Lorekeeper

GAMESCOM 2017 İZLENİMLERİMİZ

Gamescom 2017’yi arkamızda bıraktık. Bol koşturmalı, yorucu ancak bir o kadar da eğlenceli olan bu macera, benim ilk Gamescom deneyimimdi. Burcu ve Can ile birlikte etkinlik alanında oradan oraya koşuşturduğumuz, söyleşilere katıldığımız ve çeşit çeşit oyun denediğimiz Gamescom, unutulmaz bir anı olarak kalbimdeki yerini edindi bile.

Peki Lorekeeper ekibi olarak neler yaptık? Neler denedik? Kimlerle konuştuk? Uzuuunca anlatalım!

Ezgi
Basın günü olarak isimlendirilen 22 Ağustos günü sabah saatlerinde Köln’e vardığımızda bendeniz çantalarımızı kalacağımız yere bırakmak için ayrılırken Burcu ile Can da Ubisoft’un tanıtım etkinliğine doğru yola çıktılar. Bu noktada neler gördüklerine dair detayları iletmeleri için sözü onlara bırakıyorum.

Can
Bu sene Ubisoft etkinliği fuardaki ilk durağımız oldu. Taze duyurulmuş Anno 1800’le birlikte açılışı yapmış olduk. Açıkçası Anno serisinin hiçbir zaman öyle çok delisi olduğumu söyleyemem. Yine de Anno 1800 ilgimi çekmeyi başardı. Sunumu yapan abinin dediğine göre başta Anno serisini geçmişe döndürmek ya da gelecekte devam ettirmek konusunda büyük bir çelişki yaşamışlar ancak sonunda endüstriyel çağ fikri baskın gelmiş ve Anno 1800’ü yapmaya başlamışlar. Bu zamana kadarki Anno oyunlarının iyi yanlarını da almayı unutmamışlar bir yandan. Serinin en sevilen özellikleri öyle ya da böyle bir şekilde kendini Anno 1800 içerisinde bulmuş. Etkileyici ve eğlenceli bir sunumun ardından bir de yeni Anno-Union oluşumuna değindiler. Bu sistem tamamen Anno seven ve oyunun gelişiminde payı olsun isteyen fanlar için kurulmuş bir platform. Oyun içerisindeki özellikler için oy vermekten tutun da doğrudan fikrinizi yapımcılara iletmeye kadar giden Anno-Union benim çok hoşuma gitti. Zira yine verilen örneğe göre eğer topluluk içerisinde aktif rol oynayan bir üyeyseniz kendinizi oyunun baş direktörüyle bir Skype toplantısında, oyunda görmek istediğiniz şeyleri anlatırken bulabilecekmişsiniz. Bu kadar direkt bir geri dönüş sistemi diğer oyunların da örnek alması gereken bir sistem bence.

Anno’dan çıktıktan sonra Farcry 5’e doğru niyetlendim ancak onu asıl fuar alanında gösterdikleri için oraya gitmem gerektiğini öğrendim. Geriye kalan VR ve mobil oyunlara şöyle hızlıca bir göz attıktan sonra akşama Assassin’s Creed: Origins sunumu için tekrar geleceğimiz Ubisoft standını ardımızda bıraktık.

 

Ezgi
Onlar tanıtımdan çıktıklarında ben çoktan etkinliğin gerçekleştiği Koelnmesse’ye varmıştım. Normal şartlar altında basın biletine sahip olanlara Köln içerisinde bedava ulaşım sağlanırken bu sene bu olayı kaldırmışlardı; biraz hayal kırıklığı yaratmış olsa da ulaşım inanılmaz derecede kolay olduğundan pek üstünde durmadık. (Ben bunu geç fark edip bir süre biletsiz seyahat etmiş olabilirim. Lütfen affet beni Köln Belediyesi!)

Buluşup alana girdiğimizde ise adım attığımız ilk salonun büyüklüğü beni benden aldı. Hatırlatırım, böylesine büyük bir etkinliğe ilk defa katılıyordum ve her gördüğüme geziye çıkmış turist misali tepkiler veriyordum. (Burcu ve Can çok eğlendiler bu hâlimle gerçi, orası ayrı.) Acaba ne yapsak diye konuşurken kendimizi bir anda Samsung standının önünde bulduk. Gruplar hâlinde aldıkları insanları özel tasarlanmış koltuklara oturtup onlara VR deneyimi sunuyorlardı. Tam “Bunu denememiz lazım!” derken stanttaki görevlilerden biri yanımıza yanaşıp küçük bir oyun oynamak isteyip istemeyeceğimizi sordu. Yapmamız gereken tek şey elimizde bir adet tabletle Samsung alanında dolaşıp özel hazırlanmış QR kodlarını okutturmaktı; çok da başarılı olduğumuzu söyleyebilirim zira basın gününde bizim dışımızda kodların hepsini bulabilen yalnızca bir kişi çıktığını öğrendik. (Bunca Adventure oyunu oynamanın bir karşılığı olmalıydı elbet! -Burcu )

Samsung VR deneyimimiz ise oldukça eğlenceli geçti zira lunaparklarda “roller coaster” olarak adlandırılan trenin videosu bize eşlik ediyordu. Oturduğumuz koltuklar da trenin ilerleyişine göre hareket ederek daha da gerçekçi bir deneyim yaşamamıza yardımcı oldu. Eğer Koelnmesse’de bir koltukta oturduğumu bilmeseydim adrenalinden ötürü çığlık atmaya başlayabilirdim! Ancak VR deneyimimiz bununla da bitmedi. Hemen ardından yine Samsung standında yer alan başka bir bölüme geçerek burada sunulanları da denedik: Bunlardan biri bir oyundu ve başımızı hareket ettirerek uçmamız, belirli kontrol noktalarından geçmemiz gerekiyordu. Sanırım hepimiz bir süre sonra dağa çakıldık… Diğeri ise Burcu’nun denediği konser videosuydu.

