Koprulu sektöründe Jim Raynor’ın Lanet Kavşağı kadar nefret ettiği pek az şey vardı. Ancak tabii ki bir adamın coğrafi bir bölgeye olan nefreti, Konfederasyon şerifi görevlerine engel olacak değildi. Böylece Raynor bir kez daha Mar Sara’nın adı çıkmış –ve hiçliğin ortasında bulunan- çorak topraklarındaki cehennemsi çöl yatağına doğru yola koyuldu.
Hamile karısı Liddy’ye söz vermiş olduğu gibi iki gün içerisinde dönmek için gaza asılırken rüzgâr da vulture motoruna çarpıp gürlüyordu. Hava sert, kuru ve sıcaktı. Ayağının altındaki sıkı çöl, güneşin kavurucu ısısıyla uzun damarları andıran bir şekilde çatlamıştı ve en ufak bir nem parçasının kutsamasından asırlardır yoksun gibiydi. İnsanoğlunun böyle bir mekânda hayatta kalamaması lazımdı, diye düşündü Raynor ama bu gerçek, onu denemekten de alıkoymamıştı.
Uzakta dalgalanan nahoş bir serap gibi Şef Glenn McAaron’un silüetini ve polis kamyonunu görebiliyordu; tabii Raynor’ın buraya asıl gelme sebebi olan orta boyda konfederasyon damgalı hapishane kafesini de. Kabarık gölgeleri geceye çalmak üzere olan son güneş ışınlarıyla bükülmüştü.
Şekiller Liddy’nin onu uğurlarkenki öpüşünün hatırası kadar net hâle geldiğinde “Kahretsin,” diye sövdü Jim. Lanet Kavşağı, Mar Sara’nın kötü şöhretli “dalga-bandı anomalileri”nin tam merkezindeydi. Bu durum vektör-dengeleme ekipmanlarının çoğu zaman çalışmaması ve iletişimin her daim oldukça kısıtlı olması anlamına geliyordu. Bu da nakliye gemilerinin çöl vadisini geçişini (buna paranız yetiyor olsa bile) tehlikeli bir mesele hâline getiriyordu; fakat asıl problem 2,400 kilometrelik bu anomali alanının bu bölgeyi gezegenin –hatta belki de galaksinin- en az denetlenen mekânı yapıyor olmasıydı. Bu durum Mar Sara’nın kanunsuzları ve sürü hâlinde gezinen suçluları tarafından da gayet iyi biliniyordu. Konfederasyon Bilim Departmanı’ndaki yumurta kafalara soracak olursanız dalga-bandı anomalileri yerin altından fırlayan mineral zengini nadir kristal oluşumlarından yayılan elektron darbelerinden kaynaklıydı. Bu anomalilerin sebebi her ne idiyse sonuç olarak Şerif Raynor suçluları gezegenin bir tarafından diğerine nakletmek amacıyla en sevmediği polis şefiyle buluşmak için oldukça tehlikeli bir bölgeden geçmek zorundaydı.
“Kafesi almaya mı, yoksa içindekilere katılmaya mı geldin Şerif?” Raynor motorunu durdururken McAaron dehşet verici, dişsiz gülümsemesini takınıyordu. İçerisinde zerre mizah barındırmayan, ironik bir gülümsemeydi.
“Yasaları çiğnememi gerektirecek bir şey yapmamı teşvik edecek bir şey söylemezsen, hayır,” diyerek tozlu yere tükürdü Raynor. Geçen yıllar McAaron’ı yumuşatmıştı. Kemerinin üzerinden pörtlemiş göbeği, iki adamın son görüşmelerinden bu yana daha da meydana çıkmıştı; üstelik her görüşmelerinde daha da büyüyor gibiydi. Şef, ufukta gözükmüş olan emekliliğin getireceği o kolay hayata şimdiden ayak uydurmaya başlamıştı.
“Senden beklerim doğrusu, evlat. Sabıka kaydını ortaya döksek buradaki suçluların çoğunu utandırırsın. Eğer çok sağlam dostların olmasaydı bu akşam üstü El Indio’ya doğru yol alan belki de sen olurdun.”
“Yapma ama Şef, kefarete olan inancın nerede?” Motorundan inerken Jim de kendi ödüllü gülümsemesini takındı. McAaron rozetini uzun zamandır takıyordu ve şüphesiz ki Jim’in geçmişinden haberdardı. Şef gibi adamlar genelde inatçı ve sabit fikirli olurlardı. Eski bir suçlu olan Jim’e karşı tavrı kişisel değil, tamamen prensiptendi.
“Ahh, insanlar değişmez, Şerif. Uzun süre bir kanun adamı olarak kalırsan neden gözümü üzerinde tuttuğumu sen de anlarsın.”
“Takdir etmiyorum sanma, Şef.” Raynor, biraz duraksadıktan sonra devam etti. “Buradaki çocukların olayı nedir?”
Diz çöküp elektrikli ufak parmaklıklardan baktı. Polis nakil gemilerinin ve daha sofistike dünyaların diğer pahalı olanaklarına sahip olmayan sınır kolonilerinde konfederasyon hapishane kafesleri iyiden iyiye demirbaş olmuştu. Manyetik dingiller, havada saatte 480 kilometre hızla süzülmeye imkân veren teknoloji, sıcaklığı kontrol edilebilen ortam, biyolojik tüm ihtiyaçları karşılamak için destek ve her 30 dakikada bir yenilenen temiz, arıtılmış oksijene sahiplerdi. Jim bazen suçluların kendisinden çok daha büyük bir konfora sahip olduğunu düşünüyordu.
“Ah, bilirsin işte, her zamanki neşeli tipler; Mar Sara’nın en iyi otelinde uzun süreli kalmaya hazırlar.” Şef’in sesi birden birkaç desibel yükseldi. “Duydunuz mu çocuklar? Hepiniz El Indio Hapishanesi’ne gidiyorsunuz!” Hemen ardından gelen kahkaha kuru öksürüğe dönüştü. Ve şefin söylediklerinin arkasında yine herhangi bir mizah yoktu; soğuk ve acımasızdı.
Jim ise gülmüyordu. El Indio Hapishanesi pek de hafife alınacak bir yer değildi –mali olarak yeterince desteklenmeyen, sadece en beter suçluların tutulduğu çivi gibi sert bir cezaeviydi. El Indio’ya giden suçluların hayatta kalma oranının sadece yüzde 64 olduğu bilinen bir gerçekti. Konfederasyon adaletinin sınırlardaki yüzüydü adeta.
“Şunlara bak,” dedi şef yere tükürürken. “Resmen vergi indirimi israfı, değil mi? En iyisini umalım da senin de o sınırı geçmemen için dua edelim.”
“Artık şu lanet yola koyulsak mı?” Kafesin içindeki suçlulardan biriydi konuşan; büyük, kaslı ve kapkara bir bıyığa, kel bir kafaya, telefon direği gibi kollara sahip bir adamdı. Vücudu, sektörün dört bir yanından edindiği korkunç dövmelerle kaplıydı. Jim’i delip geçen ve hiçbir şeyin –hele ki onu kaçınılmaz kaderine taşımakla yükümlü yalnız, ayakçı bir şerifin- onun kendine olan güvenini sarsamayacağını gösteren bir bakış attı.
“Gözün şunun üzerinde olsun. Annesi hiç terbiye vermemiş. Adı Marduke Saul, görüp görebileceğin en piç heriftir. Saldırı, cinayet, terörizm, adam kaçırma suçlarından ve tam bir kaba orospu çocuğu olduğundan burada.” McAaron tekrar tükürdü ve bu sefer ağzından çıkan sıvı kafese, Marduke’un suratının yakınına isabet etti.
Marduke geri hırladı, “İçeride olduğum için şanslısın, Şef.”
“Deme be?”
Raynor, Marduke’un gözünün içine baktı. Marduke da bu bakışlara karşılık verdi; Raynor’a McAaron’ın yaptığı gibi kaba bir karşılık vermesi için meydan okuyor gibiydi. “Eh, o kadar da kötü değil be, Şef. Tatlı bir ayıcık aslında kendisi. Di mi, Saul? Sen bana iyi davran ki ben de sana iyi davranayım. Bu kadar basit.”
Marduke içten bir şekilde güldü. “Ah, adeta bir melek olacağım Şerif. Nezaketsiz davranmak istemem. Sadece lüks konaklamamıza kavuşacağım için heyecanlandım.”
“Lütfen, Şerif, lütfen beni El Indio’ya götürme. Lütfen, efendim, aslında hepsi büyük bir yanlış anlamaydı.” Kafesin gerisinden kum sarısı saçlara ve yumuşak hatlara sahip bir mahkum ileri çıktı. Turuncu tulumu sırım gibi bedenine fazlasıyla büyük geliyordu. Tarsonis şehrinin finans sektöründe para yönetimiyle uğraşmaya daha uygun gibiydi ancak çöl sıcağı ve mahkûm kıyafetleriyle ortama gayet abes kaçıyordu.
“Bu da Rodney Oseen. Çoğunlukla ufak tefek suçları var. Beyaz yaka dedikleri türden hani… Mar Sara hükümetinin sermayesini korsan virüslerle soyup soğana çevirmiş. Tatlı çocuk, di mi? El Indio’da bi’ gün bile dayanmaz.” McAaron yine kahkahayı patlattı.
“Tanıştığıma sevindim, Rodney.” Raynor gülümsedi. “Bir şey olmaz, merak etme.”
