Beni tanıyanlar, ürettiğim içerikleri takip edenler Japon Rol Yapma Oyunları’na ve bu oyunların evrenlerine, hikâyelerine ve karakterlerine oldukça ilgi duyduğumu bilirler. Daha çocuk yaşlarda bu türe gönül vermiş ve her karakterin hikâyesini, geçmişini öğrenmeye çalışmış, oyunların evrenlerini ve hikâyelerini benimsemek için de vaktimi diyaloglar ile raporlar karşısında harcamıştım. Bu açıdan hikâyesi derin, işlenişini etkileyici, hatta çarpıcı oyunlar her zaman dikkatimi çekmiş ve beni etkilemişti. 2004 senesinden beri ilgilendiğim Drakengard – NieR evreni de bende aynı etkiyi çıkar çıkmaz koşarak aldığım NieR: Automata ile yaratmıştı. Bu yazımda siz okuyucularımıza NieR: Automata evreninde işlenen konuyu, karakterleri ve dünyayı felsefi ve psikolojik yandan sunmayı hedefliyorum. Bu yüzden de incelemeye başlamadan önce sizleri *spoiler*lar konusunda uyarmam gerekiyor zira birçok karakteri, içeriği ve karşılaştığımız düşmanları açık açık ele alacağım.
Eğer Drakengard ve NieR evrenine yabancıysanız hazırladığımız Drakengard & NieR Tarihi yazısına da buradan ulaşabilirsiniz.
Felsefi ve psikolojik analize başlamadan önce NieR: Automata’nın evreni hakkında bilmemiz gereken temel birkaç unsur yer alıyor. Dünya binlerce yıl önce uzaylıların kontrol ettiği makineler tarafından istilaya uğramış ve hayatta kalan insanlar da Ay’ın çevresinde oluşturdukları üslere sığınmışlardı. Uzaylıların dünyaya saldırıp Ay’daki insanlara karşı bir tehdit oluşturmamasının nedeni ne yazık ki bilinmiyor; ancak dünyayı makinelere karşı kaybetmiş olan insanlık, yarattıkları insansı robotlar olan YoRHa Birimleri ile bu istilaya karşı savaşmaya ant içti. YoRHa Birimi için yaratılan Androidler ise tamamen savaşmak için yaratıldıklarından ötürü bu birimlerin herhangi bir ‘insani’ his yaşaması konsey tarafından yasaklandı. Savaşmak, makineleri ve uzaylıları dünya yüzeyinden tamamen yok etmek bu birimlerin yegane görevi ve yaratılma amacıydı. YoRHa Birimleri her ne kadar Android olsalar da dünyadaki makinelerden tamamen farklılardı. Bu birimlerin kendilerine has benlikleri, düşünceleri, yargıları, kısaca ‘doğruları ve yanlışları’ vardı; YoRHa Birimleri tamamen programlanmış birer robot değillerdi. Dünyada makinelere karşı ekip halinde savaşan bu birimlerin birbirleriyle dayanışmaları sırasında ‘arkadaşlığın, aşkın ve hatta nefretin’ ortaya çıkması da oldukça olasıydı, bu nedenle YoRHa birimlerine gözlerini kapatan bantlar verildi.