Burcu
Samsung Gear VR alanında en beğendiğim şey roller coaster oldu açıkçası. Özellikle de Playstation VR ile yaşadığım hayal kırıklığından sonra Samsung Gear VR’dan çok bir beklentim yoktu. Fakat kabul edelim roller coaster bizi güzel salladı; koltuğun kollarına sıkıca yapışmış olabilirim. Daha sonra denediğimiz oyun da fena olmamakla beraber, konser benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Ne çözünürlük ne de ses kalitesi gerçek bir konser ortamı yaşatmaya yaklaşmıyordu bile. Tabii ses konusu Gamescom’a getirebildikleri kulaklıkların kalitesi ile de ilgili olabilir, haklarını yemeyelim. Yine de şahsen konser ve oyun yerine reklamlarda gösterdikleri gibi dinozorlar görmeyi tercih ederdim. Video izleniyor dediklerinde de umduğum buydu açıkçası. Üzdü.

Ezgi
Aynı alanda bulunan HTC Vive’ı denemeden geçmedik tabii ki. Fallout 4’ü Vive eşliğinde oynamak gerçekten çok eğlenceli, bir o kadar da baş döndürücüydü. Baş döndürücü derken kelimenin gerçek anlamıyla öyleydi zira kendiniz olduğunuz yerde durup karakteriniz oyun içerisinde yürümeye başladığında bedeniniz otomatik olarak hareket etmeye çalışıyor ve bir süre sonra ter içinde kalıp dengenizi kaybediyorsunuz. Ya da bize öyle oldu. Bir de daha başlar başlamaz üstüme atlayan bir Deathclaw ile uğraşmak zorunda kalmasaydım belki daha sakin geçebilirdi, bilemedim. Burcu ise daha farklı bir oyunu denemeyi tercih etti.

Burcu
Ben ki restoranlarda bile Can’ın seçtiği yemeği seçerim -zira ne zaman kendim bir şey seçsem onunki daha güzel oluyor- diğer oyunun adına kandım ve Fallout 4 yerine “Space Cowboy” oynayayım dedim. Demez olaydım. Space Cowboy deyince benim aklıma bir Cowboy Bebop, bir Firefly, en olmadı Han Solo falan geliyor. Oynadığım oyun ise minik yuvarlak robotları lazer silahıyla vurmaktan ibaretti. Olmaz olsun öyle Space Cowboy.

Ezgi
Günün geri kalanını alanları dolaşıp fotoğraf çekmekle, bol bol Heroes of the Storm ve Destiny 2 oynamakla geçirdik. PS4 üzerinden Destiny 2 oynamak benim için garip bir deneyimdi zira nişan almayı beceremiyorum; ancak oyun gerçekten muazzam ve oldukça eğlenceli olmuş. (PC versiyonunu ön siparişle aldım bile!) Heroes of the Storm’da ise ben yeni görünümüyle Dreadlord Jaina’yı seçerken Can da oyuna yakın zamanda eklenecek olan Kel’Thuzad’ı denedi.

Can
İlk söylemem gereken şey şu: Kel’Thuzad’ı oynamak çok da kolay değil. Özellikle de ilk sefer oynuyorsanız. İlk oyunumuz benim için daha çok karakteri çözme üzerine oldu. Q ve W yetenekleri standart skillshotlar olsa da özellikle E’de bulunan “Chains of Kel’Thuzad” yeteneğini kullanmak biraz ustalık istiyor. Zira önce bir oyuncuya onu atıp, hedefi tutturup sonra bir skillshot daha yapıp başka bir oyuncu ya da binayı denk getirmeniz gerekiyor. Böylece zincirlediğiniz iki kişi çarpışıp sersemliyor. Kombolarınızın zamanlamasında uzmanlaştığınız zaman altın bir fırsat hâline geliyor bu sersemeleme anları da. İkinci ve sonraki oyunlarda da bunu çözmeye başlayınca akıp gittim zaten. Oynaması gerçekten çok keyifli ve kombolar düşmanlarınızın üzerinde patlayıp onları buzla kaplayarak karanlığa çektiğinde ister istemez kötü adam kahkahası atıp yanınızdaki Mr. Bigglesworth’ün çenesini kaşırken buluyorsunuz kendinizi. Kısacası, Heroes of the Storm seviyorsanız Kel’Thuzad’ı merakla bekleyin; ama başta çok ustalaşamazsanız da hemen moraliniz bozulmasın. Rehberini de yapacağız çıktığında!

Ezgi
Akşam saatlerinde ise ben yorgunluktan bayılmak üzere basın odasına kaçarken Burcu ile Can da Assassin’s Creed Origins için özel olarak düzenlenen etkinliğe katıldılar ve oyunu bir saatliğine oynama fırsatı buldular.

Can
Assassin’s Creed: Origins fuarda en merakla beklediğim oyunlardan biriydi; hâliyle de 1 saat boyunca doya doya oynayacak olduğum için heyecanlıydım. Normalde kayıt almak için yanımda harddisk de götürmüştüm ancak cihazlara bağlı kayıt aletinin SSD gerektirdiğini söylediler ve benim kayıt hayalleri suya düştü. Yine de ciddi izlenim oluşturacak kadar tecrübem oldu oyunla. Oynadığımız demo Memphis’te başlıyordu. Daha görev bazlı ve RPG soslu oynanış benim bayağı hoşuma gitti. Ana karakterimiz Bayek’in sevdiceği Aya’yla tanışıp en nihayetinde de şaşırtıcı bir şekilde Kleopatra’nın tarafında olduğumuzu öğrenmemizle birlikte ana görev sona erdi. Bu sırada kontrollerin de değiştiğini fark ettim tabii. Özellikle artık düşmanla aranızdaki mesafe ne olursa olsun saldırı tuşuna bastığınızda ona bir şekilde ulaşıp saldırıyı yapma olayı çok fena yalan olmuş durumda. Artık silahınızın menzilini de düşünmeniz gerekecek dövüşürken zira uzaktan boşa silah sallamanız çoğu zaman sizi açıkta bırakıyor. Dövüşler de biraz daha Dark Souls vari bir havaya bürünmüş; Burcu alışık olmadığından biraz zorlandı ama milyonlarca ruh kaybederken ter ve gözyaşı dökerek pratik yapmış olan ben kolay alıştım mesela. Neyse, kalan sürede ya şu haydut kampını basabilirsin ya da piramidi gezebilirsin dedi başımızdaki görevli. Hiç düşünmeden piramidi seçtim, zira mezar bulmacalarının nasıl olduğunu merak ediyordum. Oldukça başarılı buldum; Assassin’s Creed 2’de katedralleri falan keşfederken aldığımız o hissiyatı tutturmuşlar yine. Burada birkaç bulmaca çözdükten sonra hazineyi sırtlandım ve hâlâ vaktim olduğunu görünce bir de haydut kampını basayım dedim. Gece olduğu için etrafta sadece iki nöbetçi vardı; birini okla vurdum, diğerine koşup suikast yaptım. Kalan haydutlar gece olduğu için uyuyorlardı, hâliyle onların da icabından gelmek kolay oldu. Derken bu noktada gerçekten de vaktimiz bitti ve “Aa, oyunun Genel Direktörü Ashraf Ismail değil mi şuradaki?” derken odadan dışarı çıkmak zorunda kaldım. Eğer yalnız yakalayabilseydim Ashraf Ismail’e birkaç soru da soracaktım ama başı gerçekten de çok kalabalıktı. Bu noktada aynı bölümleri farklı şekilde oynadığımız Burcu’ya bırakıyorum ben de sözü. Bir de onun tecrübesini okuyalım.