“Nasıl olmaz, efendim? Indio’da ne yaptıklarını biliyorsunuz. Ben katil değilim. Bunların hepsi bir yanlış anlama, Konfederasyon hakimlerinden birinin kişisel garezi. Hapishane bana göre değil.”
“Cezanı çekemeyeceksen suçu da işlemeyeceksin. Di mi ama, Raynor? Ah, pardon, sen ne bileceksin ki…”
“Seni duymuştum, Şerif Jim Raynor.” Bu sefer ileri çıkan üçüncü mahkûmdu.
“T-Bone Smalls. Shiloh’un bu tarafındaki en büyük tren soyguncusu. İkinizin çok ortak yanı var.” McAaron küçümseyerek gülümsedi.
“Öyle sahiden de. Sanırım namını senden aldım, değil mi?” diye devam etti T-Bone. Raynor adamı şöyle bir süzdü. Tanıdık gözüküyordu; Jim’inkine benzer bir sakalı vardı, yara izi yüzünü çevreliyordu. Genç ve kibirliydi. “Savaştan sonra Tychus Findlay ile beraber yaptığınız işlerin hepsini biliyorum. Kurulduğumuzda benim ve çetemin en büyük ilham kaynaklarıydınız.”
Jim’in midesi düğümlendi. Tychus Findlay adını duymayalı yıllar olmuştu ve öyle olmasından da memnundu. Eski suç ortağını ya da kenara itmek için bunca zahmete girdiği o eski hayatı düşünmemek, yeni bir hayata başlamasına ve kefareti için uğraşmasına olanak sağlamıştı. Liddy sayesinde kurtulduğu ve arkasında bıraktığı bir hayattı o.
“Fakat anlayamadığım şey, benim gibi tren soyguncularının gıptayla baktığı bir kanun kaçağının nasıl böyle şerif olup çıktığı. Belki bana açıklayabilirsin.” T-Bone öne eğildi. Jim, Marduke’un bu yeni bilgiyi hazmederken diktiği soğuk bakışlarını hissedebiliyordu. Katilin kendisini yargıladığı ortadaydı.
“Görüyorsunuz ya, çocuklar, şerifin yüksek mevkilerde dostları var.” McAaron, Jim’e bakıp sırıttı. “Bir sulh hakimi.”
“Bu kadar saçmalık yeter, McAaron,” dedi Raynor dikleşerek.
“Hayatımda hiç kimseyi öldürmedim, şerif. Sadece dürüst bir işle alacağım maaş beni tatmin etmedi,” diye devam etti T-Bone. “Sana ikinci şans verilmesi ve bana verilmemesi adil mi şimdi?”
“Hayat zaten adil değildir. Şerif bunun sadece bir başka örneği,” dedi Marduke soğuk bir tavırla. “Artık gidebilir miyiz?”
Raynor gözlerini McAaron’a dikti. “Bu tip bir saçmalığı tekrarlarsan, sana iki çift laf etmekten çok daha fazlasını yaparım, Şef. Anladın mı?”
McAaron’ın kanı buz kesti. Alaycı gülüşü yüzünden silindi. Şef, Raynor geldiğinden beri ilk defa Jim’in cevabındaki keskinliği hissetti ve eski haydut yanının yüzeye ne kadar yakın olduğunu fark etti. McAaron bacağına bağlı bir keseyi yoklayıp içinden dijital bir kol bandı çıkartırken Raynor’ın gözlerinin çakmak çakmak yandığını görebiliyordu. “Bu, merkezden verdikleri yeni bir oyuncak. Şunların bileklerini kontrol et. Şu tuşa bastın mı, bum! Bacağı havaya uçurur. Buradakine basarsan da bzzzt! Acı içinde yere kapaklanırlar. Anladın?”
Raynor kol bandını aldı. Kafesin içindeki mahkûmların her birinin bileğine büyük metalden bir kelepenin sıkıca bağlanmış olduğunu görebiliyordu.
McAaron devam etti. “Bana sorarsan dışarıya çıkmalarına izin vermeni tavsiye etmem. Kafeste yeterince su var ve hepsine iki gün yetecek kadar besin implantı da verildi. Bağırsaklarını ve tuvalet ihtiyaçlarını falan da kontrol ediyor hem. Mahkûmların hapishaneye girmeden önce kaçmaya çalıştığı ya da kavga çıkarttığı oluyor, o yüzden sonradan üzüleceğine güvende olmak daha iyi.”
“Bu benim ilk rodeom değil.” Jim gidip mahkûmların kafesini vulture motoruna bağlayacak olan metalik kabloyla uğraşmaya başladı. Harcayacak daha fazla sözü yoktu. Kablo, nakil aracı ile kafes arasında sağlam bir kilit oluşturacak şekilde tasarlanmıştı. Eriyip karışmış alaşımlar ve elmastan daha katı yüzeye sahip katalizör elementlerden yapılmış bir maddeydi.
“Görüşürüz, Şef. Sıkı tutunun, çocuklar. Arada bir sarsıntı olabilir.” Raynor cevap bile beklemeden motorun hızlandırıcısına asıldı ve önünde uzanan çorak çöle doğru fırladı.
Jim’in düşünceleri oradan oraya sıçrıyordu. Eski günlerin, Tychus Findlay ile birlikte kötü nam salmış haydutlar oldukları günlerin, anı yaşadıkları ve harcayabildikleri kadar çaldıkları günlerin hatıraları bir anda aklından esip geçti. Alkol etkisinde zamparalık yaptıkları, dünyadaki hiçbir şeyi umursamadıkları ya da dürtüleri dışında bir şeyin peşinde koşmadıkları bir dönemdi. Neredeyse Jim’in ölümüne sebep olmuş, hatta daha da kötüsü, yaşamının değeri konusundaki inancını öldürmeye ramak kalmış bir dönemdi. Bu tarz düşünceler içerisine düşmeyi beklememişti; hele ki şimdi, yolda bebek varken ve doğmamış çocuğunun kendisininkinden çok daha iyi bir geleceğe sahip olacağının hayalini kurarken. Saatte 320 kilometre hızla kanyonu yakarak ilerlerken çocuğunun bir gün zihnini kavuran bu gerçekleri öğrenip öğrenmeyeceğini merak etti. Eğer öğrenirse ne karşılık vereceğini düşündü. Kendisi düzeltebileceğinin de ötesinde tonla yanlış yapmışken ona gerçekten de doğruyla yanlış arasındaki farkı anlatan nutuklar atabilir miydi?
Odaklan, Jim. Tavşan deliğine dalıp da aklını kaybetme sakın. Haydut tehdidi, Lanet Kavşağı için gayet gerçek bir problemdi. Yağmacılar, korsanlar ve diğer çivi gibi sert olup başkaları ya da yaşayan herhangi bir şeye değer vermeyen piçler her an karşılarına çıkabilirdi. Her biri birer katildi. Etrafındaki bölgeye dikkat etmediği için yanlış bir gruba çatmak şu anda yapmayı göze alabileceği son şeydi. O anılara dalıp da kendini sorgulamaya başladı diye Liddy’nin dul bir anne olmasına izin vermeyecekti. McAaron’dan öylesine nefret ediyordu ki…
Öğleden sonrası yerini çökmekte olan akşama bırakır ve çorak topraklar alacalı renklere boyanırken keskin mavilere karışan kırmızı ışık hüzmeleri günün son nefesinin güzelliğini ortaya çıkarıyordu. Çöl bu saatlerde farklı gözüküyordu; kaleydoskoptan bir göğün sonsuza kadar devam ettiği ve sert kumların siyah bir okyanus gibi karardığı mistik bir rüya alemiymiş gibiydi. Tenha çalılık gecenin içinde eridi ve gündüzün cehennem sıcağı yerini kış ürpertisine bıraktı.
Raynor, vulture farlarının aydınlattığının ötesini göremeyecek duruma geldiğinde gazı kesti ve yavaşlayarak kamp yapabileceği bir alan bakınmaya başladı. 1,600 km’yi geri gitmişti bile; geriye gidilmesi gereken 800 km daha kalmıştı sadece.
Raynor kargo kompartmanını karıştırmak için motorunun arka tarafına doğru ilerlerken “Neden duruyoruz?” diye bağırdı Rodney. “Durmasak daha iyi… Hadi ama, Şerif. Buralarda nelerin kol gezdiğini sen de çok iyi biliyorsun.”
“Kapa çeneni,” dedi T-Bone. “İşeme molası verdin, di mi Şerif?”
“Hayır vermedim; en azından henüz. Yapacağımız kamp için hazırlık yapıyorum.”
“N’apmak için?” Rodney’in sesi birkaç oktav birden yükseldi.
“İzleme sistemleri ve yol verileriyle bile olsa bu karanlıkta yolumu tayin etmeye çalışmaya niyetim yok. Yılın bu vakitleri anomaliler de coşuyor zaten. Siz çocuklar gideceğiniz yere tek parça olarak varmak istersiniz herhâlde, değil mi?”
“Kesinlikle isteriz, Şerif. O yüzden neden duruyoruz?” Smalls yüzünü elektrikli parmaklıkların yakınına getirdi.
“Sizi bu kadar endişelendiren ne ki zaten?” diye sordu Jim sığınağını kurmaya başlarken. Yüzüne kızıl bir ışıltı yayan infraışığı açtı.
“Köle tüccarları… Eşkiyalar… Ama çoğunlukla köle tüccarları. Birinin satılmış uşağı olacağıma mahkûm olmayı yeğlerim.” Rodney iyiden iyiye gerilmişti.
