Lorekeeper

WARCRAFT – KISA HİKÂYE: LANETLENMEYE GİDEN YOL

 

“Durmadan rahatsız edilmek artık can sıkıcı olmaya başladı. Haftalarca hazırlık ve ayin gerektiren hassas büyülerle dolu önemli çalışmaların ortasındaydım.” Kel’Thuzad kendisine yapılan hakaret yüzünden burnundan soluyordu; kendisini suçlayanlarla açıkça yüzleşmesine izin verme nezaketi gösterilene kadar saatlerce beklemeye zorlanmıştı. Grubun aşikâr sözcüleri Drenden ve Modera, uzun zamandır kendisini en çok eleştiren iki kişiydi. Yine de bu son sorgulamayı, henüz kendini göstermemiş olan Antonidas’ın desteği olmadan başlatmış olamazlardı. Yaşlı adam neyin peşindeydi?

Drenden homurdandı. “Böyle bir büyünün ‘hassas’ olarak anıldığını ilk defa duyuyorum.”

“Cahil bir adamdan cahilce bir görüş,” dedi Kel’Thuzad soğuk bir kesinlikle.

O zamanlar uzaktan gelen bir ses onunla konuşuyordu, bir dostun sesi. Şimdiye dek görüşleri o kadar tanıdık hâle gelmişti ki adeta kendi düşünceleriymiş gibi hissediyordu. Senden korkuyorlar ve seni kıskanıyorlar. Ne de olsa yeni eğitim sürecin sayesinde bilgelik ve güç kazanmaya devam ediyorsun.

Ani bir ışık parlaması oldu ve çatık kaşlı, gri saçlı başbüyücü salonda belirdi. Kolunun altına küçük bir tahta sandık sıkıştırılmıştı. “Kendim görmesem inanmazdım. Sabrımızı son kez suistimal ettin, Kel’Thuzad.”

“Saygıdeğer Antonidas sonunda bizi varlığıyla onurlandırdı. Hasta olduğunu düşünmeye başlamıştım.”

“Yaşlılık seni korkutuyor, öyle değil mi?” diye tersledi Antonidas. “Sadece bir alternatif olduğunun farkındasın.”

Eğer bu onu rahatlatacaksa bırak öyle düşünsün.

Bir nebze sakinleşen Antonidas devam etti. “Sağlığıma gelince, endişelenmene gerek yok. Sadece başka bir yerde meşguldüm.”

“Yasak büyü bulmak için odalarımı mı arıyordun? Daha iyisini yapabilirsin.”

“Doğru, odalarında herhangi bir kanıt bulunmadı. Diğer yanda, kuzey bölgelerinde sahip olduğun depolar…” Antonidas ona tiksinerek baktı.

Lanet olsun ki her işe burnunu sokan kendini beğenmiş adamın tekiydi. “Buna hakkın yokt…”

Antonidas asasını yere vurup onu susturdu ve diğer büyücülere döndü.

“Binaları bir dizi pis deney için laboratuvarlara çevirmiş. Kendiniz görün, meslektaşlarım. Emeklerinin meyvelerine bakın.” Sandığı açtı ve herkesin görmesi için eğdi.

Birkaç sıçanın çürüyen kalıntıları… İkisi hâlâ nafile bir kaçma çabası içinde beceriksizce sandığın kenarlarını tırmalıyordu. Birkaç büyücü ayağa fırladı ve dehşet dolu bir curcuna koptu. Odanın arkasında oturan altın saçlı asil elf bile korkmuş görünüyordu, oysa ki Prens Kael’thas yaşındaki bir adam için bu durum neredeyse imkânsızdı.

Kel’Thuzad tutsak sıçanlara baktı ve çökmüş olduklarını gördü, hareket etmeyi bırakmışlardı. Görünüşe göre bir başarısızlık silsilesi daha… Önemi yoktu. Bir gün dayanıklı bir diriölü numunesi yaratacaktı. Sıkı çalışmasının doğruluğu kanıtlanacaktı. Sadece zaman meselesiydi.

Seni susturan büyüde gevşek örgüler var. Nasıl çözeceğini göstereyim mi?

Zaman ve arada sırada esrarengiz sesiyle hedefine bir adım daha yaklaşmasına yardım eden bilinmeyen müttefiki… Göster, diye düşündü.

Bir başka ışık parlaması içinde genç bir kadın ortaya çıktı. Antonidas’ın yanına doğru giderken asil elfin bakışları onu tedirgin ve düşüncelere dalmış bir gerginlikle takip etti. Ancak tamamen görevlerine odaklanmış olan Jaina Proudmoore fark etmemişti bile. Yakışıklı prensin hiç şansı yoktu.

Canlı, mavi gözleri Kel’Thuzad’a meraklı bir bakış attı. “Çırağım sandığın ve içindekilerin yakıldığından emin olacak,” diye açıklayan Antonidas’ın elinden kutuyu aldı.