Burcu
Yeni dövüş mekaniklerine alışmakta biraz zorlanmış olsam da Assassin’s Creed’i biraz daha RPG tarzında görmek beni de memnun etti doğrusu. Mısır ise zaten AC için uzun zamandır beklediğimiz harika bir mekan. Bir saatlik demoda görebildiğim kadarıyla da atmosferi gayet güzel yansıttıklarını söyleyebilirim. Yetenek ağaçlarını uzun uzun inceleme fırsatım olmadıysa da şimdiden Seer ağacını seçip Nil nehrindeki bütün timsahları eğittikten sonra düşmanlarımın üzerine salmaya karar verdim gibi. Bir de piramitlerdeki bulmacalara gereken özeni gösterirlerse beni Assassin’s Creed serisine geri döndürecek oyun bu olabilir.

Ezgi
Böylece ilk günü arkamızda bırakarak dinlenmek için kaldığımız eve doğru yol aldık. Yolda basın gününün ne kadar kalabalık olduğunu dile getirdiğimde ise Can ve Burcu’nun acımasız gülüşler eşliğinde “Sen asıl yarını gör” demelerinden nasıl bir kaosla karşılaşacağımı anlamalıydım.

Ezgi
Gamescom’un 23 Ağustos’taki resmi ilk günü için alana gittiğimizde bir önceki günkü kalabalığın aslında hiçbir şey olmadığını anlamam uzun sürmedi. Korkunç bir izdiham vardı! Bu kadar çok insanı bir arada görmek inanılmazdı; basın olarak yanlarından geçip sıra beklemeden içeri girmenin hissi ise bambaşkaydı. 😀

Yine bolca Destiny 2 ve Heroes of the Storm oynadığımız bu günde bitmek bilmeyen ısrarlarımla küçük bir stant açmış olan Crowfall’u görmeye gittik. Bilmeyenler için ArtCraft Entertainment tarafından hazırlanan Crowfall’un Kickstarter üzerinden destek alarak hayata geçirilen yeni bir MMO olduğunu da ayrıca belirteyim. Oyun nispeten karmaşık ve yapım aşamasının henüz çok çok erken bir safhasında olduğundan kimsenin oynamasına izin verilmiyordu; ancak dört farklı bölümde oyunun mekanikleri üzerine detaylar anlatılıyordu. Oyun hakkında biraz bilgim vardı ancak detaylı anlatımlarıyla daha fazla şey öğrenme şansım oldu. Ekip de oldukça cana yakın ve keyifli insanlardan oluşuyordu; öyle ki korkunç derecede kalabalık ve uğultulu bir yerde bulunmalarına rağmen ellerinden geldiğince detaylı bilgiler vermeye özen gösterdiler. Karakterlerin ne olduğundan, kendi üssünüzü nasıl yaratabileceğinizden, PvP mekaniklerinden ve kuşatmaların nasıl yapıldığından bahsettiler. (Sunumun yarısında sunucular çöktüğü için son iki bölümü başka bir günde dinlemek zorunda kaldık ama değdi.) Oyunu oldukça beğendik, çıktığı zaman denemeyi de düşünüyoruz açıkçası.

Crowfall’dan çıktıktan sonra Burcu ile Total War: Warhammer 2’yi denemek üzere bulunduğu alana doğru ilerledik. Standın girişine koymuş oldukları Doomwheel’ı gördüğümde aklımın çıktığını söyleyebilirim zira oldukça detaylı ve muhteşem gözüküyordu! Oyunu oynamak için hemen yerlerimizi aldık; ancak şahsen küçük bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmem gerek. Önceden hazırlanmış bir savaşta yer alabildiğimiz denemede yalnızca iki ordu arasında seçim yapabiliyorduk. Burcu Dark Elf seçerek High Elf ordusuna karşı savaşırken ben de Skaven seçtim ve Lizardmen’e karşı hayatta kalmaya çalıştım. Ancak tabii ki ikimizi de dümdüz ettiler! Benim için hoş bir nostalji oldu zira bir zamanlar Skaven ordusu yapmak gibi bir planım vardı ve ciddi sayıda model almıştım; o zamanki ev arkadaşımın ise Lizardmen ordusu vardı. Fakat oyundaki başka hiçbir şeyi oynayamamız bir yana ikinci bir savaş yapacak kadar bile vaktimiz olmadı; bu yüzden de üniteleri ve özelliklerini çok fazla irdeleyemedik. (Leadership zarını tutturamayıp kaçmaya başlayan farecikleri görmek eğlenceliydi ama.)

Age of Empires standını da ziyaret ettik ancak henüz yeni duyurulmuş olan dördüncü oyun maalesef bulunmuyordu. Yalnızca eski oyunun grafiklerini yeniledikleri Definitive Edition denenebiliyordu ve basın kartı için özel bir giriş yoktu; biz de saatlerce sırada beklemek istemedik hâliyle. Onun yerine Hearthstone standına gidip ekip olarak Lich King’e karşı savaştık.