“Eğer yola devam edersek bizi bulmaları daha olası. Bu karanlıkta hareket hâlinde olmak seni daha çok korkutmalı. Sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkacağız.”
“Gerçekten de köle tüccarları var mı bu civarda?” diye sordu Marduke sessizliğini bozarak.
“Mazor çetesi,” diye ekledi Smalls. “Son bir senedir filan Lanet Kavşağı üzerindeki gezginleri ya da mineral sahalarını incelemeye gelen bilim adamlarını kaçırmakla ünlendiler.”
“Köle tüccarlarından nefret ediyorum,” dedi Marduke ciddi bir ifadeyle.
“Onları hiç gördün mü, Şerif?” diye sordu Rodney.
“Görmedim. Niyetim de yok.”
Raynor kampı kurmayı bitirdikten sonra kendine biraz kumanya çıkartıp hazırlamaya başladı, kenara üç tane de fazladan ayırdı. Mahkûmlar paketlenmiş yiyeceklere büyük bir iştahla bakarken parmaklıklara yaklaştılar.
“Tek bir adam için o yemek fazla,” diye Şerif’i azarladı Smalls.
“Hepsi benim değil, çocuklar. Formumu korumaya çalışıyorum. Sizin de canınız çekmiştir diye varsaydım; o size verilen gıda enjeksiyonları pek de karın doyurmuyor. Daha önce bana da yapmışlardı. Ordu günlerinde…” Raynor üç paketi kafese doğru getirdi ve eklenti kompartımanını açtı. Çarklar döndü ve yemekler güvenle kafesin diğer tarafına geçip içeri çekildi. “Aranızda adil bir şekilde bölüşün onları bakalım.” Raynor, McAaron’un kendisine verdiği kol bandını kaldırdı. “O minik, şirin bileklikleriniz ciddi bir acıya sebep olmasın.”
“Niye bana bakıyorsun?” diye sordu Marduke.
“En acıkmış duran sensin, koca adam.”
Mahkûmlar kumanyaları bölüşüp yemeye giriştiler; muhtemelen onlarca yıl önceden ses dalgalarıyla kurutulmuş skalet etinin körili yapışkan sosunu parmaklarıyla avuçladılar. Raynor da aynısını yaptı ama çatal kullanarak. Liddy’nin ev yemekleri sağ olsun, bu tarz hazır gıda yeme alışkanlıklarından kurtulmuştu. Mahkûmlarsa yemekleri adeta gurme sunumlarmış gibi mideye indirmekle meşgullerdi.
“Pekâlâ, Şerif, bize biraz haydutluk günlerini anlatmak ister misin?” diye sordu Smalls yemeğini bitirdikten sonra.
“Adam bize daha şimdi yemek verdi,” diye karşı çıktı Rodney. “Biraz yakasından düşmemizi hak ediyor bence.”
“Bana ne yapacağımı söyleme, tıfıl herif!” Smalls yıldırım hızıyla Rodney’e döndü ve Raynor’ın kolunu havaya kaldırıp kol bandını işaret etmesine neden oldu.
“Merak etme, Şerif.” Marduke’un sesi buz gibiydi. “Yemeğimi piç edecek bir şey yaparlarsa senin bir şey yapmana gerek kalmayacak.”
“O zaman sadece seni durdurmam gerekecek, değil mi?”
“Kesinlikle.”
“Benim tren soyduğum günleri mi öğrenmek istiyorsunuz?” diye nihayet razı oldu Raynor. “Gidecek bir yeri olmayan aptal bir çocuktum. Ailesini sahte bir savaş sebebiyle hasta, fakir ve parçalanmış bırakan sisteme kızmış bir baş belasıydım. Tarsonis’tekiler için zenginliğin anahtarı, bizim gibiler içinse sırtımızı büken bir oyundu. İyi kalpli adamların bir hiç uğruna ölmesiydi. Bir isyankâr ve hergele miydim? Evet, tabii ki öyleydim. Peki yaptıklarımdan gurur duyuyor muyum? Hayır, duymuyorum.”
“Eh, ben kesinlikle duyuyorum. Heh, hiçbir yere varamayacağı hâlde didinip duran bir fakir Konfederasyon madencisi olmaktan iyidir,” diye güldü T-Bone. “O aziz ayaklarını benden duymayı bekleme. Sarhoştum, aptallık ettim ve yakalandım. Bana benzemiyormuş numarası yapmak istiyorsun, Şerif. Belki hoşuna gitmedi, belki de benden daha iyi birisindir. Pekâlâ, öyleymiş gibi yap sen. Ama bu sana inanmak zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor.”
“Peki ya sen?” diye Rodney’e bakarak sordu Raynor. “Sen buraya nasıl düştüğünü anlatmak ister misin?”
“A…Aç gözlü davrandım, sanırım. Yani b-bunlar gibi değilim… Yani biraz aç gözlü davrandım. Bir kere beni ele geçirince duramadım. Krediler akmaya başladı; bir de baktım ki tek yaptığım şey bu olmuş.”
“Peki ya o paralarını arakladığın insanlara ne oldu?” dedi Raynor.
“Sen söyle. Senin zarar verdiğin insanlara ne oldu, Raynor? Yüksek yerlerde dostların var diye parmaklıkların diğer tarafında kendini bizden üstün görüyorsun. Sistem adil değil. Sistem benim gibi kötü adamları kendi eliyle yaratıyor.” Marduke geriye yaslandı. “Ve senin gibi şanslı hergeleleri de.”
Bu sözlerin ardından bir süre hep birlikte sessizlik içinde oturdular, ta ki Raynor tek kelime bile etmeden kendi sığınağına girip uyumaya gidene kadar.
Raynor bağırışların ahenksizliğine uyandı ve barınağından dışarı, sabah ayazına doğru koşturdu. Kafeste Marduke havaya kaldırdığı T-Bone’u elektrikli parmaklıklara doğru tutuyordu. Vücutlarının etrafında statik yük merhametsizce cızırdadı.
“Seni koca orosp—beni yere indir!”
Raynor tereddüt dahi etmedi. Kol bandına hızlıca bastı, Marduke’un bilekliğinin ışıkları yandı ve dalga dalga acı, direkt sinir uyarıcılar sayesinde vücuduna yayıldı. Yaşattığı hissiyat bir dişçinin diş çukuruna çentikli ve paslı bir enstrümanla haşince dalmasına benziyordu, tabii bu durumda acı bütün vücuduna birden dağılıyordu. Vahşi adam çığlıklar atarak kafesin tabanına kapaklandı. Smalls tam tepesinde duruyordu, ellerini kenetleyip saldırmaya hazır bir şekilde havaya kaldırdı.
“Sakın deneyeyim deme!” Raynor’ın parmakları kol bandının üzerinde duruyordu.
“Şerif, hadi ama. Şöyle güzel bir tane geçireyim.” T-Bone’un suratından aşağı kanlar damlıyordu.
“Katiyen olmaz.” Raynor bunu derken Smalls ellerini salıp geriye çekildi. “Anlatın bakalım, burada ne halt dönüyor?”
“Ağzını çok fazla açıyor ve içinden vaktimize değecek bir şey çıkmıyor.” Marduke tatmin olmuş bir bakışla Raynor’a gülümsedi. “O kadar da abartmayacaktım… Sadece birazcık. Aklını başına toplaması için biraz kafasına vurmak iyi gelirdi.”
“Bunu bir daha tekrarlamayacaksınız. Ben kampı topluyorum ve sonra siz çocukların kaydını yaptırdığımız otele gidiyoruz.”
Marduke, T-Bone’a doğru bir öpücük yolladı. Bugüne kadar yollanmış en tehditkâr öpücüktü. T-Bone karşısındaki adamın meydan okuyuşuna gülümsedi. Marduke’un yerinde olsa o da aynısını yapardı. Rodney ise Raynor’a koştu. “Gördün mü!” diye bağırdı. “Bak, Şerif, ben… Ben buraya göre değilim. Lütfen, Indio’ya gidemem. Onlar gibi değilim.”
Otuz dakika sonra vulture motoru bir kez daha kanyonların arasında kükrüyordu. Sıcak yine bunaltıcı şekilde dönmüştü. Soluk bile aldırmayan ve bedeninin, hatta kemiklerinin bile içine işleyen kuru, keskin bir sıcaktı.
Yassı havzadan fırlamış ve tepelerin kendisi kadar büyük minerallerin olduğu derin bir koyak olan Adalet Kanyonu’nu geçtiler. Raynor, altlarındaki kara gedikten sakınarak mavi cevher yataklarına doğru tırmanmaya devam etti. Tepeye ulaştığında on altı kilometre kadar kuzeyde, gökyüzünde asılı duran koca duman sütununu görebiliyordu. Böylesi ıssız bir bölge için pek de alışıldık bir manzara değildi doğrusu. Jim motoru durdurdu ve dürbününü çıkarttı.
Lenslerden bakınca dumanı daha net görebiliyordu. Görüntüyü yakınlardaki bir patlamanın bir nakliye aracının gövdesini yalayan alevlerini net bir şekilde görecek kadar yakınlaştırdı. Kendi kendine “Kahretsin,” diye mırıldandı. Tam da görevini tamamlamaya bu kadar yakınken ve Liddy’nin evde onun en sevdiği yemekleri pişirdiğini biliyorken böyle bir şeyle karşılaşmak da anca onun başına gelirdi zaten.