Ancak NieR evreninde bulunan insanlık, Gestalt Projesi’nde her ufak detayı kontrol edemedikleri gibi YoRHa Birimleri’ni de istedikleri gibi yönlendiremedi. Ay’da bulunan üslerde YoRHa Birimleri arasında aşk, dostluk ve ihanet gibi insani hisler zaman zaman ortaya çıkıyor ancak Android savaşçılar bu hisleri tamamen gizliyorlardı. NieR: Automata’nın ana karakteri 2B isimli YoRHa savaşçısı da bu hislerle oyun boyunca çarpışan bir Android olarak karşımıza çıkıyor. Diğer birimlere oranla oldukça soğuk ve kendisini görevine adamış biri olarak betimlenen 2B’nin bizlere pek fark ettirmese de görevi sırasında daha ilk dakikalarda ekibini kaybetmekten oldukça etkilendiği ancak bu hisleri sakladığı görülüyor. 2B’yi değiştiren, eğitim aldığı sırada edindiği tabuları yıkan yegane kişi de ona görevi sırasında destek veren 9S isimli YoRHa birimi. Diğer Androidlere oranla oldukça meraklı bir kişiliğe sahip olan ve makineleri araştırmak, dünyayı ve yok olmuş insanlığı daha iyi anlamak isteyen 9S, görev sırasında 2B’ye karşı hisler beslemeye de başlıyor. Arkadaşlarının ona ‘Dokuzluk’ (Nines) lakabını taktığını 2B’ye söyleyen 9S, aslına bakarsanız insani duyguların Androidlerde bulunduğunu gözler önüne seriyor. Peki NieR: Automata evreninde bu insani duyguların, kişiliğin önemi ne kadar büyük?
Daha önce de sizlere bahsettiğim gibi NieR: Automata evreninde insanlık neredeyse yok olmuş, geriye makinelerle savaşmaya çalışan bir avuç ‘Direniş’ üyesi kalmıştır. Ancak unutmamamız gereken bir detay ise NieR’de gerçekleştirilen Gestalt isimli projedir. NieR evreninde gerçekleşen bir felaketten ötürü insanlık öldürücü bir hastalığa maruz kalmış ve Gestalt Projesi ile birlikte ruhlarını kendi bedenlerinden ayırmayı hedeflemişlerdi. Bu noktada ruhtan tamamen arınmış insan bedenlerinin hastalığa yine de maruz kaldığını gören bilim insanları, ‘kabuk’ olarak nitelendirebileceğimiz ‘Replicant’ isimli klonları yaratmışlardı. Hastalık ortadan kalktığı zaman Gestalt olarak adlandırılan insan ruhları Replicant vücutlarına yerleşecek ve böylelikle insanlık da yok olmaktan kurtulacaktı. Durum ne yazık ki böyle olmadı.
Replicantların zamanla kendi benliklerini edinip yaşayabilecekleri bir topluluk oluşturmaları Gestalt Projesi’ne vurulan en büyük darbeydi. Gestaltların yerleşebileceği Replicant bedenlerinin kendi benliklerini oluşturması, her iki tarafı da tehlikeye atmıştı. O yıllarda Replicantları gözlemleyen Androidler ise oluşan bu tehlikeye karşı bir çözüm bulamıyorlardı. Nihayetinde NieR’de gerçekleşen olay neticesinde Replicantların ve Gestaltların yok olduğu tahminini teoriler ile yürütebiliyorduk; ancak NieR: Automata’da insanlığın Ay’a yerleştiğinden bahsedilmişti. Peki insanlık gerçekten de hayatta mıydı? Yoksa Replicantlar insanlığın yerini mi almıştı?