Günün benim için en eğlenceli kısmı ise akşam saatlerinde başlayan Blizzard Reveal Ceremony oldu. Öncesinde sadece Almanca konuşarak sorulan sorularla Overwatch Collector’s Edition vb koca koca ödülleri dağıtmış olmaları biraz içime oturdu ancak yine de asıl seremoniyi üçüncü sıradan izleyebilme şansına eriştim. (Alana bir saat öncesinden gidip kalabalığı çaktırmadan yardığım doğrudur.) Önümde bulunan bir arkadaş grubu da oldukça anlayışlı çıktı zira kısa boylu biri olduğum için sahneyi rahatça görebilmem adına hafifçe açılıp yer verdiler.

Seremoni Hearthstone ile başladı ve yeni hazırladıkları muhteşem animasyon “Hearth and Home” gösterildi. Jason Chayes, gün içerisinde karşısında durduğumuz Lich King’in de seremoniden bir saat kadar önce alt edildiğini duyurdu. (Beat that, Arthas!) Ancak en güzel haberlerden biri, Hearth and Home animasyonunda yer alan karakterlerin bulunduğu başka animasyonlar ve çizgi romanlar yayınlayacakları oldu.

Hearthstone’un arkasından Heroes of the Storm sahnedeki yerini aldı. Nexus’un yeni ziyaretçisi Kel’Thuzad’ın oynanış videosunu sunan Alan Dabiri, birtakım kahramanlara gelecek yeni görünümlerden de bahsetti (bkz. Dreadlord Jaina, Death Knight Sonya, Crypt Queen Zagara). Bunun dışında Kel’Thuzad’ın yaratım sürecinde hazırladıkları çeşitli videolar olduğunu ve bunları da yayınlayacaklarını duyurdu.

Sunum sırası World of Warcraft’a geldiğinde ise sahnede Ion Hazzikostas vardı. (Kendisini çok sevdiğimden anlamsızca çığlık atmış olabilirim, ne var?) Legion ek paketinin yeni yaması 7.3 – Shadows of Argus’un tanıtımıyla başlayan sunumda Argus’a giderken karşılaşacağımız ilk oyun içi sinematik de gösterildi. Çıkış tarihinin Avrupa için 30 Ağustos olduğu da duyuruldu -ki şu anda Argus’un altını üstüne getiriyoruz zaten. 🙂

Seremoninin son sunumu ise Overwatch ekibine aitti. Chacko Sonny’nin sahne aldığı sunumda Overwatch kısa animasyon serilerinin ikinci ayağını başlatacak olan ilk bölüm “Rise and Shine!” gösterildi. Mei’nin dondurularak uykuya yatırılışını ve uyandıktan sonra yaşadıklarını anlatan bölüm gerçekten hüzünlü ancak bir o kadar da güzeldi.

Etkinlik bittiğinde Starcraft ve Diablo için üzülmeden edemedim.

Böylece bir günü daha geride bırakmış olarak Koelnmesse’den ayrıldık ve asıl en yoğun olacağımız perşembe gününe hazırlanmak için dinlenmeye gittik.

Ezgi
24 Ağustos günü diğer günlerden çok daha kalabalıktı. “Alana daha kaç kişi gelebilir ki?” şeklindeki düşüncemi yutmama sebep olacak büyüklükte bir insan selinin ortasında kalmak açıkçası deliceydi. Ancak durmaya da niyetimiz yoktu. Biz Burcu ile stanttan standa koşarken Can da Namco’nun sunumuna katıldı.

Can
Namco’daki sunum çok parlak değildi doğrusu. “Yeni oyun” diye toplantısına gittiğim oyun Sword Art: Online – Fatal Bullet çıktı. Sorun değildi; zira anime seven ve hatta Sword Art: Online’ın iki sezonunu da izlemiş bir bireyim ne de olsa. Ancak başta yapılan sunum fena olmasa da iş oyunu oynamaya gelince gördüklerim çok da memnun etmedi. Önceki SAO oyunlarını oynadıysanız bu onlardan farklı çünkü ikinci sezondaki Gun Grave Online’ı temel alıyor ve RPG elementleri yerini büyük ölçüde shooter mekaniklerine bırakmış. Bizim oynadığımız demoda Kirito ve Sinon seçilebilir karakterlerdi. Görevlinin özellikle Sinon’u denememizi tavsiye etmemizi rağmen benimle birlikte içeri giren basın üyelerinin neredeyse tamamının Kirito’yu seçtiği de gözümden kaçmadı. Özetle ikinci sezonu konu alan ve shooter mekanikleri oldukça zayıf, kontrol açısından zor bir oyun gözüküyor şu an için Fatal Bullet. Güzelce bir cilalar, kontrolleri düzeltirlerse belki bir ihtimal oynanır. Aksi takdirde beni hiç cezbetmedi maalesef.

İkinci sunum yeni Naruto oyunu Naruto to Boruto: Shinobi Striker üzerineydi. Bu, Fatal Bullet’ın bıraktığı kötü tadı bir nebze aldı doğrusu. Bu aralar multiplayer çekişmeli oyunlar pek moda biliyorsunuz ki, Naruto da bu trendi yakalamak adına 4’e 4 arenaya taşımaya karar vermiş işi. Animeden bildiğiniz karakterleri alıp çeşitli arenalarda belli görevleri yerine getirmeye çalışmanın yanında kendi ninjanızı yaratmak gibi çok tatlı bir özellik de eklemişler. Ben animeden favorim olan Kakashi’yi seçtim tabii hemen ama kendi karakterimi yaratma seçeneğini kurcalamayı da merakla bekliyorum bir yandan. Özetle Naruto seviyorsanız oynanır gibi duruyor bu. En azından Fatal Bullet’a kıyasla daha fazla umut vadediyor.

Ezgi
Can sunumda yer alırken Burcu ile Monster Hunter’ı denemeye gittik. Şahsen izleyici olarak yer almış olmama rağmen kontrollerinin ne kadar zorlayıcı olduğu gözümden kaçmadı. Aynı zamanda oyun tamamen Almanca olduğundan ne yapmamız gerektiği konusunda da pek fikrimiz yoktu açıkçası.