“Yine niye duruyoruz, Şerif?” diye sordu Rodney.
“On altı kilometre ileride nakliye aracını vurmuşlar.”
“Eee, n’olmuş?” diye ekledi T-Bone.
“Olan şu: Gidip ne olup bittiğine bakacağız.”
“Hadi ama, Şerif. Senin görevin değil ki bu,” diye devam etti T-Bone. “Bugün Indio’ya ulaşmamız gerekiyor.”
“Yapma, Şerif,” diye yalvardı Rodney.
“Kesin şunu.” Raynor kontağı çevirip motoru ateşledi ve nakliye aracına doğru fırladı.
Onlar yaklaştıkça kalın kara bulutlar şeklinde yayılan dumanın nakliye aracının iskeletsi enkazının üzerine kara bir pus gibi çöken gölgesini gördüler. Alevler arada iskeletten dışarı taşıyor, dokunduğunu yakıp kömür siyahına çeviriyordu. Patlamadan dolayı etrafa dağılmış parçalar vardı –ki bir tahminde bulunmak gerekirse aracı devirip parçaları kum dolu zemine saçan bir roket atarın elinden çıkmışa benziyordu. Raynor bu tarz yıkımı daha önce de görmüştü: Savaş zamanında. Aynı zamanda haydutluk zamanlarında nakil araçlarına çarpan roketlerin yaratacağı tarzda hasarlara da aşinaydı. Tychus’un bir seferinde bir banka kamyonunda bir delik açarak ters çevirdiği araçtaki herkesin az daha ölmesine sebebiyet verişini hatırladı. Araçtan zar zor çıkan korumaların Tychus’la çalmaya çalıştıkları kredilerle birlikte nasıl kaçıştıklarını ve kül olmamak için çabaladıklarında yaşadığı suçluluk duygusunu hatırladı.
Raynor, vulture motorunu durdurdu. Erimiş lastik ve sert kimyasalların kokusu burnunu tıkamıştı. Delik deşik olmuş bedenler kuma saçılmıştı, kanları düştükleri noktaları çamura çeviriyordu. Bilim insanı olmalıydılar, her birinin koruma kıyafeti vardı. Lanet Kavşağı’nda kurumsal araştırma yapanlara rastlamak alışıldık bir şeydi. Bölgedeki mineraller sektördeki en zengin kaynaklardandı ve bütün tehlikelerine rağmen bilim insanları ve madenciler, Mar Sara (ve hatta Chau) gibi bölgelerden gelip bu kaynaklardan yararlanmak istiyorlardı. Tarsonis temelli büyük holdingler, gerekirse bir iki uzuvlarını ve hatta hayatlarını tehlikeye atsınlar ama bölgedeki minerallerin yoğunluğunu test etsinler ve daha iyisini kendilerinin sentezleyebilecekleri numuneler getirsinler diye bilim insanlarına sağlam ödeme yaparlardı. Sektördeki bunca gezegenin arasında neden en kaynak zengini minerallerin burada yetiştiğine dair hararetli tartışmalar dönüyordu ve bunun sebebini keşfedebilen ilk firma muhtemelen müthiş bir zenginliğe kavuşacaktı.
Tam bu sırada gözü sağ tarafında bir hareketlenme yakaladı. Elini yavaşça silahının kılıfına götürdü. Daha ufakça minerallerden birinin arkasından birisinin başının tepesini görebiliyordu.
“Tamam, çıkabilirsin. Sorun istemiyorum.” Raynor motorundan indi ve arkasına çömeldi; silahını çıkarttı ve yanıt bekledi. Yanıt gelmeyince yavaşça doğruldu.
“Ne halt yiyorsun, Şerif? Sipere girsene!” diye kafesten bağırdı Rodney. Raynor silahını kılıfına geri soktu.
“Sana zarar vermeye gelmedim!” diye bağırdı Raynor.
“Git buradan!” diye geldi bir kadın sesi mineral kayalıkların arkasından. “Git.”
“Ben bir şerifim, hanımefendi. Rahatlayabilirsiniz.”
“Ya, ne demezsin. Git buradan.”
“Bakın, rozetim de var.” Raynor ellerini havaya kaldırdı. “Gördünüz mü, zarar verme niyetinde değilim. Başınıza ne geldi?”
Yüzü külümsü isle kaplanmış şık, gri bir koruma kıyafeti giyen ince ve bezmiş bir kadın kayanın arkasından ayağa kalktı. Ellerinde sıkıca tuttuğu fişek tabancasını Jim’e doğrultmuştu. O titredikçe silah da ileri geri sarsılıyordu. “Git buradan dedim!”
“İşaret fişeğini yere bırakın, hanımefendi. Düşündüğünüz şekilde işinize yaramayacak zaten. Lütfen, yardımcı olmama izin verin.” Raynor’ın sesi sakin ve yatıştırıcıydı; kadın silahını indirirken rahatlamaya başladığını görebiliyordu.
“Silahı yere bıraksana be kadın!” diye bağırdı T-Bone kafesten; kadınsa silahı geri kaldırdı.
“Çeneni kapasana, mahkûm!” diye bağırdı Raynor kadına dönmeden önce. “Adım Jim Raynor. Konfederasyon şerifiyim ve mahkûmları nakletme görevindeyim; benim sorumluluğumdalar. Şimdi lütfen bana burada ne olduğunu anlatın.”
Kadın fişek tabancasını geri indirdi. “Üzgünüm. B-ben, Tanrım, çok üzgünüm.” Ağlamaya başladı; Raynor yanına kadar ilerledi.
“Sorun değil. Artık güvendesiniz. Güvendesin. Bana ne olduğunu anlat.”
“Köle tüccarları. Mazor çetesi. Saha araştırması yapıyorduk. Bize… bize saldırdılar. Aracımızı vurdular. Kimseyi sağ bırakmadılar. Ben saklandım. Kampımızı buldular. Şimdi –lütfen Şerif, ana kampımıza gidiyorlar! Kalan herkes ve ailelerimiz orada. Onları durdurmalısın.”
“Sakin ol. Seni böylece bırakamam.”
“Bal gibi de bırakırsın!” diye bağırdı T-Bone.
Raynor kadına yaklaştı. “Onlar için üzgünüm. Ama sen güvendesin. Gel şimdi.”
Bilim kadını kayanın ardından çıktı. “Hayır, değilim. Hiçbirimiz değiliz. Meslektaşlarımı zaten öldürdüler. Lütfen, diğerlerini de öldürmelerine izin vermeyin… Çocuklar var.”
“Çocuklar mı?”
“Biz… bütün topluluğumuzu getirdik. En makul yol buydu.”
“Yapma be. Niye böyle bir fikre kapıldınız ki? Seni burada öylece bırakamam.”
“Bana bir silah ver, ben de saklanayım. Ana kampın koordinatlarını veririm. Lütfen gidin. En azından sağ olanları oradan çıkartın. Lütfen. Başlarına bunun ya da daha bile kötüsünün gelmesine katlanamam. Mazor’dan bahsediyoruz… Neler yaptığını biliyorsun. Biliyorsun!”
Raynor içini çekti. Destek çağırmak istiyordu. Bir tabur asker getirip Mazor ve canavarlar çetesini kökten kazımak istiyordu. Eve, Liddy’ye gitmek istiyordu.
“Şerif, hadi gidelim artık. Lütfen!” diye seslendi Rodney.
Ama Jim seçimini çoktan yapmıştı. Pek seçim de sayılmaz gerçi. İkinci şansından beri, Mar Sara’ya taşındığından beri, eski yaşamını ardına koyup yenisine başladığından beri geçmişteki pişmanlıklarını telafi etmek için bir dürtü duyuyordu. Doğru olanı yaparak kefaretini ödeyebileceği bir hayat umuyordu. Onun için ne kadar acı verici olsa da doğru olan buydu işte. Vulture’daki erzak kutusuna daldı ve bir tüfek çıkardı; bir de önceki akşam yediği türden biraz erzak ve bir kamuflaj pelerini –ki aktif hâle getirildiğinde etrafının görünüşüne (en azından uzaktan bakınca) uyum sağlayan havalı bir aletti. Hepsini kadına teslim etti.
“Bunu kullanabilirsin. Gizli kal. Silahı da birileri fazla yaklaşırsa diye bırakıyorum.”
“Ciddi olamazsın!” diye bağırdı T-Bone kafesten. “Yok ya, hayatta bir köle olarak yaşayamam ben. Gidelim artık, hadi.”
“Neyle karşı karşıya olduğumuzu bile bilmiyoruz.”
“İnsanlar böyle böyle ölüyor, Raynor. Ölü bir kahraman kimsenin umrunda bile olmaz.”
Jim ise çoktan motorun sürücü koltuğuna oturmuştu. “Sizin için döneceğim, hanımefendi,” dedi motoru kadının önünde kükretirken.
Bilim kadınının verdiği koordinatları işaret eden navigasyon, onu Adalet Kanyonu’nun derinlerine doğru yöneltti. Yaklaştıkça midesindeki düğüm daha da sıkılaştı. Lanet Kavşağı’na doğru yola çıkarken kapıda duran Liddy’nin melodik sesini duyabiliyordu: “Bir an önce dönmeye bak. Ama sağ salim şekilde!”