NieR: Automata’nın ele aldığı konuyu yapacağım analizden önce şöyle özetleyebilirim: ‘İnsanlığın bulunmadığı bir evrende, insani duygular yaşayan, bu duyguları anlamaya ve yaşamaya çalışan makineler ile androidlerin varlık çatışması.’ Bizler için aşk, nefret, dostluk, hayal kırıklığı, inanç gibi kavramlar günlük hayatımızın bir parçasıyken programlarında ve kodlamalarında bu tür kavramlar bulunmayan makinelerin yaşadığı bu varoluşsal çatışma NieR: Automata’nın ele aldığı kavram olarak özetlenebilir. Bu kavram, bu varoluşsal çatışma oyunda o kadar başarılı bir şekilde işlenmiş ki karşılaştığınız her boss’ta veya adımınızı attığınız her yeni bir bölgede bu çatışmanın, bu felsefenin yeni bir yüzü ile tanışıyorsunuz. Sizlere bahsettiğim YoRHa Birimleri’nin yaşadığı bu durum ve ebraberinde karşılaştıkları bu çatışma, açıkçası makinelerin yaşadıklarının yanında hiçbir şey diyebilirim. YorHa Birimileri’nden ‘Android’ ve ‘insansı robot’ olarak bahsedilse de aslında bu birimler bir nevi programlanmış birer askerdirler. Her orduda olduğu gibi uğruna savaştıkları bir amaçları vardır. Bu kavram YoRHa birimleri için insanlıktır, amaçları dünyayı makinelerden temizlemektir. Bu ordunun en büyük tabusu ise ‘insani hislerden uzak durmak’tır. İnsani hisler duyan, aşık olan, nefret eden, hayallere kapılan, inancına kendisini adayan YoRHa Birimi nihayetinde amacından sapabilir ve kendi hayatını yaşamayı tercih edebilir. Bu noktada YoRHa Birimi’nin ‘insani’ yönlerinin olduğunu anlayabiliriz. Bizim gibi düşünebiliyor, sevebiliyor, nefret edebiliyor hatta korkup panik dahi olabilen bu birimler var olma sebeplerinin de farkındalar. Peki ya dünyayı istila eden makineler?
İşin aslına bakarsanız NieR: Automata’nın evreni hem makineler hem de YoRHa Birimleri açısından keder ve hüzün doludur. Hem dünyayı istila eden makineler hem de insanlık için savaşan YoRHa Birimleri oluşan düzenin bozulmaması, çarkların sorunsuzca dönmesi için oluşturulan birer piyondurlar. Bir yanda uzaylılar için insanlığa ve YoRHa’lara karşı savaşan makineler, bir yanda da insani duygular yaşaması yasaklanan YoRHa Birimleri… Üstelik ortada ne uzaylılar ne de insanlık kalmışken.
Uzaylıların binlerce yıl önce öldükleri gerçeği oyunda karşımıza çıkarken insanlığın tamamen yok olduğu ise oyunun ‘gerçek sonunda’ bizlere açıklanıyor. Görünen o ki Gestalt Projesi’nin gerçekleşememesinden ötürü hem Replicantlar hem de insan ruhları giderek yok olmaya başlamış, hayatta kalan son insanların DNAları ise bilgisayarlara kayıt edilerek Ay’daki üsse taşınmıştı. İnsanlığın yok olmasını diğer Androidlerden saklamayı hedefleyen Android kumandanları, YoRHa projesini ortaya çıkardı. Bu olayın ardındaki sebep ise insanlığın yok olduğu bir evrende Androidlerin varoluşsal krize girmesini engellemekti. Hizmet edecek efendilerinin artık olmadığını fark eden Androidler hayatlarındaki yegane amacı, anlamı kaybedebilir ve böylelikle depresyona da sürüklenebilirlerdi. Ancak YoRHa Birimleri oldukça güçlü ve makineleri rahatça yok edebilecek kapasiteye sahiplerken savaş neden uzamıştı? Bunun sebebi ise YoRHa kumandanlarının ‘mantık virüsü’ isimli bir virüs programlamış olmasında yatıyordu. Ay’da bulunan üste saklanan bu mantık virüsü YoRHa Birimleri’ne bulaşıyor ve Androidlerin zamanla bozulup hata vermesine sebep oluyordu. Böylelikle savaş asla bitmeyecek, yeni üretilen Androidler ile de bitmek bilmeyen bir döngü içerisinde bu düzen devam edecekti. Bu gerçekleşen olayların sebebi ise insan olmaktan çekinen, insan olmayı yasaklayan YoRHa kumandalarının işiydi. YoRHa Birimleri’ni hazırladıkları ‘insanlık propagandaları’ ile etkileyen hatta Androidlerin beyinlerini yıkayan bu düzenin oluşturulmasının yegane sebebi, yaratıcıları olmayan Androidlerin yaşayacağı varoluşsal krizdi.