Burcu
Almanlık Gamescom’un her yanı gibi Monster Hunter’ı da sarmıştı. Gerçi okunması gereken çok fazla şey ya da yapılacak zorlu seçimler yoktu Detroit: Become Human gibi (ona da birazdan değineceğiz zaten). Fakat oyunun neden İngilizce seçeneği de olmadığını sorduğumuzda aldığımız “Çünkü burası Almanya” cevabı bu konudaki memnuniyetsizliğimize tuz biber oldu. Neyse ki CD Project Red de böyle tuhaf fikirlere sahip değil de Lehçe oyun oynamak zorunda bırakmıyorlar bizi.

Dil problemini bir kenara bırakırsak Monster Hunter için beklentilerim yüksekti doğrusu. Kendinden on kat büyük bir yaratığı gerek üstüne tırmanarak gerek kanatlarını oklayarak avlama mekaniklerini oldukça severim, Dragon’s Dogma’yı her ortamda överim. Ancak Monster Hunter bu konudaki beklentilerimi karşılayamadı. Silahlar ağır, kontroller tuhaf ve dövüş mekanikleri beklentilerime göre oldukça kısıtlıydı. Hafif vuruş, ağır vuruş ve takla atarak kaçınma mekanikleri zaten her oyunda bulabileceğimiz basit şeyler. Oyunun grafikleri ve manzaraları gerçekten hoş olsa da en azından Gamescom’da bize gösterilen kadarıyla ilgimi çekmeyi başaramadı. Son on dakikayı “Ne zaman bitecek?” diye beklemekle geçirdim.

Ezgi
Ekip olarak tekrar bir araya geldiğimizde ise önceden ayarlamış olduğumuz röportajlara katılabilmek adına Blizzard’ın özel alanına gittik. İlk olarak World of Warcraft röportajında yer aldık ve sorularımızı yanıtlayan Ion Hazzikostas ile bir araya geldik. Daha sonrasında ise Burcu Gwent sunumuna giderken Can ile Heroes of the Storm röportajında Alan Dabiri’yi soru yağmuruna tuttuk.

Bu sırada Gwent için Burcu’ya dönebiliriz!

Burcu
Gwent benim için bu Gamescom’un sürpriz oyunu oldu diyebilirim! Köy köy gezip yaratık keserken arada hanlara uğrayıp birer kart atıp kafa dağıtmak için harika bir oyun olsa da kendi başına ayrı bir oyun olarak Gwent çok ilgimi çekmemişti doğrusu. Zira kart biriktirmek, değişen dengelere göre yeni desteler yapmak hiç bana göre bir şey değil. O yüzden Gwent sunumuna sıfır beklentiyle girdim. Ve… beklentilerimin aksine büyük bir heyecanla çıktım. Henüz haberdar olmayanlar için söyleyeyim: Gwent’e tek kişilik senaryo modu geliyor.

Bu senaryoda Rivia ve Lyria kraliçesi Meve olarak dağ tepe geziyor ve ülkemizi adam ediyoruz. Bize gösterilen başlangıç senaryosuna göre Kuzey Krallıkları liderleriyle olan bir görüşmeden dönerken topladığımız vergilerin haydutlar tarafından çalındığını öğreniyoruz ve bu işe bizzat el atmaya karar veriyoruz. Haydutlara yardım ve yataklık ettiği söylenen köylüleri getiriyorlar karşımıza ve… çıkarıyoruz kartları, başlıyoruz bi el Gwent-…

Hayır tabii ki. Koskoca kraliçe olarak tavernalarda kart atmıyoruz. Kartlar bizim askerlerimiz, belli karakterleri temsil eden özel kartlar da yandaşlarımız. Oyundaki kontrol merkezimiz olan kamp alanına gittiğimizde kendilerini orada takılırken görebiliyoruz. Bu arada karakterlerine çok aykırı olacak seçimler yaptığımızda da kalkıp gidebiliyorlarmış. Tabii onlar gidince Gwent savaşlarımızda kullanabileceğimiz bir kartımızı da kaybetmiş oluyoruz. Kart oyununda ne seçimi diye soracak olursanız… oynanışın epey RPG stili olduğunu söyleyebilirim. O sorgulamak için getirdikleri köylüleri ne şekilde sorgulayacağımızdan tutun da ne ceza vereceğimize kadar pek çok seçim yapıyoruz. Bu seçimlerin hem hikâyeye hem de Gwent oyunumuza etki edeceğini de öğrendik. Örneğin ceza olarak köylüleri askere alırsanız, onları kampınızda eğitebiliyorsunuz. Bu sayede yeni asker kartlarınız olmuş oluyor. Eğitmezseniz de muhtemelen PFI.

Kısacası en az beklentiyle gittiğim Gwent en çok beklentiyle çıktığım oyun oldu, tek kişilik senaryo modu gümbür gümbür geliyor. Witcher serisinin biraz geçmişinde geçtiğini de hesaba katarsak hikâyesiyle de merak ettiren bir oyun olacak. Bir noktada Geralt of Rivia bağlantısına da değineceklerinden de hiç şüphem yok doğrusu.

Ezgi
Röportajlardan çıktıktan sonra alandan ayrılmadan önce bir Heroes of the Storm maçı daha atmaya karar vererek Blizzard standında gittik. Kaçıracağım için çok üzüldüğüm Video Games Live konserinin başladığını gördüğümden sevincimi saklayamadım. Gamescom’un en güzel anlarından biri olarak tabir edebileceğim bu yarım saatlik sürede bir yandan oyun oynarken bir yandan da oldukça yakınımızda yer alan sahnede canlı olarak çalınan Canticle of Sacrifice’a eşlik etmenin mutluluğunu yaşadım.

Perşembe gününün yorgunluğunu atmak için ise Blizzard’ın bizleri özel olarak davet ettiği ve sınırlı sayıda katılımcının yer aldığı partinin yapıldığı mekana adım attık. Blizzard partisinin detaylarına bu yazının sonunda yer alan “Bonus” kısmında yer verdim ancak şu kadarını söyleyebilirim ki şahsen hayatımın en güzel gecelerinden biriydi.