Kadın başını eğdi ve odadan ışınlandı. Asil elf, odanın öbür yanından kadının kaybolduğu yere doğru somurtarak baktı. Farklı koşullar altında Kel’Thuzad, bu sessiz dramayı eğlendirici bulabilirdi. Ancak karşı koyan olmayınca Antonidas nutuk çekmeye devam etti. Kel’Thuzad sessizce öfkelenerek kendini serbest bırakma çabalarına döndü.

“Bu hadiselerin gidişatına yeterince izin verdik. Daha sorgulanabilir uğraşları için ara sıra cezalandırdık. Rehberlik etmeye çalıştık. Şimdiyse şeytani büyüler üzerinde çalıştığını ortaya çıkartıyoruz. Kirin Tor ismi yerel köylülerin dudaklarında bir lanete dönüşüyor.”

“Yalan söylüyorsun!” diye haykırdı Kel’Thuzad ve büyücülerin birkaçının dikkatini çekmeyi başardı; bir açıklama yapmasını bekliyorlardı. “Köylüler İkinci Savaş’ı en az benim kadar hatırlıyorlar. Orklar hakkında istediğini söyle; fel büyücüleri büyük güçlere sahiplerdi. Karşısında az sayıda ve kıymetli savunmamız olan güçler… Bir yükümlülüğümüz var: Bu büyüleri kullanmayı ve onlara kendimiz karşılık vermeyi öğrenmeliyiz.”

“Doğal olmayan var oluşları saatlerle sınırlı bir sıçanlar ordusu yaratmak için mi?” diye sordu Antonidas kuru bir sesle. “Evet, çocuğum, günlüklerini de buldum. Bu tiksindirici teşebbüse dair oldukça detaylı kayıtlar tutmuşsun. Bu içler acısı yaratıkları orklara karşı kullanmayı amaçlıyor olamazsın. Orkların şu anki rehavetinden sıyrılıp toplama kamplarından kaçacaklarını ve bir şekilde yeniden tehdit olmayı başaracaklarını varsayarsak elbette.”

“Senden genç olmak beni biraz zor ‘çocuk’ yapar,” diye sertçe cevapladı Kel’Thuzad. “Sıçanlar içinse, onlar ilerlememi kıyasladığım ölçekler. Bu standart bir deneysel teknik.”

Derin bir nefes sesi geldi. “Bugünlerde zamanının çoğunu kuzeyde geçirdiğinin farkındayım. En başta dikkatimi çeken gittikçe artan sürelerde ortadan kayboluşlarındı. Ancak sen bile kralın yeni koyduğu verginin halkın huzursuzluğunu arttırdığını duymuş olmalısın. Bencil güç kovalamacan köylüleri başkaldırmak için kışkırtabilirdi. Lordaeron iç savaşa çekilirdi.”

Vergi konusunu bilmiyordu. Antonidas abartıyor olmalıydı. Ayrıca gerçek büyücüler daha büyük önemi olan konulara odaklanmalıydı. “Daha tedbirli olacağım,” diye önerdi dişlerini gıcırdatarak.

“Ne kadar tedbir alınırsa alınsın, bu büyüklükteki bir sırrın saklanabilmesi mümkün değil,” dedi Drenden.

“Kendimiz bir tehlike oluşturmadan insanlarımızı korumak için her zaman ince bir çizgide yürüdüğümüzü biliyorsun,” diye ekledi Modera. “İnsanlığımızı feda etmeye cüret edemeyiz; görünüşte olmaz, gerçekte hiç olmaz. En iyi ihtimalle yöntemlerin bizim kâfirler olarak kınanmamıza sebep olacaktır.”

Bu çok fazlaydı. “Yüzyıllarca kâfirler olarak anıldık. Kilise hiçbir zaman yöntemlerimizden hoşlanmadı. Bütün bu aşırı duyarlılığa karşın hâlâ buradayız.”

Modera başını salladı. “Çünkü yozlaşmaya ve faciaya götüren kara büyüden kaçınıyoruz.”

“Çünkü bize ihtiyaçları var!”

“Yeter.” Antonidas’ın sesi bitkindi. Modera ve Drenden’e dönüp ekledi. “Eğer kelimeler ona ulaşabilseydi, şimdiye kadar işe yarardı.”

“Söylediklerinizi dinleyip durdum,” dedi Kel’Thuzad çileden çıkmış bir şekilde. “Merhametli tanrılar adına, bıkana kadar hep dinledim! Beni dinlemeyen sizsiniz ve çağ dışı korkularınızı bir kenara bırakamıyors-…”

“Bugün buradaki amacımızı yanlış anladın,” diye sözünü kesti Antonidas. “Bu bir tartışma değil. Şu an itibarıyla mülklerin etraflıca aranıyor. Kara büyüyle lekelenmiş tüm eşyalara el konulacak ve bizi tatmin edecek şekilde tanımlandıktan sonra yok edilecek.”