Bu krizin gerçekleşmesi kaçınılmaz olsa da 9S’in sorgulayan bir karakter olduğunu, 2B’ye de sorgulayıp düşünmeyi öğrettiğini ve nihayetinde bu iki karakterin herhangi bir şekilde varoluşsal kriz yaşamadığını görebiliyoruz. Hatta tam aksine 9S gerçekleşen olaylardan ötürü merak eden, araştıran bir kimliğe bürünmüş ve görev sırasında desteklediği 2B’nin tabularının yıkılmasında da önemli bir rol oynamıştı. 2B ilk başlarda mesafesini korumuş fakat karşılaştıkları her engelde kendisine destek olan 9S’e karşı sempati beslemiş, nihayetinde 9S’in bile şaşıracağı düzeyde ona değer vermeye başlamıştı.
Amacından ve görevinden şaşmayan 2B gittikçe 9S’e yakınlaşmış, zaman zaman teşekkür etmiş ve yanındaki birim hasar gördüğünde tüm görevlerini kenara bırakıp arkadaşının yardımına dahi koşmuştu. Sempati, değer ve arkadaşlık. NieR: Automata insanlığın yok olduğu, makinelerin ve Androidlerin yaşadığı bir evrende insani hislerin ortaya çıkmasını başarılı sahnelerle ele alan bir yapımdır. Makineler veya Androidler asla “Ben insan gibi yaşamak, hissetmek istiyorum!” demez, aksine deneyim, merak ve kendi edindikleri benliklerle birer insana dönüşürler. O hâlde insan dediğimiz canlıları betimleyen şey nedir? Vücutlarımız mı, yoksa düşünerek verdiğimiz kararlar ve kişiliğimizi şekillendiren hisler mi?
Peki ya makineler? Onlar nasıl düşünmeye, merak etmeye ve ardından ‘insanlığı taklit etmeye başladı? 9S ile oynadığımız zaman bir ara sahne ile karşılaşıyoruz ve böylelikle ‘makineler için mitoloji’ diyebileceğimiz bilgilere tanık oluyoruz. Yıllar öncesinde bir volkan patlar ve içerisinden devasa bir makine belirir. Bu makine, diğerlerinin gözünde ‘Tanrı’ olarak görülür. Bu tanrı makine olarak bahsedilen varlık, bir nevi ‘Deus Ex Machina’, yani makineleşmiş ‘yapay tanrı’ olarak kendisini göstererek diğer makinelere ‘ego’ yani ‘benlik’ vermesiyle bilinir. Böylelikle savaşın yıkımından geriye kalan makineler merak etmeye, insanlardan kalan eşyaları ve kitapları karıştırarak bizim günlük yaşantımızda yaptıklarımızı taklit etmeye başlarlar. Engels isimli devasa makineler öldürmeye programlanmış olsalar da aslında yaptıkları şey bir nevi kendilerini savunmaktan öte değildir. Sonuçta YoRHa Birimleri’nin yegane görevi bu makineleri yok etmekken makineler de bir yandan insanlığı öğreniyor, kavramları kabullenmeye ve taklit ederek yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. ‘Öldür…öldür!’ derken de kendilerini savunmaktan başka bir şey yapmıyorlardı aslında. Hikâyede ilerlememizle birlikte bu durum öyle bir hâl alıyor ki karşımızdaki patlamak üzere olan makine “Artık içimde yaşama isteği yok, arkadaşlarımın hepsini, ailemi öldürdünüz. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Lanet olasıca Androidler, bizleri yıllardır öldürmeye çalışıyorsunuz,” diyebiliyor.