Raynor motoru uçurumun tepesinde durdurdu; indi ve bir kertenkele gibi karnının üzerine çöküp dürbününü gözüne götürdü. Ana kampın koordinatları ufuk noktasında, 100 kere yakınlaşmış görüntünün imlecinde yeşil harflerle yanıp sönüyordu. Raynor kampı görebilmeye başlamıştı: Tepesinde bir tarayıcı olan, birkaç ikmal deposuyla çevrili bir çemberdi. Sağa doğru taradı; kamp ahalisinin güvenliğini (ya da tersini) işaret edebilecek herhangi bir hareket gözlemlemeye çalıştı. Tam da bu sırada dağınık bir çizgide park edilmiş, siyaha boyanmış ve kişiselleştirilmiş vulture motorlarını gördü. Birçoğunun üzerinden kafatasları sallanıyordu. Bir tanesine modifiye edilmiş bir hapishane kafesi bağlanmıştı. Raynor kafesin içinde iki kişinin cılız suretlerini seçebiliyordu. Kadın mı, erkek mi olduklarını anlayamamıştı; gözüne daha çok gergin ve bronzlaşmış deriden bağımsızlığını ilan etmeye çalışan kemiklermiş gibi gelmişlerdi. Uzun süredir kafeste olmalılardı; bilim insanları değil, şanssız birkaç piç kurusu…
“Hay böyle işin…”
“Gördün mü onları, Şerif?” diye bastırdı T-Bone.
“Kapa çeneni be adam. Alarma geçsinler mi istiyorsun?” diye karşılık verdi Raynor.
“Gördü demek ki. Gördü kesin. Ahhh, yandık,” diye mızmızlandı Rodney.
Raynor ise taramaya devam etti. Neredelerdi? Çocuklar neredeydi? Derken ellerini kafalarının üstüne kaldırmış bir grup kadın ve erkeği gördü; kırmızıya boyalı mohawk saçlı, siyah pantalonlu, tişörtsüz ve dövmeli göğsünün üzerine deri ceket çekmiş bir adam tarafından güdülüyorlardı. Boynunda sivri dikenleri olan bir tasma ve burnunda da bir halka vardı. Raynor’un midesi ağzına geldi… Bu gerçekten de Mazor çetesiydi.
Etrafı biraz daha taradı ve dahasını gördü: Bir arada duran on tanesi vardı, her biri silahlıydı. Çocukların ailelerinden ayrı ve tek bir sıra hâlinde toplandıklarını fark etti.
“Ah, lanet,” diye öfledi Raynor. Sayıca üstündüler, silahça üstündüler ve Raynor hapishane nakil aracının gitmesi gereken yoldan bir 160 kilometre kadar uzaktı. Kimse buraya onu aramaya gelmezdi. Dürbününü kaldırıp bakmaya devam etti. İmleç, çocukların sırasına doğru çekiştirilen ergen bir oğlana odaklandı; toplamda dört kişilerdi. Raynor taramaya devam etti ve daha önce çoğunlukla aranıyor posterlerinde ve ara sıra da video mesajlarda ya da gezegenler arası hukuki yaptırım güncellemelerinde milyon kere gördüğü o suratı gördü: Mazor’un ta kendisini. Keldi, kar beyazı bir sakalı ve kaslı bir çehresi vardı; belirgin, parlak kırmızı bir sibernetik göz implantı dikkat çekiyordu.
“Eh, ben kaşındım.” Binlerce düşünce Raynor’ın zihninden geçtiyse de dönüp dolaşıp tek bir tanesi öne çıkıyordu: Bir çocuğu olacaktı. Mazor gibi adamların var olduğu bir dünyaya yeni bir hayat getiriyorlardı.
“Aşağıdalar mı?” diye sordu Marduke.
“Evet.”
“Yo. Yo. Yo!” diye sızlandı Rodney.
“Eee, n’olacak şimdi Şerif?” diye sordu T-Bone. “Kavşaktan çıktığımızda bunu bildirecek misin?”
“Şerif, bak!” Seslenen Marduke’tu. Raynor gözlerini çabucak dürbünden çekip koyak boyunca fırlayan Mazor çetesi gözcülerini fark etti. Gözcüler ona doğru bakarken gün ışığının gözlüklerinden yansıyan parlamasını görebiliyordu.
“Kahretsin.” Jim vulture motoruna geri koştu ve vitesi çevirmeye başladı. “İletişimini kesmeliyim. Hadi… Hadi ama… İşte!” İnce sesli bir frekans kulakları tırmaladı; bağlantı kuruldu ve gözcü iletişimini kaybetti. Raynor uzun menzilli tüfeğini motorun arkasından aldı ve kayalığın kenarına yürüdü.
Keskin nişancı tüfeğinin lensinden bakarken ileri atılmış olan vulture motoru git gide uzaklaşıyordu. Derin bir nefes aldı, hedefine odaklandı; bunun tek çare olmasından nefret ediyordu fakat kararlılıkla tetiğe asıldı.
Tüfek gök gürültüsü gibi kükredi ve gözcüyü vurdu; gözcü bir yana, vulture motoru bir yana fırladı ve çöl zemininde kayarak durdu. İyi bir atıştı. Böyle bir atış yasa dışı işler çevirdikleri günlerde Tychus’u gururlandırırdı. Taburlarının keskin nişancısı Ryk Kydd’in yapacağı türden bir atıştı. Ancak bu noktada biraz sorun yaratacak bir atıştı aynı zamanda. Eğer gözcü rapor vermezse onu aramaya gelecekler, diye düşündü Jim. Bu da işleri karmaşıklaştırıyordu. Öyle ya da böyle harekete geçmesi gerekiyordu, hem de hemen. Elinde ölü bir gözcü vardı; bazı köle tüccarları çocukları paketliyordu, bir kısmı bilim insanlarını idam etmeye hazırlanıyordu. Bir de üç tane mahkûm hapishaneye gidecek kafeste sardalya gibi birbirine sokulmuştu. Sayıca ve silah olarak düşman üstündü.
Raynor kafese geri döndü. Gözlerini Marduke Saul’a dikti. “Kurşunatar nasıl kullanılır bilir misin?”
“Bildiğimi söyleyebilirim,” diye cevapladı Marduke yüzünde kurnaz bir sırıtışla.
“Peki ya sen, geveze? Dartatar ya da kurşunatar kullanmayı biliyor musun?” Raynor’ın bakışları T-Bone’a kenetlendi.
“Sence?”
“Ve sen, Rodney. Hiç silah ateşledin mi?”
“Ben… Şey…”
“Silah falan ateşlememiştir o,” diye araya girdi T-Bone.
“Ateşledim. Tabii ki ateşledim,” diye cevapladı Rodney.
Raynor altlarındaki kanyona geri döndü. Vadiden gelen ani bir rüzgâr yüzüne çarptı. Yakan güneşin altında soğuk ve keskin bir histi, ona Shiloh’taki günlerini hatırlatıyordu. Bir kez daha kafesin içine doğru baktı.
“Diyelim ki sizinle bir antlaşma yapıyoruz. Aşağıda on tane olabildiğince kötü katil var ve bilim insanları ile çocuklarını köle olarak satmak ya da kim bilir başka neler yapmak için topluyorlar. Çok yakında benim vurduğum gözcü için gelecekler… Görünüşe göre işleri bu şekilde kendi başıma halletmek için fazla sayıdalar.”
“Kesinlikle öyleler,” dedi T-Bone lafını bölerek. “Boyunu aşıyor bu bence.”
“Mesele şu ki siz üç kişisiniz ve motorumun kargo bölmesinde bir dünya mühimmat var. Birkaç tane örümcek mayını ve bir dolu nahoş silah.”
“Heh, üç tane hükmü verilmiş mahkûmu silahlandırmak çok da akılllıca olmaz, Şerif.”
“Hayır, olmaz, Smalls. Ancak hâlâ bu altı tuşlu kol bandını takıyorum ve gerektiğinde size çokça acı yaşatabilirim. Nasıl bir his olduğunu Marduke’a sorabilirsin. Ya da alternatif olarak aşağıdakiler sizi tamamen aradan çıkartabilir. Bana o kadar da aptalca gelmedi.”
“Sana neden yardım etmemiz gerektiğini bir daha açıklasana,” dedi Smalls parmaklıklara biraz daha yaklaşarak.
“Peki ya sizin hakkınızda Indio’da iki çift iyi laf etsem? Böyle bir zamanda bir Konfederasyon Şerifi’ne yardım etmiş olmak hapishane müdürünün gözüne ciddi şekilde girmenizi sağlayabilir.”
“Ya da diğer mahkûmların bizi öldürmesine de sebep olabilir,” diye pofladı Marduke.
Raynor onun haklı olduğunu biliyordu. Bu onların kendisine yardım etmesini sağlayacak türden bir yağlama değildi. Onların yerinde olduğu zamanları düşündü. Sürekli kaçışta oldukları bir hayatı düşündü; başta hayalperestçeydi ancak hızlı bir şekilde kontrolden çıkıp pişmanlıklardan oluşan bir döngü hâline gelmişti. Ta ki gençliğinden tanıdığı Mar Saralı sulh yargıcı onda bir ışık görüp ona umut vererek hayatını değiştirecek teklifi yapana kadar… Ona bir suçlu değil, Konfederasyon Şerifi olma şansını sunmuştu.
“Tamam o zaman, koca adam.” Raynor öne eğildi. Vaktinin az olduğunu biliyordu, acele etmeliydi. “Kefaret için bir şansın olsun ister miydin?”