İsimsiz müttefiki bunun olabileceğine dair onu uyarmıştı fakat Kel’Thuzad inanmamıştı. Tuhaf bir durumdu. Olayların bu noktaya gelmesine neredeyse rahatlamıştı. Gizlilik ihtiyacı çalışmasının kapsamını sınırlıyor, ilerlemesini engelliyordu.

“Kanıtların ışığında,” dedi Antonidas ağır bir şekilde, “Kral Terenas kararımızı kabul etti. Eğer bu çılgınlığı bırakmazsan, tüm rütbe ve mülklerin elinden alınacak ve Dalaran’dan -hatta doğrusunu söylemek gerekirse tüm Lordaeron’dan- sürüleceksin.”

Düşünceler zihninde yarışır hâldeyken Kel’Thuzad, başını eğip salondan ayrıldı. Kuşkusuz Kirin Tor, yaptıklarının halk tarafından öğrenilirse geniş yankı bulmasından korktukları için bu sözde rezaleti sessiz tutacaktı. Bir kereliğine de olsa korkaklıkları işine yarayacaktı. Sahip olduğu varlıkları asla kralın hazinesini süslemeyecekti.

Ardında bıraktığı bir kurt sürüsü, miller boyunca Kel’Thuzad’ı büyü mesafesinin az ötesinden takip etmişti. Omzunun üstünden geriye temkinli bir şekilde göz attı ve kurtların hızla uzaklaşmadan önce kulaklarını düzleştirip hırladıklarını gördü. Neyse ki kutup rüzgârları da dinmeye başlamıştı. Uzakta, manzarası ona bir zafer ve olacaklara dair önsezi hissi veren kasvetli dağ zirvesini görebiliyordu. Buztacı’nın doruğu… Az sayıda kâşif bu dağ buzuluna gelme riskini göze alabilmiş, çok daha azı yaşadıklarını anlatabilecek şekilde hayatta kalabilmişti. Ama o, Kel’Thuzad, tek başına doruğuna tırmanabilir ve dünyanın geri kalanına tepeden bakabilirdi.

Ne yazık ki Kuzeyyarı’nın buzdan kıtasının neredeyse hiç haritası yoktu ve var olanları da acınası derecede yetersiz bulmuştu; tıpkı bu yolculuk için gururla hazırladığı erzakları gibi. Önündeki yoldan ve nihai varış noktasından emin olmadığından ışınlanamıyordu. Temkinli davranmayı bir kenara bırakıp sendeleyerek ilerledi. Ne kadar süredir yürüdüğünü kestiremiyordu. İçi kürklü pelerinine karşın kontrolsüzce titriyordu. Bacaklarını taştan sütunlarmış gibi hissetmeye başlamıştı: Hantal ve uyuşuk. Bedeni işlevini durdurmaya başlamıştı. Yakında bir sığınak bulamazsa burada ölecekti.

Sonunda bir ışık parıltısı gözüne takıldı: Büyülü semboller oyulmuş taştan bir dikilitaş ile ardında uzanan bir hisar. Nihayet! Aceleyle dikilitaşı ve saf enerjiden oluşmuşa benzeyen bir köprüyü geçti. Hisarın kapıları gelişiyle açıldı ama Kel’Thuzad kısa bir anlığına duraksadı.

Giriş, belden aşağısı dev örümceklere benzeyen iki grotesk yaratık tarafından korunuyordu. Her bir yaratığın ağırlığı altı dar bacakla destekleniyordu; diğer iki uzuv, insanımsı gövdeye kollar gibi bağlanmıştı. Yaratıkların kendilerinden daha büyüleyici olan şey, mevcut durumlarıydı. Bedenleri bir sürü açık yara içindeydi ve aralarından en kötüsü kabaca bandajlanmıştı. Muhafızlardan birinin kolları mümkün olmayan açılarla bükülmüştü. Diğer muhafızın sivri dişli ağzından irin sızıyordu ama silmek için hiçbir çaba göstermiyordu.

Diriölülerin tanıdık kokusuna sahip olmalarına karşın bu muhafızlar, Kel’Thuzad’ın sıçanları gibi akıl sağlıklarında bir bozulma göstermiyorlardı. Bu örümceksi yaratıklar, orijinal güçlerinin ve düzenlerinin çoğunu koruyor olmalılardı. Aksi takdirde oldukça zayıf muhafızlar olurlardı. Anlaşılan yaratıcıları yetenekli bir nekromanstı.