Ezgi
Bizim için Gamescom’un son günü olan 25 Ağustos’ta ise yapmak isteğimiz çoğu şeyi gerçekleştirmiş olmanın rahatlığıyla alanda dolaştık. Denemek istediğimiz daha birçok oyun vardı ancak birkaç gündür koşuşturduğumuzdan enerjimiz de tükenme noktasındaydı. Ayrıca bazı oyunların önündeki sıralar (ve basın girişine ayrıca yer vermemeleri) bizi biraz caydırdı. (Battlefront 2’yi deneyemedik mesela.)

Bir önceki gün Playstation standında uğrayıp ziyaret edeceğimizin bilgisini verdiğimizden ötürü sabah ilk iş Detroit: Become Human’ı denemeye gittik. Bir araştırma görevini tamamladığımız bölüm bile oyunu beğenmemize yetti de arttı bile. Gerçekten çok hoşumuza gittiğini belirtmem gerek. Özellikle de araştırmayı gerçekleştirirken kontrol ettiğimiz android karakterin gözünden olayların nasıl gerçekleştiğini görmek, bulduğumuz ipuçları sayesinde yaşananları tekrar canlandırmak ve araştırmayı sonuçlandırmak oldukça keyifliydi. Son bölümdeki konuşma ekranında yazılar İngilizce olsaydı daha iyi olabilirdi tabii fakat ne dediğimizden tam emin olmadan rastgele tuşlara basan Burcu gayet başarılı bir şekilde bölümü tamamladı. 😀 (Almanya’da olmanın eksileri…)

Burcu
Detroit: Become Human, Beyond: Two Souls ve Heavy Rain’den alışık olduğumuz karanlık atmosferi, kontrolleri ve dialog seçim mekanikleri ile tam bir Quantic Dreams oyunu. Bunlara bir de Android Sherlock Holmes ekleyin, olsun size Become Human. İpuçlarını toplayarak olayları kafada birleştirme, üç boyutlu analizini yapıp başka ipuçlarını yakalama gibi bir dedektiflik mekaniği eklemişler ki bence harika olmuş. İnsanın olay yeri inceleyesi geliyor. Gamescom’da bize oynatılan kısım fragmanda gösterilen rehine kurtarma göreviydi ve fragmandan aldığım tadı oyundan da aynen aldım açıkçası. Hatta seçimleri kendim yaptığım için daha bile eğlenceliydi. Almanca olmasa daha iyi seçimler yapabilirdim aslında ama en azından seslendirme İngilizce olduğu için neler olup bittiğini anlayabildim. O güzel oldu. Sonuç olarak görevi başarıyla tamamlayarak öldü sevgili androidimiz. Bence hasarlı parçaları değiştirseler bir şeyciği kalmaz, umarım harddiski zarar görmemiştir.

Ezgi
Ben biraz dinlenmek ve sosyal medyayı takip etmek adına basın odasına giderken Burcu ve Can da Sea of Thieves’i denemek için bulunduğu alana yöneldiler.

Burcu
Aslında Sea of Thieves’e girmeyi planlamıyorduk ancak basın olduğumuzu görünce denemek ister misiniz dediler; biz de kıramadık ve bu sene ne yenilikler getirmişler bir göz atalım dedik. İyi ki de demişiz çünkü oyunu geçen sene yine Gamescom’da gördüğümüz hâline göre çok değiştirmişler. Grafikler harika görünüyor, kontroller çok daha rahat ve doğal, bir de hazine avı eklemişler ki evlere şenlik. Tamam, açık denizlerde başka korsanların gemilerini batırmak da eğlenceliydi ama bir süre sonra herkes aynı şeyi yapmaya çalıştığı için tekrara girebiliyordu. Hazine avı zamane oyunlarına göre oldukça zor, zira haritada geminize yol gösterecek küçük sarı noktalar yok ve hazine de kocaman bir X ile işaretlenmemiş. Önce elinizdeki hazine haritasını alt güvertedeki dünya haritasıyla karşılaştırıp nereye gideceğinizi bulmanız, daha sonra harita ve pusula yardımıyla oraya gitmeniz gerekiyor. Bu işin kolay kısmı. Zor olan kısmı ise koskoca haritada hazinenin tam yerini bulmak ve elbette birileri gelip sizi öldürüp hazinenizi ve geminizi çalmadan geri dönebilmek. Tabii oralarda sizi yalnızca rakip korsanlar değil köpekbalıkları ve türlü yaratıklar da bekliyor…

Ezgi
Tüm bunlardan sonra artık günü yavaştan tamamlayabilmek için World of Warcraft: Legion – 7.3 yamasının yeni zindanı olan Seat of Triumvirate’ı denemeye karar verdik. Hemen en yakındaki Summoning Stone’a giderek LFG üzerinden 2 DPS arayışımıza başladık. Grupta tank ile healer hâlihazırda var olduğu için aradığımızı bulmak saniyeler sürdü ve kısa bir bekleyişten sonra zindana adımımızı attık. Son odada bir kerelik ölsek de (zira nerede duracağımızı bilemedik bir an) görevimizi başarıyla tamamladık ve şirin mi şirin Illidan anahtarlıklarımızı alıp oradan ayrıldık.

Her şey güzel ilerlerken küçük birkaç talihsizlikle karşılaştığımız da oldu. Özellikle Shadow of War’u denemek isteyen Can’ın başına geleni kendi kaleminden okuyalım derim.