“Senin yaptığın gibi mi?” diye araya girdi T-Bone. “Böyle emirleri ben veririm diyen cakalı bir tip olacağım yeni bir sayfa açmayı mı diyorsun?”
“Aynen öyle diyorum… Bu insanların hayatlarını kurtarmama yardım edin, ben de akıncılar tarafından baskına uğrayıp kaçırılmışsınız gibi davranayım.”
“Dur, dur, doğru mu anladım?” Marduke öne çıktı. “Sana yardım edersek bizi serbest bırakacaksın yani?”
“Bana adil bir antlaşma gibi geldi. Bana verilen şansın aynısını size veriyormuşum gibi duruyor.”
“Bu katili dışarı mı salacaksın?” T-Bone, Marduke’a bakarken kaşlarını çattı. “Neler yaptığını biliyorsun, değil mi?”
“Ben varım,” dedi Rodney. “Hem de ne biçim! Ben varım. Indio’ya gitmemek için bir şans mı? Kesinlikle. Varım.”
“Kaybedecek neyim var ki? Peki… Peki madem.” T-Bone gülümsedi.
“Peki ya sen, koca adam?”
Marduke somurttu. “Sözüne güvenmem gerekecek, öyle mi?”
“Aynen öyle.”
“Niye güveneyim ki?”
“Çünkü bu hayatta bir adamın sahip olduğu tek şey sözünün güvenirliğidir, Marduke. Ben de sana söz veriyorum.” Raynor katille göz temasını korudu. “Bana güvenebilirsin diyorsam bana güvenebilirsin.”
“Bana daha önce kaç kişi sözünü verdi, biliyor musun, Raynor? Hiçbiri de tutmadı… Eh, tutmuş olsalar çok daha başka bir hayatım olurdu. Bir adama güvendim, tutup ebeveynlerimi öldürdü. Bir adama güvendim, bana hayatımda kullandığım ilk stimbarı getirdi. Bir adama güvendim, beni katiller ve mahkûmlarla dolu bir aileye dâhil etti. İnandığım adamların sözleri beni olduğum yere getirdi, Şerif. Verilen sözün kutsal olduğu bir dünyaya inanmak isterdim.”
“Ben yine de sözümü veriyorum.” Raynor biraz daha teşvik etmeye çalıştı. “İkinci bir şansın olsun istemiyor musun yani?”
“Benim gibi adamlar için ikinci şans olduğunu sanmıyorum.”
“Bir zamanlar ben de öyle düşünüyordum,” dedi Raynor. “Başka nasıl teklif edebilirim, bilmiyorum. Asıl soru, sen kabul etmeye niyetli misin?”
Marduke başını eğdi. Düşünmeye daldı, kafasında iyice tartıyordu. Sonunda ağzını açtı. “Sözüne güveneceğim, Raynor. Eğer bozarsan… Eh, şaşırmam doğrusu. Yine de… Tamam be. Kabul. Köle tüccarlarını hiç sevmem zaten.”
“O zaman durdurmamız gereken bazı köle tüccarları var, çocuklar!” Raynor kol bandındaki iki tuşa bastı ve parmaklıklardaki parıltı yavaşça söndü. Bir tuşa daha bastı ve kafesin arkasındaki parmaklıklar kalkmaya başladı. Vulture’ın bir bölmesini açtı ve Konfederasyon çıkışlı silahları dışarı çıkartmaya başladı. Bir dartatar, kurşunatar ve gauss. Altlarında yeşil bir kasa dolusu örümcek mayını vardı.
“Ne şirinler, di mi?” diye şakıdı T-Bone. “Büyük olanı alayım. Şu gauss’u.”
“Yok ya, o bana daha uygun.” Marduke tereddüt bile etmeden gauss’u kaptı.
“Bir planım var,” dedi Raynor.
Dört adam sessizce ilerlediler; adım adım en güneydeki ikmal deposuna doğru yaklaştılar. Dışarıda Mazor’un çetesinden iki kişinin depo konteynerlerini karıştırıp yağmalayacak güzel mal aradıklarını ve geriye kalan ikmalleri çöl zeminine fırlattıklarını görebiliyorlardı. İkisi de canlı, parlak renkte saçlara ve küpelere sahipti ve simsiyah giyinmişlerdi. Saçlarının şekline bakılırsa tıraş olma fikrine çok uzun zamandır karşılardı.
Raynor ve mahkûmlar, ikmal deposunun arka tarafına doğru yaslandılar. Jim eliyle bir sinyal verdi ve Marduke ile T-Bone diğer taraftan arkalarına dolaştılar. Raynor ve Rodney ise önden ilerlediler. Rodney ne yapacağına karar verene kadar Raynor çoktan tüfeğinin kabzasını havaya kaldırıp haydutlara doğru depara kalkmıştı bile. Haydutlar onu fark edene kadar silahının kabzasını bir tanesinin kaşına sertçe geçirdi; çıkan ses aynı mineral-kazıcı hidrolik motorun cevher kazarken çıkarttığı boş çarpma sesi gibiydi.
Köle tüccarı, kanı gayzer gibi fışkırırken geriye doğru tökezledi. Diğer haydut silahına davranıp hâlâ diğerlerine yetişmeye çalışan Rodney’e doğrulttu. Ancak tetiği çekemeden Marduke köşeden döndü ve haydudu sağ koluyla kafakola alıp sol eliyle de ağzını kapattı.
“Onu arkaya getir.” Raynor bayılmış haydudu ayağından tutup ikmal deposunun gölge ve siperine doğru çekerken Marduke da diğer haydudu tutuyordu. Adam ne kadar çırpınırsa çırpınsın, devasa mahkûm onu sıkıca kavramıştı. Binanın arkasına vardıklarında Marduke köle tüccarını yere bıraktı ve hipersonik bir hızda çenesine sağlam bir kroşe çaktı; adam yere kapaklandı ve bir miktar kan tükürdü. Raynor yere çömeldi ve adamın suratını çenesinden tutarak kaldırdı.
“Çocukları ve diğerlerini nereye götürecekler?”
Adamın kafası bilyalı rulman üzerinde süzülüyormuş gibi sola yuvarlandı. Sonra gülümsedi ve bir soytarının kırmızıyla boyanmış sırıtışını gösterdi.
“Bir Konfederasyon Şerifi. Senden güzel ödül olur ha. İyi para edersin.”
BAAAMMM! Bu sefer haydudun suratında patlayan Raynor’ın yumruğuydu. Raynor daha önce sürüsüne bereket adamı konuşturmuştu; bu belli ki öncekilerden çok daha kolay olmayacaktı. Tüfeğini adamın şakağına dayadı.
“Tüfeği susturucu moduna aldım. Buralarda dilediğim gibi adalet dağıtma yetkisine sahip olduğumun farkındasın, değil mi?”
“Fark etmez ki. Çocukları açık arttırmaya götürüyorlar… Bilim insanlarınıysa… eh, mezara.”
“Bilim insanları çocuklar kadar para etmiyor,” dedi T-Bone tükürürken.
“Yardımcının hakkı var,” dedi haydut. Sonra Rodney’e döndü ve sırıtışı daha da büyüdü. “Şu elemanı gördün mü bak? Zayıf halkanız o işte.”
Haydut bir anda ayağa fırlayıp Rodney’in silahına davrandı. Ancak eli kabzayı ancak kavramıştı ki Marduke kafasında gauss ile koca bir delik açtı.
“Kahretsin. Bunu duymuşlardır,” diye panikledi Rodney.
“O zaman derhâl harekete geçiyoruz. Marduke, sen ve Smalls çocukların peşinden gidin. Doğuya giden izleri takip edin, henüz kampın dışına çıkmış olamazlar. Rodney, sen benimle gel; infazı durduracağız. Ve unutmayın, çocuklar, o bileğinizdeki aletlerin sinyali uzun mesafede etkili.”
“Ne kadar da güvensizsin.” T-Bone sırıttı, sonra dönüp Marduke’a seslendi. “Gel bakalım, seni koca hayvan. Gidip çocukları kurtaralım.”
Jim ve Rodney, ikmal deposu duvarlarına olabildiğince yakın şekilde siper alarak kamp yerinin arka tarafına doğru ilerlediler. İkişer sıra hâlinde ilerleyen kurbanlar ve onları zapt edenlere ait uzun ve tozlu ayak izlerini takip ediyorlardı. Az ileride komuta merkezinin ardından gelen sesleri duyabiliyorlardı; yakındılar. Büyükçe bir sonar çanağın gölgesinde koştular ve yavaşça arkasına baktılar.
“Hay lanet,” diye mırıldandı ve Rodney’i yakasından tutup yere çekti. “Yerde kal. Onlara… Onlara kendi mezarlarını kazdırıyorlar.”
Artık onları görebiliyordu. Altı bilim insanı kürekle bir toplu mezar kazıyordu. Yerde yedinci bir bilim adamı kafasından vurulmuş, kanı etrafında toplanmış bir şekilde yatıyordu. Bilim insanlarının hemen ardında Mazor ve üç adamı duruyordu.
Raynor çantasını sırtından savurup yere koydu. İçinde örümcek mayınları vardı. “Pekâlâ, şimdi bunları yerleştirip şu serserileri buraya çekiyoruz. Ben işaret verdiğimde ateşleme pimini çekeceksin. Anlaşıldı mı?”
Raynor ona neyin vurduğunu anlamadı bile.
