.–
“Nasıl başarısız oldu?”
–İTAATSİZLİĞİNDEN.–
Gul’dan, Hilekâr’ın dediği hiçbir şeye inanmıyordu. Belki de burada da, aynı Draenor’da olduğu gibi başarısız olan Lejyon’un ta kendisiydi.
Ama beni buraya iki defa getirmelerinin bir sebebi olmalı. İçerideki şey her ne ise öylesine güçlüydü ki ölümün kendisi bile Gul’dan’ın kaderini değiştirememişti. Belki de bu kader, efendisinin planlarıyla örtüşüyordu. Ya da belki de örtüşmüyordu.
Bu düşünce Gul’dan’ın gülümsemesine sebep oldu.
Kabrin girişindeki son koruma da parçalanmıştı. Gul’dan, kapıyı gümbürdeyen bir patlamayla infilak ettirdi. Artık hızlı hareket etmeliydi; çıkan ses kesinlikle dikkatleri üzerine çekecekti.
“Bana yol göster, Kil’jaeden,” dedi Gul’dan. “Başaracağım.”
Sargeras’ın Kabri’nin karanlığına adım attı. Mekanın heybeti gözler önündeydi, sayısız koridor yer altının derinliklerine iniyordu. Binlerce yıllık büyülerin ağırlığı ve bu dünyanın ruhlarının kaderleri üzerine çöktü. Ayaklarını sürerek hızlıca ilerledi. Kil’jaeden’ın artık onu teşvik etmesine gerek yoktu. Gul’dan bu kabrin sırlarını ortaya çıkarmak için çoktan heveslenmişti. İçeride saklı güç her ne ise kısa süre sonra onun eline geçmiş olacaktı.
Lejyon’un değil. Kendisinin.