Can
Shadow of War’a karşı bu fuardan çok öncesine dayanan bir sevgi-nefret ikilemi içerisindeydim zaten. Gamescom’da yaşadıklarımla birlikte ibre biraz daha nefret kısmına doğru kaydı ne yazık ki. Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben Yüzüklerin Efendisi ve Orta Dünya’nın gerçekten büyük bir hayranıyım. Christopher Tolkien’ın babasının notları üzerinde yaptığı değişikliklere bile zaman zaman kaşlarını çatan bir insan olarak Shadow of War’un hikâyesinde yapılan “değişiklikleri” düpedüz kâfirlik olarak görüyorum. Ancak öte yandan bu kâfirliğin daha az dozda olduğu Shadow of Mordor’u çok beğenmiş (SONU HARİÇ!) ve oynanış kısımlarına bayılmış bir insan olarak Shadow of War’un oynanış olarak muhteşem olacağına dair de şüphe duymuyorum. Hâliyle muhtemelen dayanamayıp oynayacağım elbette ancak bu bir yandan söylenmeyeceğim anlamına gelmiyor. İşte bu şüphelerimi doğrulamak ve belki bir umut içime biraz su serpmek amaçlı Shadow of War standına gittiğimde basın gününün artık geçmiş olduğunu, o yüzden yardım edemeyeceklerini söylediler. Biraz üsteleyince ise orada bulunan görevliden “Şu an bir şey yapamayız ama bir 40 dakika sonra falan gelirsen, o ara boşalacak bilgisayarlardan birini ayarlayabiliriz” şeklinde bir söz aldım. O arada beklerken bari bir de yakında bulunan Kingdom Come: Deliverance’ı deneyeyim dedim.

Ufak çaplı bir stüdyo olan Warhorse Studios bizi hemen içeri buyur etti. Hatta bilgisayarın başına otururken görevlilerden biri üzerimdeki Destiny 2 tişörtünü görüp “Ooo, Bungie’den misiniz?” diye sordu. “Yok, Destiny 2 oynayanlara dağıtıyorlar bu tişörtlerden” diye cevaplayıp (istemeden de olsa) hevesini söndürmüş oldum. Her neyse… Kingdom Come çok uzun süredir radarımda olan bir oyundu zaten. Orta Çağ dönemini içine hiçbir fantezi katmadan olduğu gibi yansıtan bir RPG kendisi. Oynadığım kısa seansta bile o dönemi ve Doğu Avrupa havasını çok güzel yansıtmayı başardıklarını söyleyebilirim. Oynanışta ufak tefek pürüzler var ama oyunun çıkışına daha aylar olduğu için onları da törpülerler diye umuyorum. Kısa bir-iki görev hallettikten sonra savaş sistemine dair ufak bir hazırlık oynadıktan sonra (ki silahın savuruş açısını falan ayarladığınız ilginç bir sistemi var) bize ayrılmış sürenin sonuna geldik ve tekrar Shadow of War standına yürüdük.

Shadow of War standında artık gerçekten de iletişimsizlikten mi yoksa önceki görevlinin cinliğinden mi bilemiyorum ama bir vardiya değişimi olmuştu. Yeni görevli bize yardım etmeyi katiyetle reddettiği gibi lafımıza da inanmadı bir türlü. Bir üst yetkiliyi ya da 40 dakika önce burada olan arkadaşı çağırın dedim ancak gelen eleman da “Yok, oynatamayız. Biz size 40 dakika sonra gelin falan demedik” diye diretince dediğim gibi Shadow of War’a beslediğim hisler bir parça daha nefret kısmına kaydı.

Ezgi
Gamescom hafta sonunda da devam ediyordu ancak hem daha da kalabalık olacağından hem de yapmak istediklerimizin çoğunu aradan çıkarttığımızdan dolayı Cuma akşamı Almanya’dan ayrıldık. Benim için inanılmaz keyifli bir deneyim oldu; bir terslik çıkmadığı sürece seneye tekrar katılmak için şimdiden can atıyorum!

 

BONUS: BLIZZARD PARTİSİ

Ezgi
Gelelim Gamescom’un benim için unutulmaz anlarından birine: Blizzard Partisi!

Partinin gerçekleştiği bara ilk gittiğimizde gerçekten nerede olduğumuzu sorguladık, yalanımız yok; zira içeride Wowhead’den ve kendi kanalı olan TradeChat’ten tanıyor olabileceğiniz Panser ve Method loncasının lideri Sco dışında Swifty, Trump, Lowko gibi isimler vardı.

Biz öyle kendi hâlimizde oturup ne yapsak diye düşünürken göz ucuyla Oyun İçi Sinematik Proje Direktörü Terran Justice Gregory’yi gördüm. Twitter paylaşımlarından ne kadar cana yakın biri olduğu aşağı yukarı belliydi ancak fazlasıyla çekingen olduğumuzdan yanına gitmemiz yarım saatlik bir bekleyişten sonra (tam da yalnız yakaladığımızda) gerçekleşti. İyi ki yapmışız! Öylesine sıcakkanlı ve konuşkan biriydi ki sonrasındaki 1,5 saati kendisiyle (ve bir ara yanımıza gelen Ion Hazzikostas ile) sohbet ederek geçirdik. (Ion’un beni o günkü söyleşiden hatırlayıp “Aaa tekrar merhaba!” demesine içten küçük bir fangirl çığlığı atmış olabilirim.)

Terran ile sohbetimizde öncelikle sinematikleri ne kadar sevdiğimizden bahsettik, özellikle Legion ile çıkardıkları işin ne kadar muhteşem olduğunu övüp durduk. Varian’ı neden patlatarak öldürmeyi tercih ettiklerini sorduğumuzda konuyu “Warcraft’ta biliyorsunuz ki ölen biri gerçekten ölü kalmayabiliyor. Bir şekilde geri gelme olasılığı çok yüksek ve bunu daha önce de gördük. Özellikle iyi bir karakterin diriltilip kötü karakter olarak gelmesi durumunun önüne geçmek ve Varian’ın bir daha dönmeyecek şekilde aramızdan ayrıldığını net olarak ortaya koymak için böyle bir yol izledik” şeklinde açıkladı. Ayrıca eşinin Val’sharah görevlerini bitirdiğinde gözleri yaşlı bir şekilde yanına koştuğundan, başını omzuna koyarak “Ysera!” diye ağlamaya başladığından ve bunun kendisini ne kadar kötü hissettirdiğinden bahsetti. “Bunu ona ben yaptım. Korkunç bir eşim!”