Rodney’e doğru döndüğü anda suratı bir silahın kabzasıyla tanıştı ve yere kapaklandı. Yukarı doğru bakmaya çalıştı ama göz kapaklarını aralayacak mecali yoktu. Bir şey de duyamıyordu; kafatasının merkezinin derinliklerine doğru inen çınlama sesi diğer tüm sesleri bastırıyordu. Kanatlardan biri mi saldırmıştı? Ya da Mazor tahmininden daha mı iyi bir taktik dehasıydı da geride bir gözcü bırakmıştı? Nihayet büyük bir çabayla gözlerini aralamayı başardı.
Tepesinde dikilen Rodney’di; onu kenara itip örümcek mayınlarıyla dolu çantaya uzanıyordu.
“Bunlar iyi para eder.” Rodney aşağı baktığında Raynor’ın gözlerinin aralandığını ve elinin çaresiz bir şekilde yukarı doğru uzandığını gördü. “Eh be, Şerif.” Sesi bir fısıltıydı. “İnsanlar değişmez, bilmez misin? Ben bir mahkûmum, aptal herif!” Bununla birlikte ayağını Jim’in burnuna indirdi. Raynor’ın dünyası karardı.
Marduke ve T-Bone, izleri ikmal depolarının ötesine, Mazor çetesinin motorlarını park ettiği nem-kondüktör kulelerine kadar takip ettiler. Artık sesleri de duymaya başladıklarında çamurda gıdım gıdım sürünerek ilerlemeye başladılar. Marduke geçmişte de birçok kişiye gizlice yaklaşmış ve çoğunu onlar onun farkına varmadan indirmişti. Bunu farklı yollarla yapmıştı: Bazen bir bıçakla, çoğunlukla bir silahla ve arada bir zorunda kaldığındaysa çıplak elleriyle. Sonuncu yöntem çok da hoşuna gitmiyordu. Öylesi yavaş, zor oluyordu ve ne zaman öldüklerini, son yaşam kırıntısının ciğerlerini ne zaman terk ettiğini kesin olarak biliyordu.
Başlarda her ölüm onu etkiliyordu; her biri geceleri ya da dikkatini dağıtacak bir şey olmadan yalnız kaldığı anlarda içinde birikiyordu. Sonra bir gün bir anda rahatsız olmamaya başladı. Gözünü bile kırpmıyor ya da üzerine ikinci defa düşünmüyordu. Aslında bu bir şekilde daha korkutucuydu; bütün o hatıraların bir arada olduğundan daha fena şekilde peşini bırakmıyordu. Şimdiyse artık bütün bunlardan yorulmuştu. Öldürmekten de gizlice birilerine sokulmaktan da… İçten içe El Indio’daki hükmünü bir kutsama olarak görüp kucaklıyordu. Eski ortaklarından hiçbiri ona hizmetleri için başvuramayacaktı. Artık işinin bitmiş olduğunu bileceklerdi.
Peki ya olursa? diye düşündü. Ya gerçekten de her şeye baştan başlayabilirse? Ya herkes onun öldüğünü ya da kavşakta kaybolduğunu düşünürse? O zaman belki bir ihtimal Raynor haklı olabilirdi ve kendisi gibi alçak bir herif için bile bir şans olurdu. Yine de işleri sıraya koymak gerekiyordu; zira öldürme günleri henüz sona ermemişti. En azından burada karşı tarafta kalanlar bu sonu gerçekten hak edenlerdi. Kendilerine neyin çarptığını bile anlamayacaklardı.
Marduke ve T-Bone, nem-kondüktör kulelerinin kenarına kadar süründüler; kulenin fanları yavaşça dönüyor, çöl esintisinden ufak bir parça yakalıyordu. Öbür taraftaysa Mazor çetesi, çocukları kendi hapishane kafeslerine kilitliyordu. Bu kafes daha eski bir modeldi ve önleyici bariyerleri çorak topraklarda geçirdikleri zamandan dolayı paslanmış ve yıpranmış gözüküyordu. Çocuklar çatışma bunalımına girmişlerdi; yüzleri korku ve endişenin birer portresiydi.
Nem-kondüktörünün fanlarından biri son ezici, gıcırdayan dönüşünü yaptığında Marduke, Smalls’a dönerek bağırdı, “Şimdi!”
Marduke Saul ayağa fırlayıp siperden dışarı koştu ve yolunu gauss ile açmaya başladı. Hipersonik mermilerin tiz vızıldaması eti parçalar ve kemikleri ayırırken çıkan ses sağır ediciydi. T-Bone da takip etmekte gecikmedi, kurşunatarı kaldırıp çeteye doğru sıkı, seri atışlar yapmaya başladı. Çocuklar bağırarak kaçıştılar; kimisi kendini yere attı, kimisiyse kafesin arkasına saklandı. Mazorların gerçekten hiç şansı yoktu. Marduke tam bir profesyoneldi ve sürpriz saldırı sayesinde şans onlardan yanaydı. Modern silahların yolu olduğu üzere çatışma başladığı hızla sona erdi. İnsan bedeni hipersonik hızda uçan mermilere dayanmak için tasarlanmamıştı ve en sağlam zırh bile nereye nişan alması gerektiğini bilen biri karşısında çaresizdi.
Marduke bir anlığına durup yarattığı katliam manzarasını içine çekti. Vulture motorları, hapishane kafesi gibi bulabildikleri ne varsa arkasına saklanmaya çalışan sinmiş çocuklara uzun ve sertçe baktı. Çocukların gözyaşları rahatlama, belirsizlik ve dehşetin birbirine karışımıydı. Bu adamlar onları çeteden çalmak için mi, yoksa kurtarmak için mi buradalardı? Marduke durumun farkındaydı; korkularını ve tereddütlerini gördü.
“Gel bakalım, velet. Isırmayız, korkma… tabii siz kızların hoşuna gidiyorsa o başka.” T-Bone daha büyükçe olan, on altı yaşlarında sarışın, güzel bir kızın içine düşmek üzereydi.
“Kapa çeneni, Smalls. O çeneni kapa ve kapalı tut, yoksa onu suratından koparıp eline veririm.” Marduke, T-Bone Smalls’a kanı donduran bir bakış attı ve ardından çocuklara döndü. “Artık güvendesiniz, tamam mı? Güvendesiniz.” Etraflarındaki onca kan ve ölüm göze alındığında bu kelimelerin ağırlığına inanmak zordu.
“Ah, kahrolsun. Ben şaka yapıyordum be, koca oğlan. Onların o kıymetli saçlarının tek bir teline bile dokunmam. Gerçi, belki şuradakine…”
Marduke tereddüt dahi etmeden T-Bone’u boğazından yakalayıp havaya kaldırdı. “Sana çeneni kapamanı ve kapalı tutmanı söylemiştim, di mi?”
T-Bone nefessiz kaldı, boğulurken tuttuğu kurşunatarı düşürüp iki eliyle birden Saul’un kavrayışını bozmaya çalıştı. “Tamam be,” demeyi başardı. “Bırak artık.”
“Çocuklar, çocuklar! Durun.”
Marduke döndüğünde Rodney’in bilekliklerini kontrol eden Raynor’ın kol bandını tuttuğunu gördü. “Onu yere indir,” diye devam etti Rodney. “Özgürüz. Hadi gidelim buradan.”
Marduke, elini gevşetip Smalls’ı indirdi. “Şerife ne oldu?”
Rodney sırıttı. “Adam herkese fazla güveniyordu.” Kol bandındaki bir düğmeye bastı ve bileklikleri kendiliğinden açılıp düştü. “Zaten kim takar ki? Sence bizi gerçekten serbest bırakır mıydı? Hayatta yapmazdı. Burada motorlar da var. Hatta ölü bilim adamlarının kimlik kartları bile var elimizde. Mazorlar gelip mevzuyu kontrol etmeden basıp gidelim işte.”
T-Bone güldü. Olayın komikliği aklını başından almış, özgür olmanın rahatlığı kafasına vurmuştu. El Indio’ya gitmesine gerek yoktu, risk almasına da. “ ‘Adam herkese fazla güveniyordu.‘ Vay be. İyi iş çıkarttın, ufaklık. Ben de seni süt oğlanı sanmıştım.”
“Hayatta mı?” diye sordu Marduke.
“Kim?” diye cevapladı Rodney.
“Şerif.”
“Sanırım… Emin değilim. Bayağı sert geçirdim hani.” Rodney motorlara doğru yürüdü. Çocuklar tehlikeyi fark edince bir kez daha siper alıp hapishane kafesinin yanına toplaştılar.
“Ben bu kıymetli küçük şeyi çok sevdim. Sen ne dersin, Rodney?” T-Bone bir kez daha sarışın kıza asıldı. Kız hapishane kafesinin zeminine çöktü, parmaklıklardan birine yapışıp arkasına saklanmaya çalıştı.
Marduke, menfur geçmişleri ve bozuk ahlaki değerleri olan, kendisi gibi sabıkalı adamları izledi. Hayatında bunlar gibi adamları çok görmüştü. Ancak o an Raynor’ın sesi zihninde gürledi: Bu hayatta bir adamın sahip olduğu tek şey sözünün güvenirliğidir, Marduke. Ben de sana söz veriyorum.
“T-Bone!” diye bağırdı.
Smalls arkasına dönerken Marduke yumruğunu mahkûmun suratına geçirdi ve onu kanlı, kati bir kararlılıkla yere yapıştırdı.
“Sen ne halt yediğin-” Rodney cümlesini bitirme şansı bulamadı. Marduke tam burnunun köprüsünün üzerine geçirdi ve bayılmasını sağladı.