Onu şaşırtarak kenara çekilip geçmesine izin verdiler. İyi şansını sorgulamak istemeden, memnuniyetle dışarıdan çok daha sıcak olan hisara girdi. İlerideki koridorda yarı-örümcek yaratıklardan birinin yıpranmış heykeli vardı. Binanın kendisi nispeten yeni yapılmıştı ama heykel oldukça eskiydi. Düşününce kuzeye gelirken geçtiği kadim harabelerde benzer heykeller görmüştü. Soğuk, ince zekâsını yavaşlatıyordu.

Tahminine göre nekromans, bu örümceksi varlıkların krallığını fethetmiş, onları başarıyla diriölüye dönüştürmüş ve hazinelerini savaş ganimetleri olarak almıştı. İçini sevinç kapladı. Burada kesinlikle harika şeyler öğrenecekti.

Salonun sonunda devasa bir yaratık ağır ağır yürüyerek görüş alanına girdi: Bir böcek ile örümceğin iç bulandırıcı karışımı. Kasıtlı bir yürüyüş hızıyla kendisine yaklaşıyordu ve Kel’Thuzad, yaratığın kule gibi bedeninin az önce gördüklerinden çok daha fazla yara ve bandaj barındırdığını gördü. Muhafızlar gibi o da diriölüydü ama dimdik cüssesi yüzünden etkilenmekten ziyade korktuğunu hissetti. Böyle bir canavarı, ölümden diriltmek şöyle dursun, yenebilmek için yeterli yeteneğe sahip olduğundan şüpheliydi.

Yaratık hantal bedeninden yankılanan derin, pesten bir sesle onu karşıladı. Mükemmel şekilde anlaşılabilir Ortak Dil konuşmasına rağmen, sesi ürpermesine sebep oldu. Kelimeleri, tuhaf cızırtı ve tıkırtılarla destekleniyordu. “Efendi seni bekliyordu, başbüyücü. Ben Anub’arak.”

Konuşmak için hem gerekli zekâya hem de algılama becerilerine sahip, inanılmaz! “Evet. Kendisinin çırağı olmak istiyorum.”

Koca yaratık basitçe ona doğru aşağı baktı. Muhtemelen lezzetli bir atıştırmalık olup olmayacağını düşünüyordu.

Kel’Thuzad gergin bir biçimde boğazını temizledi. “Onu görebilir miyim?”

“Zamanı geldiğinde,” diye gürledi Anub’arak. “Şimdiye kadar hayatını bilginin peşinde koşmaya adadın. Takdire değer bir hedef. Yine de bir büyücü olarak tecrübelerin, seni efendiye hizmet etmek için hazırlayabilmiş değil.”

Böyle bir konuşmaya yol açan ilham ne olabilirdi? Vekilharç, Kel’Thuzad’ı bir rakip olarak mı değerlendirmişti? Bu en yakın zamanda giderilmesi gereken bir yanlış anlaşılmaydı. “Kirin Tor’un eski bir üyesi olarak emrimde hayal edebileceğinden daha fazla büyü var. Efendi bana hangi görevi verirse versin, beklentilerin ötesinde hazır durumdayım.”

“Göreceğiz.”

Anub’arak yol göstererek onu toprağın çok altına götüren bir dizi tünele doğru götürdü. Sonunda Kel’Thuzad ile rehberi, Anub’arak’ın söylediğine göre adı Naxxramas olan muazzam bir zigurata çıktılar. Mimarisine bakılırsa yapı, yarı-örümcek yaratıkların başka bir ürünüydü. Gerçekten de Anub’arak’ın ona gösterdiği ilk dairelerde hızlıca ilginçliğini kaybeden diriölü varlıklar yaşıyordu. Aralarında gerçek örümcekler de geziniyor ve yoğun bir şekilde ağ örüp yumurtalar bırakıyorlardı.

Kel’Thuzad tiksinmesini sakladı. Devasa vekilharca bu tatmini vermeyecekti. Diriölü örümcek-varlıkları göstererek konuştu. “Biraz onlara benziyorsun. Hepiniz aynı ırktan mı geliyorsunuz?”

“Evet, nerubian ırkı. Sonra efendi geldi. Etkisi yayılırken ona savaş açtık, bir şansımız olduğuna aptalca inandık. Çoğumuz katledildi ve diriölü olarak kaldırıldı. Yaşarken ben bir kraldım. Bugün bir kabir lorduyum.”

“Ölümsüzlük karşılığında ona hizmet etmeyi kabul ettin,” diye sesli düşündü Kel’Thuzad. Fevkalade.

“’Kabul etmek’ seçim ima eder.”

Bu, nekromansın diriölüleri itaate zorlayabildiği anlamına geliyordu. Kel’Thuzad buraya kendi özgür iradesiyle gelen ilk yaşayan varlık olabilirdi. Hafifçe endişelenerek konuyu değiştirdi. “Bu yer senin halkınla dolu. Burayı senin yönettiğini tahmin ediyorum, doğru mu?