İnsan doğasının en temel hislerinden olan sevgi, aşk, aile olgusu ve cinsellik gibi kavramlar da daha ilk görevden karşımıza çıkıyor. Haritadaki çöl bölgesinde bulunan ve NieR’de karşılaştığımız kabileye benzer maskeler ile örtüler takan bu robotlar varoluştan daha çok aşka, sevgiye ve ailevi kavramlara yönelmekle birlikte bizlerin karşısına ilginç bir sahneyle de çıkıyorlar. Bir köşede, bebek arabasını bir sağa bir sola ilerleterek ‘sözde’ bebeğini uyutmaya çalışan bir ‘anne makine’ ve yanında da ‘farklı pozisyonlarda çoğalmaya çalışan çift robotlar’ dikkatimizi çekiyor. Oyunun daha ilk bölümlerinde böylesine çarpıcı bir sahneye sahip olması benim oldukça ilgimi çekmişti açıkçası. Hem şaşırmış hem de gülmüştüm zira robotların ‘çoğalmak uğruna’ birbirleriyle çarpışması komik ama bir o kadar da dramatik gelmişti. Eski dünyadan, insanların geriye bıraktıkları kalıntılardan bunları öğrenmiş ve taklit etmişlerdi. Bu noktada çoğalmaya çalışan robotların yok edilmesi gerektiği emrini alan 2B ve 9S, o köyde bir nevi ‘katliam’ yapmış ve nihayetinde de bio-mekanik olarak tanımlayabileceğimiz insansı bir Android’in ortaya çıkmasına sebep olmuşlardı. İnsanlar gibi doğurmaya ve üremeye gayret gösteren robotlar, bu katliam karşısında ne yapacaklarını bilmeden birleşmiş ve bu birleşimden de ‘Adam’ yani ‘Adem’ olarak kendisini isimlendiren varlık ortaya çıkmıştı.
NieR: Automata’nın bir başka dikkat çekici unsuru işte bu ‘Adam and Eve’, yani ‘Adem ve Havva’ isimli kardeşlerdir. Bu kardeşler Drakengard 3’teki ‘Melekler Kilisesi’ ve ‘Gözlemciler Kilisesi’nin sembollerini taşımakla birlikte Drakengard evrenindeki ‘Ejderha Eldiveni’ gibi aksesuarları da giymektedirler. Bu noktada Adem ve Havva’nın Gözlemciler’in etkisi ile ortaya çıktığından bahsetsek de aslında bu iki kardeşin simgelediği kavram çok daha farklı. Adem ve Havva olarak isimlendirilen bu kardeşler hem inancı, hem tanrıyı hem de insanlığın yeniden doğuşunu temsil ederler. Robotların birleşmesinden ortaya çıkan Adam isimli ‘biyomekanik’ çırılçıplak doğmakla birlikte Androidlere ve diğer makinelere oranla kavramlar ile cümleleri çok daha hızlı bir şekilde öğrenmekle kalmayıp kardeşi Eve’e de hayat verir. Adem bilgiyi, merakı, sorgulamayı, tanrı kavramını ele alırken kardeşi Havva ise saf insanlığı, gücü, hisleri ve çocukluğu temsil eder. Kalıntılardan elde ettiği dini kitaplar ile birlikte kendisini Adem olarak isimlendiren bu biyomekanik canlı, bir nevi kendisini insanlığın yeni üyesi, tohumu, hatta varisi olarak görmüştü. Edindiği bilgiler ile birlikte Adem, ‘uzaylıların artık hayatta yaşamadığını da deneyimlemiş’ ve kendisini ‘Cennet’ten kovulmuş’ olarak da yorumlamıştı. Bu yüzden kendisinden hayat verdiği kardeşinin adını da ‘Eve’ olarak belirlemişti. Bu noktada Adem, okuduğu kitaplar ile birlikte hisleri, düşünceleri, dini kavramları ve ölümün anlamını öğrenirken kardeşi Havva’ya da öğrendiklerini aktarıyordu. Hatta bir noktada dini olayları taklit ederek kardeşine normal bir elma yedirdiği dahi oldu. Bu elmanın kendilerine sonsuz bir bilgi vereceğine inanan Adem, insanlığın doğuşu hakkında bilgi edinmiş ve taklit ederek ‘yeni bir yaradılışın’ da öncüsü olmuştu.. ta ki ölüm denen o derin kavramın anlamını merak edene kadar.