Çocuklar kafaları tamamen karışmış bir şekilde izliyorlardı. Şu son bir saat içerisinde herhangi birinin hayatı boyunca görmesi gerektiğinden fazla vahşete tanık olmuşlardı. Gördükleri hiçbir şey onlara anlamlı gelmiyordu.
“Bakın burada ne var: Öz hakiki bir Konfederasyon şerifi!” Mazor, Raynor’a bu keşfin sadistik neşesini ima eden altın kaplı bir sırıtış attı. Sibernetik gözü yakınlaşırken gıcırdadı.
Raynor gözlerini yavaşça kırpıştırdı. Göz kapakları, etraflarındaki kurumuş kandan dolayı birbirine yapışmıştı. Yüzü acıyordu. Yüzü çok acıyordu. Onun şiştiğini ve adeta bir balon gibi kabardığını hissedebiliyordu. Kendisine tepeden bakan adamı onca kan ve kafa bulanıklığı yüzünden zar zor görebiliyordu. Düzgün bir şekilde görebildiğinde sadece adını söyledi, “Mazor.”
Mazor arkasındaki iki köle tüccarına dönerken gün ışığını yansıtan koca sırıtışı Raynor’ın gözünü aldı. “Heh, şuna bakın çocuklar! Meşhur olmuşum.”
“Köle ticaretinde meşhur.” Raynor öksürdü. Ağzındaki kan boğazına geri aktı.
“Ee, kim bunun kötü bir şey olduğunu söyledi ki? Şimdi kaldır bakalım kıçını.” Mazor kurşunatarını Raynor’ın suratına doğrulttu.
Jim namluya doğru baktı. Demek sonu böyle gelecekti. Bir gün, bir şekilde şu an olduğundan daha iyi bir adam olabilmek için aptal bir fikri kovalarken… Onu buraya getiren kendi pişmanlıklarıydı ve bunun da farkındaydı. Eskiden olduğu adamı telafi etmek için duyduğu aptalca tutku ve başkalarının da kefaret için potansiyel taşıdığına dair duyduğu güven… Ne kadar çocukça ve ne kadar da safçaydı. Şimdi ise bedelini ödeyecekti. Ama daha da kötüsü, çok daha kötüsü, Liddy de bedelini ödeyecekti. Ve tabii bebek de.
“Kahretsin.” Raynor kendini kalkmaya zorladı ve tökezledi. Mazor’un gözlerinin içine bakacak pozisyona gelmeye çalışıyordu. Bu köle tüccarına onu dizleri üstünde öldürmenin ya da yalvarmanın zevkini tattırmayacaktı. Eğer sonu bu şekilde gelecekse en azından haysiyetiyle ölecekti.
Mazor onun bakışlarına karşılık verdi; sibernetik gözünün servo aksamları kendini ayarlarken cızırdadı. “Sana bir şey göstereceğim. Arkanı dön.”
“Hayır,” dedi Raynor.
“Hayır mı?”
“Eğer beni öldüreceksen gözümün içine bakıp öyle öldür.”
Mazor tam olarak öyle yaptı. Bakışı ölümcüldü. Ama sonra yumuşadı ve sırıtışı geri geldi; ağzının içindeki altın kaplı diş ve çürümüş boşlukları gözler önüne serdi. Sonra bir anda gülümseme yok oldu ve yüzünde gazap dolu bir bakışla kurşunatarı Raynor’ın karnına indirdi. Raynor dizleri üzerine düştü ve kıvamlı mor-kırmızı parçalar öksürdü.
Raynor etrafındaki köle tüccarlarından yükselen gülüşmelerin kakofonisini duyabiliyordu. Bağırsakları sanki içten sızdırıyormuş gibi hissettiriyordu. Kurşunatar bir kez daha alnına doğrultuldu.
“Şerif, sanırım artık Mar Sara’da hizmetlerinize gerek duyulmuyor.”
Jim gözlerini kapadı. Buraya nasıl geldiğini düşünüyordu. Onca yıl önce Tychus’la ve savaşla geçirdiği günlere kaydı aklı. Yeteri kadar telafi yapabilmiş olduğunu umdu. Günün sonunda iyi bir adam olarak hatırlanmayı umdu. Liddy’nin çocuklarına babasından bahsederken onu iyi anmasını umdu. Derin bir nefes aldı ve hiçliğe karışmak için hazırlandı.
Nefesini hipersonik mermilerin eti yarıp geçerken çıkarttığı rat-tat-tat-tat sesiyle birlikte saldı. Gözlerini bir anda açtı. Mermilerin hiçbiri ona saplanmamıştı. Mazor, yanındaki iki köle tüccarıyla birlikte yerde ölü yatıyordu. Geriye kalan köle tüccarları durdukları yerden fırlayıp üzerlerine yağan çelikten dolunun altında can verirlerken mermiler havayı doldurdu. Raynor yapabileceği tek şeyi yaptı. Yere yatıp kafasını bile kaldırmadı. Ortalık toz altında kaldığında artık göremiyordu; sadece kan kaybından ölmekte olan adamların bağırışlarını ve silah ateşinin o ölümcül, ezici sesini duyabiliyordu.
Sonsuza kadar sürmüş gibi gelse de nihayet silah sesleri kesildi. Toz dumanın durulduğu o sessizlikte Raynor kendini Mazor’un ölü gözlerine bakarken buldu. Sibernetik gözü tekrar odaklandı, aksamlar bir ileri bir geri hareket etti. Raynor silahını aldı ve toz ile kum tabakasının içinde bir siper bulmak için karnının üzerinde ileri sürünmeye başladı. Ateş açanın kim olduğundan emin değildi ve kendisinin dost mu, düşman mı olduğuna nasıl kanaat getirdiklerine dair en ufak bir fikri bile yoktu.
“Şerif?” diye biri seslendi. “Şerif, ortam temiz.”
Raynor bu sesi tanıyordu.
“Marduke?” diye fısıldadı; daha sonra daha gür bir şekilde tekrar sordu. “Saul, sen misin?”
“Sözümü tuttum, Şerif.”
Raynor onu görebiliyordu; gölgemsi hatlarıyla savrulan kumun içinde, yeni doğmakta olan şafağın tonlarına karşı duran kaslı bir silüetti. Jim ayağa kalkmaya çalıştı ama midesindeki keskin acıyla iki büklüm oldu. Bedenler her yerdeydi, tanınamayacak şekilde parçalanmış ve dağılmışlardı. Kefareti bulmanın ne kadar da garip bir yolu, diye düşündü Jim. Vücudu hâlâ titriyordu ve görüşü de bulanıktı ancak en azından ayağa kalkabilmişti.
“Asıl soru,” Marduke iki eliyle tuttuğu gauss tüfeğini Jim’e geri verirken devam etti, “sen kendi sözünü tutacak mısın?”
Raynor olayın tüm ağırlığı dank ettiğinde Lanet Kavşağı’ndan neredeyse çıkmıştı. Bilim kadınını alıp Adalet Kanyonu’ndan ana üsse getirmişti. Ona cesetleri gömmesinde yardım etmişti. Çocukların bu günü asla unutamayacaklarını biliyordu. Bu olanların kâbusu yıllarca peşlerini bırakmayacaktı. Ama aynı zamanda kendisinin ne yaptığını ve en az onun kadar önemlisi, Marduke’un ne yaptığını hatırlayacaklarını da biliyordu. İşin bu yanını daha çok hatırlamalarını ve hayatın sunduğu bütün karanlıklara rağmen buna karşı koyacak birilerinin varlığıyla teselli bulmalarını umdu. Tarayıcıları tekrar çevrimiçi olmuştu ve vulture motorunun telsizi maden kamyonları, nakliye gemileri ve yerel köylülerin uyuşturucu değiş-tokuşu haberleriyle çalkalanıyordu. El Indio’ya sadece 320 kilometre yol kalmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar orada olacaktı.
Kargosu pek de beklendiği gibi değildi. Kafeste sadece iki mahkûm vardı: T-Bone Smalls ve Rodney Ossen. Katil Marduke Saul, Mazor çetesinin akını sırasında öldürülmüştü. Saul ve diğer şerefsizler talihsiz bilim insanlarına kazdırdıkları toplu mezarda gömülüydüler.
En azından aklında üzerinden tekrar tekrar geçtiği ve anlatmayı planladığı hikâye buydu. Gerçekteyse Saul gitmişti. Jim sözünün eriydi ve Marduke istediği şey ve kişi olabileceği yeni bir hayat ve umutla özgür kalmıştı.
Rüzgâr kulaklarında uğuldarken Raynor resmi çıkışı geçti ve doğru şeyi yapıp yapmadığını merak etti. Zihninde Marduke’u Lanet Kavşağı’nda Mazor’un motorlarından birinin tepesinde gün batımına doğru yol alırken canlandırdı; aynı Jim’in de yaptığı gibi, gün yerini geceye bırakırken açtığı gibi temiz bir sayfa açarak. Jim bunun mümkün olup olmadığını merak etti; özellikle de kendi için. Bildiği tek şey, bunun mümkün olduğuna inanmak istediğiydi. Liddy’ye dönüyordu; yeni bebeklerine, asla layık olacağını sanmadığı bir hayata. Bunu bilmek hoşuna gidiyordu. Bunu bilmek çok hoşuna gidiyordu.
KAYNAK: http://us.battle.net/sc2/en/game/lore/short-stories/perditions-crossing/