“Ölümümden sonra yeni efendimiz için bu ziguratı fethederken kardeşlerime liderlik ettim. Ayrıca onun dizaynına hizmet etmek üzere düzenlenmesi sürecini denetledim. Ancak Naxxramas benim otoritem altında değil. Benim halkım da tek sakinleri değil. Burası yapının var olan dört kanadından sadece bir tanesi.”

“Bu durumda, kabir lordu, önden buyur. Bana geri kalanını göster.”

İkinci kanat Kel’Thuzad’ın umut etmiş olduğu her şeydi. Büyülü artefaktlar, laboratuvar ekipmanları ve eski laboratuvarlarını utandıracak diğer tüm gereçler… Hakiki bir asistanlar ordusu tutabilecek devasa odalar… Hayvanların döküntülerinden ustalıkla birbirine dikilmiş ve diriltilmiş diriölü canavarlar… Hatta türlü insanların beden parçalarından oluşturulmuş birkaç diriölü… İnsan bedeni parçalarında yara bulunmadığını fark etti: Nerubianların aksine insanlar kaderleri için savaşmamışlardı. Nekromans bedenleri yerel bir mezarlıktan elde etmiş olmalıydı. Dikkat çekmekten kaçınmak için akıllıca bir yoldu. Yoksa Kirin Tor acil olarak harekete geçerdi.

Ne yazık ki üçüncü kanat en az ilginç olanıydı. Anub’arak ona bir cephanelik ve dövüş eğitimi için bir alan gösterdi. Ardından kabir lordu onu yüzlerce, hayır binlerce mühürlü varil ve nakliye kasasıyla dolu odalardan geçirdi. Naxxramas neden bu kadar erzak ihtiyacı içinde olabilirdi? En azından piramit, pek de mümkün olmayan bir kuşatma altına alınması ihtimaline karşı iyi stoklanmıştı.

En sonunda o ve Anub’arak son kanada ulaştılar. Bahçemsi bir alanda büyümüş olan dev mantarlar, Kel’Thuzad’ın kendini hasta hissetmesine sebep olan zehirli dumanlar çıkarıyordu. Mantarların altındaki toprak sağlıksız, muhtemelen hastalıklı görünüyordu. İncelemek için daha yakına gidince bir şeyin üstüne basıp ezdi: Yumruk büyüklüğünde kurtçuğa benzeyen bir yaratıktı.

Ürperdi ve hızlıca devam etti. Sıradaki odada köpüren yeşil sıvıyla dolu bir dizi küçük kazan vardı. Maddenin tiksindirici kokusuna karşın Kel’Thuzad, merakla ileri bir adım attı ama iri bir pençe birden yolunu kesti.

“Efendi yaşayanlar arasında kalmanı istiyor. Henüz zamanın gelmedi.”

Nefesi boğazında tıkandı. “Beni öldürebilir miydi?”

“Efendiye hayattayken hizmet etmeyecek birçok kişi var. Sıvı bu ‘zorluğun’ üstesinden geliyor.” Kel’Thuzad’ın boş bakışları üzerine kabir lordu, “Gel. Sana göstereceğim,” dedi.

Anub’arak onu iki tutsağın olduğu bir hücreye götürdü. Gösterişsiz kıyafetlerine bakılırsa köylülerdi. Adam, ölü gibi solgun ve terden sırılsıklam olan kadını kollarıyla kucaklamıştı. Kadın açıkça hasta olsa da ikisi de hayattaydı. Kel’Thuzad kabir lorduna sıkıntılı bir bakış attı.

Kadının çaresiz cam gibi gözleri Kel’Thuzad’ı buldu ve aydınlandı. “Merhamet, lordum! Bedenim tükeniyor. Bundan sonra neler olacağını gördüm. Bir alev oku için yalvarıyorum size. Bırakın huzur içinde yatayım.”

Kadın, nekromansın kölesi olmaktan korkuyordu. Anub’arak’a göre bir seçeneği olmayacaktı. Kel’Thuzad rahatsızca başını çevirdi. Ne de olsa hiçbir koşulda fazla yaşayamayacaktı.

Kadın adamın kollarından debelenerek kurtuldu ve hücre parmaklıklarına yapıştı. “Tanrı aşkına! Eğer bana yardım etmeyecekseniz, en azından kocamı güvenli bir yere götürün!” Ve umutsuzca ağladı.

“Sakin ol, bir tanem,” diye mırıldandı adam arkasından. “Seni bırakmayacağım.”

Kel’Thuzad şiddetle Anub’arak’a fısıldadı. “Kadını sustur!”

“Ses sana ızdırap mı veriyor?” Anub’arak yıldırım hızında bir hareketle bir pençesini parmaklıkların arasından geçirip kadının kalbine mızrak gibi sapladı. Kabir lordu gelişigüzel bir hareketle cesedi zeminin üstüne silkeledi.