Bir makine veya Android için ölüm aslına bakarsanız derin bir kavram değildir. YoRHa Birimleri eğer ölmeden önce hafızalarını sunucuya aktarabilirlerse başka bir bedende yeniden doğabilirken makinelerin asıl problemi ise taklit etmek, insanlığı anlamak ve varoluştur. Ancak bu durum Adem ve Havva için geçerli değildi. Adem her ne kadar ‘tüm robotların düşüncelerinin toplandığı bir veri tabanına’ bağlı olsa da ölüm kavramına duyduğu merak onu ele geçirmiş ve nihayetinde Adem’in bu bağı kapatmasıyla da şekillenmişti. 2B’nin kılıcıyla hayatını kaybeden Adam, bu şekilde yaşamını, hatta amacını tamamlamış ve o çok merak ettiği ölüm hissini ‘soğuk ve karanlık’ olarak betimlemişti. Ancak Adem’in merakına yenik düşerek ölmesi, kardeşi Havva’yı göz yaşlarına boğmuş ve intikam duygusuyla hareket etmesine sebep olmuştu.
Philip K. Dick, William Gibson gibi cyberpunk yazarlarının ele aldığı konular, Androidlerin ‘insani hisleri’ yaşaması gibi temalardır. Bu yazarların kaleme aldığı romanlarda ve hikâyelerde karşılaştığımız veya karşılaşmayı beklediğimiz her durum aslına bakarsanız Adem ve Havva’da yaşanmaktadır. Özellikle de Havva’nın kardeşinin arkasından ‘Niye beni yalnız bıraktın? Niye ölmen gerekiyordu?’ diye ağlayarak nefretine yenik düşmesi bu bahsettiğim yazarların içeriklerine oldukça benzer. Bu noktada Havva da nefret, intikam duygusu, keder gibi insani hisleri temsil etmeye başlamaktadır.
Adem ve Havva ile başlayan dini kavramların en çok yüzümüze vurulduğu an ise ‘terk edilmiş fabrikada kendilerine bir din, bir tanrı yaratmış makineler’in sapkın davranışlarıdır. Kendilerine bir ‘tanrı robot’ ilan eden bu makineler, tanrının varlığı ile ‘varlıklarının ötesine’ geçmeyi planlamakla birlikte aslında Friedrich Nietzsche’nin ‘übermensch’ yani ‘üstün insan’ kavramına da gönderme yapıyorlar. Ancak bu makinelerin insanlığı taklit ettiğini unutmamak gerek. Bu noktada tanrı robot ile konuşmaya giden 2B, bu makinenin cansız bedeni ile karşılaştığında aklını kaybeden ve “Tanrı öldüyse biz de ölürüz! Tanrı olmak için ölmemiz gerek!” diye çığlıklar atan makinelere karşı da savaşıyor. Tanrı olarak gördükleri robotun önlerine dökülmesi ile durumu mantıklı bir şekilde açıklayamayan makinelerin yaşadığı panik ise aslında benliklerin oluşmamasından ötürüdür. İşin en ilginç kısmı ise ‘tanrılaşmak’ isteyen robotların el ele lava atlayarak intihar etmeleridir.