Dayanamayıp “Siz neden animasyon olarak Warcraft dizisi/filmi yapmıyorsunuz?” diye de sorduk ancak işlerin öyle düşünüldüğü kadar kolay olmadığını öğrendik. Junkertown animasyonu yetişsin diye oyun motoruyla hızlıca iş çıkarttıklarından ancak Rise and Shine üzerine bir sene çalışıldığından bahseden Terran, “Sinematiklerinden sorumlu olduğum altı oyun var, bunların hepsiyle ilgili birçok çalışma yapılıyor. Tüm bunların üstüne bir de animasyon serisi çıkarmaya çalışmak ekibimiz için ölümcül olur zira bunun için yatırım, zaman ve daha fazla kişiye ihtiyaç var. Blizzard’a Pixar kalitesinde sinematik çıkartabilecek fazladan 100 kişi daha bulursanız beeeelki düşünebiliriz,” dedi. Son kısımdan emin değiliz, söylerken hiç ciddi değildi zira. 😀

Legion ek paketinin başından beri oldukça hüzünlü bazı sinematiklerle karşılaştığımızı ve Argus’ta da durumun böyle olup olmayacağını sorduğumuz Terran, “Ek paketin başlarında başımıza hep kötü şeyler geldi, birçok kayıp verdik. Ancak artık Argus’tayız, savaşı onlara taşıdık. Bundan sonra saldıran taraf olarak artık uğraşlarımızın meyvesini alma vaktimiz geldi; sinematikler de bu yüzden daha zafer ağırlıklı olacak” diyerek içimize biraz su serpti.

World of Warcraft’ın lokalizasyonu üzerine de konuşmaktan geri kalmadık ve oyunun Türkçe olarak sunulmasının önündeki zorluklardan bahsettik. Lokalizasyon ile çevirinin ne kadar benzer ancak farklı konular olduğunu konuşurken bir yandan da bunun büyük bir departman işi olduğundan, pazar araştırması yapılıp bütçelenmesi ve onaylanması gerektiğinden, uzun bir süre aldığından söz eden ve bunu yaparlarsa kaç Türk oyuncuyu WoW’a bağlayıp kâr elde edilebileceğini sorgulayan Terran, “Blizzard bir şirket ve sonuçta o kadar uğraştan sonra kendisine planladığı şekilde kâr getirmeyecek bir işe girmesi zor” sözleriyle de konuya açıklık getirdi. (İşte bu yüzden, arkadaşlar, oyunu Türkçe görmek istiyorsanız forumlarda veya topluluk sayfalarında konuyu açıklamalı ve uygun bir dille detaylandırarak talep etmelisiniz.)

Hazır Ion’u da yakalamışken ona da sorular yönelttik. Kendisine kaç tane Chronicle kitabı çıkacağını sorduğumda “Açıkçası bilmiyorum” demesi biraz üzücü olsa da üçüncü kitabın konusu göz ününde bulundurulduğunda birkaç kitap daha çıkacağını teyit etti; ancak sayısını söylemedi. Ayrıca bu seneki Blizzcon’da çok bomba açıklamalar olacağını da söyledi; merakla bekliyoruz! (Biraz daha konuşkan olsaydı çok daha iyi olabilirdi; gerçi bu benim gerçekten heyecandan dilimin tutulmasıyla ilgili de olabilir, tam emin değilim.)

Can ve Burcu bu noktada partiden ayrılırlarken bir daha böylesine bir ortamı nereden bulacağım düşüncesiyle kalmaya karar verdim ve şansıma kahkahalarıyla barı inleten Hearthstone Oyun Direktörü Ben Brode ile bir araya gelme şansını yakaladım. O sırada yanımızda bulunan Terran’ın “Ezgi senin kahkahanı kaydedip sabah alarmı olarak kullanmak istiyormuş!” demesiyle birlikte kendimi bir anda telefondaki uygulamanın kayıt tuşuna basarken buldum; zira “Yapalım tabii, çıkart telefonu” diyen Ben bu konuda oldukça hevesliydi. Ardından bir arada bulunduğumuz grupla birlikte hoş bir Hearthstone sohbeti başladı. Öğrendim ki Arthas’ın aslında her bir Hearthstone kahramanı için özel diyalogları bulunuyormuş ancak yazıldıktan sonra bir sebepten ötürü onaydan geçmemiş; bu yüzden de hepsi oyuna eklenememiş. Ses kayıtlarını toplu hâlde yaptırdıklarından ve birkaç cümle için tekrar kayıt isteyemediklerinden ötürü şimdilik bunları ekleme planları yokmuş ancak kim bilir, belki bir gün yapabilirler!

Tam bu sohbetin ortasında Terran, yanımızdan geçmekte olan birini çevirip benimle tanıştırdı ve ona Lorekeeper’dan, hikâyeleri nasıl Türkçeleştirip sunduğumuzdan bahsetti. (Buna ben de şaşırdım, emin olun. Bu kadar şaşkınlıkla anlatmasını beklemiyordum açıkçası.) Tanıştığım kişi ise Blizzard Animasyon departmanının Proje Direktörü Benjamin Dai’nin ta kendisiydi. İkisine de şahsen oyunların sanatsal tarafıyla daha çok ilgilendiğimden ve sinematiklerin benim için ne kadar önemli olduğundan bahsettim. Bu sırada Benjamin, Terran’ın daha şanslı olduğunu, onlar oldukça eğlenceli Junkertown ile uğraşırlarken kendi ekibinin sıkıcı Mei ağlama animasyonları üzerinde çalıştığını anlattı. (Bu arada Terran’ın ekibinin Benjamin’inkine göre oldukça küçük olduğunu da öğrenmiş oldum.)

Parti gece yarısında son buluyordu, ben de yaklaşık 20 dakika öncesinde bardan ayrıldım. (Giderken Ion’a bir hoşça kal demeyi unutmadım tabii ki!) Şimdi bile keşke biraz daha dursaydım diyorum zira o anki yorgunluğumla gitmeyi tercih etmiş olsam da hep ekrandan izlediğim ve tanışmak için can attığım kişilerle sonunda bir araya gelmiştim ve acaba daha neler konuşabilirdik diye içim içimi yemeye devam ediyor. Belki bir gün, tüm gece boyunca bizi Blizzcon’a gitmeye ikna etmeye çalışan Terran’ın sözünü dinleyip tekrar bir araya gelme şansını yakalayabiliriz. Ya da önümüzdeki Gamescom sırasında düzenleyecekleri partide buluşuruz. Kim bilir…