Kocası acı içinde uludu. Suçlu hissetse de rahatlayan Kel’Thuzad dönüp gitmeye başladı ama ceset kamburlaşıp zemine vurmaya başlayınca donup kaldı. Köylü adam şok içinde bakıyordu ve sessizleşmişti.

Ölü kadının derisi renk değiştirmeye başladı: Soluk, yeşilimsi bir griye dönüyordu. Spazmlar yavaş yavaş durdu ve kadın dengesizce ayağa kalktı. Başını bir tarafa çevirdi, ardından kocasını görünce titredi. “Muhafızlar, bu adamı dışarı çıkartın.” Sesi kulak tırmalayıcıydı.

Muhafızlar hiçbir harekette bulunmadılar. İnleyen kadın parmaklarını kullanarak birbirine dolanmış saçlarını şöyle bir taradı; böylece Kel’Thuzad kadının yüzünü nihayet net bir şekilde görebildi. Teninin altındaki kan damarları gittikçe koyu bir renge bürünüyordu ve gözleri vahşi, deliye dönmüşçesine bakıyordu.

Kocası şüphe içinde sordu, “Aşkım? İyi misin?”

Kadının ağzından acı bir kahkaha kaçtı ve adam ona doğru tereddütlü bir adım attığında bir hırıltıya dönüştü. “Daha yakına gelme.”

Adam onun karşı çıkmasını göz ardı ederek kadına doğru ilerledi ama kadın onu uçuracak bir güçle itti. Adam hücre parmaklıklarına çarptı ve kayıp düştü; sersemlemişti.

“Uzak dur.” Konuşması boğuklaşmaya başlamıştı. “Sana zarar veririm.” Kolları etrafına sarılmış hâlde hücrenin diğer tarafına çarpana kadar geri geri gitti. “Sana zarar veririm, sana zarar veririm,” diye inilderken söyleyişindeki bir şey tuhaflaşmaya başladı.

Yavaşça, düzensiz hareketlerle elini göğsündeki boşluğa doğru götürürken Kel’Thuzad neler olduğunu anlayamadan onu izledi. Kadın tısladı, yüzünü ekşitti ve parmaklarını ağzına götürdü. Yaladı. Emdi. Sonra anlık bir hareketle kadın kocasının üstüne atladı, saldırdı, dişlerini gösterdi…

Adam çığlık attı ve hücre zeminine kan fışkırdı. Kel’Thuzad yüzünü çevirdi. Gözlerini kapatmak yardımcı olmuyordu; hâlâ kelimelerle anlatılamayacak sesleri duyabiliyordu. Koparma, parçalama sesleri. Çiğneme sesleri. Hafif, sefil bir ağlayış tam korktuğu gibi diriölü kadının bir aşamaya kadar hareketlerinin farkında olduğu ama kendini durduramadığı anlamına geliyordu.

İğrenmiş ve dehşete düşmüş bir hâlde Naxxramas’tan tümüyle dışarı ışınlandı, tökezleyerek biraz uzaklaştı ve kustu. Lekesiz bir kar yığını bularak, avuç dolusu çıkarttı ve acımasızca yüzüyle ağzını ovaladı. Bir daha asla temiz olamayacakmış gibi hissediyordu. Kendini nasıl bir işe bulaştırmıştı?

Dağınık düşünceleri bir bir yerine oturuyordu. Nekromans yaygın olarak yasaklı bir büyü alanı üzerinde çalışmakla ilgilenen basit bir akademisyen değildi. Evini saldırılara karşı kuvvetlendirmekle kalmayı da planlamıyordu. İnsanları zombilere dönüştüren bir sıvının seri üretimini yapıyordu. Naxxramas’ta muazzam erzak stokları, silahlar, zırh, eğitim alanları…

Bunlar savunma önlemleri değildi. Savaş hazırlıklarıydı.

Ani bir rüzgâr, doğaüstü bir çığlıkla onu tokatladı ve bir grup soğuk tayf gözlerinin önünde belirdi. Yıllar önce Menekşe Hisarı’nda onlar hakkında yazılar okumuştu. Gölgeli, yarı saydam formlarının muğlak tarifleri, parlayan gözlerindeki duygusuz kötülükten hiç bahsetmemişti.

Tayflardan biri kayarmışçasına daha yakına geldi ve sordu, “Şüphelerin mi var? Gördüğün gibi küçük numaranın sana bir faydası yok. Efendiden kaçamazsın. Her hâlükârda ne başarmayı umuyor olabilirsin? Nereye gidebilirsin? Daha önemlisi, sana kim inanır?”