Sadakat kavramını 2B ve 9S’in dışında ele alan bir başka kısım ise oyunun ‘Orman’ kısmıdır. Bu orman kısmında ‘şövalye’ kılığında ‘Orman Kralı’ için savaşan makineler, her seferinde kendilerine “Kralımız için” sözleriyle sadakati hatırlatsalar da aslına bakarsanız işin rengi oldukça farklıdır. ‘Orman Kralı’ olarak anılan devasa makine, aslında ormanın içerisindeki kaleye yerleşmiş bir robottan başka bir şey değildi. Etrafındaki robotlara destek olmaya başlayan ve onları da kendisi gibi geliştirmek isteyen Orman Kralı, kendisini takip eden minik makinelere sempati, empati, sadakat gibi duyguları öğretmiş, gerektiğinde de hasar görmüş robotları kendi parçalarıyla tamir etmişti. Ancak yıllar boyunca diğer robotları tamir ederek güçsüz düşen Orman Kralı, nihayetinde kalenin dehlizlerine çekilmiş ve burada yaşamına son vermişti. Krallarını görmeyen ancak hâlâ sonsuz bir sadakatle ormanlara giren yabancılara karşı savaşan bu robotlar için varoluş sebepleri ‘Orman Kralı’nın ta kendisiydi.
Peki bu evrende hiç mi düzgün bir robot yok diye soruyor olmalısınız. Bu acımasız ve savaşın bitmek bilmediği dünyada barışı sağlayan, hatta huzuru, anlayışı ve bir robot olarak mantığı temsil eden, aynı zamanda çevresindeki makinelere de öncülük eden saf ve temiz kalpli birisi bulunuyor. Pascal isimli bu makine, lunapark bölgesinin yanı başına kurduğu köye kendisi gibi mücadeleden yorulup savaştan kaçan robotları almakla birlikte onlara sığınabileceği bir yuva dahi inşa etmiş. Artık savaşın gidişatından yorulan ve YoRHa Birimleri ve Direniş ile barış yapmak isteyen Pascal, aslına bakarsanız ‘insan’ olarak tanımladığımız ‘kendi kendisine düşünebilen’, ‘sorgulayabilen’ hatta ‘yargı yaparak empati dahi kurabilen’ bir makine olmasının yanında NieR: Automata’daki maceramızda 2B ve 9S’e çokça yardım da ediyor. Hatta kendisi de 9S kadar meraklı olacak ki sırf incelemek, analiz etmek ve aynı hataları yapmamak için bizden eski dünyanın bilgilerini bulmamızı istiyor. Pascal’ın temsil ettiği bir başka kavram ise ‘özgürlük’ olarak karşımıza çıkıyor. Bu barışçıl, huzurlu köyde her robot istediği kimliğe bürünebiliyor ve hissettikleri gibi de davranabiliyorlar. Kendilerini kız kardeş gibi gören robotlar ‘pembe’ ve ‘mavi kurdele’ takabiliyor, aile olarak birbirlerini tanımlayan robotlar beraber yaşayabiliyor hatta kendisini kadın olarak hisseden robotlar ‘makyaj’ dahi yapabiliyorlar. Kaosun bitmediği dünyadaki distopik düzende Pascal’ın minik köyü aslına bakarsanız ütopyanın ta kendisidir.
NieR: Automata her ne kadar aksiyonu, draması ve etkileyici sahneleri bol bir oyun olsa da işlediği konu ve tema olarak oldukça çarpıcı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlığın yok olmasıyla birlikte ‘insan olmaya çalışan, insan gibi hissetmeye, davranmaya, hatta insan olmaya gayret gösteren’ varlıkları ele alan ve bunu yaparken de bu makinelerin, Androidlerin ve robotların varoluşsal krizlerini ve depresyonlarını bizlere etkileyici bir şekilde sunan NieR: Automata, birçok başarılı cyber-punk eserinde karşılaştığımız konuları, insanlığın yıllardır tartıştığı psikolojik ve felsefi kavramları da etkileyici bir şekilde biz oyunculara sunuyor.
Kim bilir? Belki de insanlık gerçekten yok olmuştur ve bizler dahil çevremizdeki herkes insan olmaya çalışıyor ve öğrendiklerimizi taklit ediyor, sorguluyor veya benimsiyoruzdur.