Savaş ya da kaç: Bunlar kahramanca seçenekler olurdu. Kahramanca ama anlamsız… Ölümü hiçbir şeye hizmet etmezdi. Nekromansın çırağı olmayı kabul ederek Kel’Thuzad, kendi yeteneklerini geliştirmek için zaman kazanmıştı. Yeteri kadar eğitimle nekromanstan daha kudretli olabilir veya adamı gafil avlayabilirdi.

Tayfa doğru başını salladı. “Pekâlâ. Beni ona götürün.”

Tayflar onu hisara geri ışınlandılar ve Kel’Thuzad’ın sonradan hatırlayamayacağını bildiği bir dizi salon ile odadan geçirerek aşağı doğru götürdü. En sonunda yerin altındaki derinliklerde o ve tayflar, nemli soğuğu kemiklerine batan koca bir mağaraya girdiler. Mağaranın merkezinde baş döndürücü uzunlukta sivri bir kaya vardı. Karla örtülmüş bir dizi merdiven spiral şeklinde kayanın yanlarından yukarı uzanıyordu.

Kel’Thuzad ve tayflar yukarı çıkmaya başladılar. Kalbi heyecan ve korku içinde atıyordu. Adımlarının yavaşladığını fark ettiğinde tekrar hızlandı. Ancak azmi uzun sürmedi. Sanki bir ağırlık onu çekiyormuş gibi hissediyordu. Belli ki Kuzeyyarı boyunca yaptığı uzun yolculuk onu düşündüğünden daha fazla yormuştu.

Çok üstünde, sivriliğin tepesinde büyük bir kristal parçası olduğunu zar zor fark etti. Karın dokunmadığı soluk mavi bir parlaklığı vardı. Nekromanstan iz yoktu.

Tayflardan biri buz gibi kuvvetli bir rüzgârla onu itti. Yine geride kalmaya başlamıştı. Sinirli bir şekilde pelerinini yakınına çekti ve kendini tırmanmaya zorladı; oysa ki zor nefes alıyordu.

Zaman geçti ve bir sulu kar fırtınası tüm farkındalığını geri getirdi. Merdivenlerin ortasında durdu ve asasına yaslandı. Hava kirli ve boğucuydu; artık nefes nefeseydi. “Bana biraz zaman verin,” demeyi başardı.

Arkasındaki bir tayf, “Biz dinlenemeyiz,” dedi. “Sen neden dinlenesin?”

Kel’Thuzad zalimce tırmanmaya geri döndü ve giderek artan yorgunluğuna karşı omuzlarını kamburlaştırdı. Çaba göstererek başını kaldırdı ve hafifçe parıldayan kristalin yaklaşmakta olduğunu gördü. Bulunduğu mesafeden içinde puslu karanlık şekiller olan pürüzlü bir taht gibi görünüyordu. Bu her neyse, çevresinde açıkça tehditkâr bir hava vardı.

Tayflar ona sürtündüler ve korkarak haykırmasına sebep oldular. Sesin ekosu mağara boyunca yankılandı. Titreyen elleriyle kürklü pelerinini kavradı. Nefesi boğazının gerisinde hırıldıyordu ve aniden geri dönüp kaçmaya başlamak gibi korkunç bir dürtüye kapıldı. “Efendi nerede?” diye sordu, sesi yüksek ve titrekti.

Cevap yoktu, sadece bir dolu fırtınası gaddarca onu kırbaçlıyordu. Tökezledi ve yeniden ayakları üstünde durmayı başardı. Üstünde belli belirsiz görünen taht her adımda daha baskın hissettiriyor, başını aşağı itiyor, belini büküyordu. Zar zor dik yürüyordu. Çok geçmeden elleri ve dizleri üzerine düştü.

Sonra nekromans, direkt olarak Kel’Thuzad’la artık nezaketle uzaktan yakından alakası olmayan bir sesle konuştu. Bu senin ilk dersin olsun. Sana veya halkına karşı hiçbir sevgi beslemiyorum. Aksine insanlığı bu gezegenden tamamen temizlemeye niyetliyim ve şüphen olmasın: Bunu yapabilecek güce sahibim.

İnsafsız tayflar ona durma izni vermedi. Aşağılanmanın ötesine geçerek asasını bıraktı ve emeklemeye başladı. Nekromansın kini onu yere seriyor ve karın derinlerine bastırıyordu. Kel’Thuzad titriyor, inliyordu ve tanrılar şahitti ki hata yapmıştı; aptalca, korkunç boyutta hatalıydı. Bu bitkinlik değildi. Saf dehşetti.

Beni asla hazırlıksız yakalayamazsın çünkü ben uyumam ve zaten tahmin etmiş olman gerektiği gibi düşüncelerini senin bir kitabı okuman gibi kolayca okuyabilirim. Beni alt etmeyi asla umut edemezsin. Zayıf zihnin, benim aklıma estiğinde kontrol edebileceğim enerjileri idare edebilecek kapasitede değil.

Kel’Thuzad’ın cüppesi yırtılalı çok olmuştu, tozluklarıysa kabaca yontulmuş merdivenlerin buzdan kayalarına karşı faydasızdı. Son spirale doğru çıkmaya çabalarken elleri ve dizleri, ardında kanlı izler bırakıyordu. Taht, kemiklerini dondurabilecek kadar şiddetli bir soğuk yayıyordu ve sisle çevrelenmişti. Kristalden değil, buzdan bir taht…

Ölümsüzlük büyük bir lütuf olabilir. Henüz idrak etmeye başlamadığın şekillerde ızdıraba da dönüşebilir. Bana karşı koyarsan sana acıdan ne ders çıkardığımı öğretirim. Ölüm için yalvarırsın.

Kel’Thuzad tahtın birkaç adım yakınına geldi ve daha ileri gidemedi, çaresizce bu varlığın ezici, insanlık dışı kudret ve nefret halesi altında mıhlanmıştı. Görünmez bir güç üstüne bastırdı ve yüzünün bir tarafını sert taşa dayadı. “Lütfen,” diye hıçkırarak ağlarken buldu kendini. “Lütfen!” Daha fazla söz söyleyemedi.

Sonunda baskı hafifledi. Tayflar uçup gitti ama ayağa kalkmaması gerektiğini biliyordu. Zaten yapabileceğinden şüpheliydi. Ancak gözleri gayri ihtiyari işkencecisini aradı.

Tahtın üstünde olmaktan ziyade içinde bir levha zırh seti oturuyordu. Kel’Thuzad ilk başta zırhın sadece siyah olduğunu düşünmüştü ama dikkatlice baktığında yüzeyinden hiçbir ışık yansımadığını gördü. Nitekim daha uzun baktıkça ışığın, umudun ve akıl sağlığının tamamını yutuyormuş gibi görünüyordu.

Sivri uçlarla kaplı gösterişli miğfer, açıkça bir taç görevi de görüyordu. Mavi renkte tek bir değerli taşla süslenmişti ve zırhın gerisi gibi boş görünüyordu. İçindeki figür bir eldiveniyle keskin tarafı rünlerle dağlanmış muazzam bir kılıcı sıkıca tutuyordu. Burada güç vardı. Burada ümitsizlik vardı.

Vekilim olarak en hırslı rüyalarını bile geçen bilgi ve büyü elde edeceksin. Karşılığında ise -yaşarken veya ölüyken- kalan günlerinde bana hizmet edeceksin. Bana ihanet edersen seni akılsız müritlerimden birine dönüştürürüm ve böylece yine bana hizmet edersin.

Bu ruhani varlığa, bu Liç Kral’a hizmet etmek -Kel’Thuzad onun hakkında düşünmeye başladığından beri olduğu gibi- kendisine kesinlikle büyük güç getirecekti… ve onu sonsuza kadar lanetleyecekti. Ama bu bilgi fazlasıyla geç gelmişti. Ayrıca lanetlenmenin gerçek ölüm ihtimali olmadan çok az anlamı vardı.

“Sizinim. Yemin ediyorum,” dedi kısık bir sesle.

Karşılığında Liç Kral, ona Naxxramas’ın bir görüsünü gönderdi. Küçük siyah cüppeli figürler geniş bir çember hâlinde dışarıda, buzulun üstünde duruyorlardı. Kolları, kara büyüyle burulduğu görülür şekilde, Kel’Thuzad’ın anlayışı dışında tekrarlayan bir ilahi ile uygun bir tempoda kalktı ve indi. Ayaklarının altındaki toprak titreşimlerle sarsılmaya başladı ama büyüyü sürdürdüler.

Gidip gücüme tanıklık edeceksin. Yaşayanlar arasındaki elçim olacaksın ve ilerideki planlarım için aynı fikirdeki insanlardan bir grup oluşturacaksın. İllüzyon, ikna, hastalık ve silah zoruyla Azeroth üstündeki hâkimiyetimi kuracaksın.

Buz, Kel’Thuzad’ı hayret içinde bırakarak kayıp çatladı ve bir ziguratın tepesi donmuş zemini deldi. Bir bina topraktan çıkartılıp yukarı çekiliyordu. Cüppeli figürler çabalarını iki katına çıkarırken engin piramit yüzeye yaptığı imkânsız çıkışa devam etti. Çamur ve buz yığınları patlayıcı bir kuvvetle dışarı uçuştu. Yapının tamamı kısa süre içerisinde toprağın elinden kurtuldu. Naxxramas yavaşça ama emin bir şekilde havaya yükseldi.

Ve bu, senin aracın olacak.


* Blizzard tarafından yayınlanan, Evelyn Fredericksen’in World of Warcraft için yazdığı Road to Damnation öyküsünün çevirisidir.