“Eğer atom bombasının ne olduğunu bilmiyorsan, aklına gelebilecek en kötü şeyi düşün. Atom bombaları ondan da beterdi.” –Sığınak Sakini’nin Anıları
23 Ekim 2077. Çorak Topraklar’da karşılaşabileceğiniz hemen herkesin aklına, gün boyu kafanıza takılan ve susmak bilmeyen iğrenç bir melodi misali kazınmış bir tarihti bu. Artık farklı gruplar tarafından kullanılıp, farklı isimler ile anılan bir askeri üste yaşayan bir tarihçi olmanızla eski, terk edilmiş bir evde bulduğunuz bir buzdolabının ve görece temiz su sağlayan çeşmesinin yanında yaşayan – eğitimli olması şöyle dursun – okuma yazması bile olmayan sıradan bir Çorak Toprakları vatandaşı olmanız arasında pek fark yoktu. Ya da insanların özel mülkiyetlerini kendisininmiş gibi benimseyip, onları öldürmeden evvel bir güzel işkence etmekten başka bir şey bilmeyen bir yağmacı olmanızla… 23 Ekim 2077, sizin bu hale düşmenizin sebebiydi çünkü. Biliyordunuz ki, insanlar her zaman bu şekilde özgür, bu şekilde sefil veya bu şekilde korunmaya aciz bir şekilde yaşamıyordu; bu şekilde yaşamaları gerekmiyordu. Hatırlamaları gereken bir tarih de yoktu.
23 Ekim 2077’nin o 2 saati, bütün bunları değiştirmeye yetmiş de artmıştı.
Sözü geçen bu 2 saat, hikâyenin sadece sonlanan kısmıydı elbette ki. Başlangıcı ise daha köklü ve engin bir sebepsizlik içeriyordu: öyle ki bereket ve refahla başlayan bir sistemin, sinsice yaklaşan değişim sonucuyla oluşan kıtlık, açgözlülük, savaş ve en nihayetinde oluşan aptallığın meyvesiydi o 2 saat. Bu yazının amacı ise bahsi geçen değişimin barındırdığı savaşı ve onun oluşma sebeplerini açıklığa kavuşturmak olacak; çünkü bilinen bir gerçektir ki, her ne kadar savaşın toplumlara ve bireylere getirdiği değişim muazzam olsa da savaş, savaş hiç değişmiyor…
Şayet, bahsi geçen yıkımdan önce yaşamış biriyle tanışacak olup da – ki bu aslında mümkün – ona neden her şeyin bir anda bu şekilde saçmaladığını sorarsanız size muhtemelen her şeyin 2052 senesinde başladığını söyler ve hikâyeyi anlatmaya koyulurdu – ya da, en azından, “aptal aptal sorular sormayı kes!” gibi bir cevap verip kafanıza bir adet boş Nuka-Cola şişesi fırlatırdı. Aslında kısmen de olsa haklı sayılırdı. Her şey, pratik anlamda, 2052’nin ilkbaharında gerçekleşmişti. O yılda tam olarak ne olduğu konusuna girmeden önce, bunun tam olarak doğru olmadığını söylemekle yetineceğim. Çünkü asıl anlamda her şey 1945’in ortalarında gerçekleşen bir olaya dayanıyordu: İlk nükleer bombanın yapımı ve kullanımı. Sonrasını zaten biliyorsunuz diyebilirdim fakat işin aslı bundan daha ilginç…
Dediğim gibi, aslında her şey 1945’in ortasında yani nükleer enerjinin artık insanlığın bir parçası haline geldiğinde başlamıştı. Fakat 1945 yılını özel kılan şeyler bununla da bitmiyordu, zira ne olduysa olmuş, o yıl ile 1961 arasındaki kültürel değerler, sosyal standartlar ve etik normlar insanlık için bir yüzyıl daha kullanılmak için sabitlenmişti. Teknoloji her zamanki enflasyon hızında devam ederken, nedir, kültürel seviye gelecek yüzyılların kayıtlı tarihine kadar yerinde sayıklamıştı.
20. yüzyılın ikinci yarısı, insanlık için altın bir çağın başlangıcı diye adlandırılabilirdi. Önü alınamayan teknolojik gelişmelerden tutun, sonu gelmeyen bilimsel araştırmalara, herkese yetecek kadar bereketli doğal kaynaklar ve oradan hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken mutluluğa kadar… Başta USSA olmak üzere, büyük umutlar vaat eden uzay yarışları ve küçük gezegenimizden kopup da sonsuzluğa açılma hayalleri insanların gönüllerine henüz taht kurmaya başlamış, 1945’in sunduğu felaket potansiyelinin getirdiği korkuyu bir nebze olsun dindirmişti. RobCo gibi şirketlerin sağladığı ve her modelinin farklı iş gördüğü robotik çalışmalar özel sektörde ve kamu sektöründe – ev hizmetçiliğinden askeri güvenliğe kadar – gerçekten büyük bir rol oynamakla kalmamış, söz konusu sektörleri aynı zamanda şekillendirmişti de. Elbette, bu tür uğraşların olmazsa olmazı enerji ihtiyacını gideren Poseidon Energy gibi şirketlerin de imdada yetişen doğal kaynakları – ve bir miktar yenilenebilir enerji kaynakları – mevcuttu. Uzun lafın kısası, yirminci yüzyılın ikinci yarısı ve onu takip eden uzun yıllar, birçok yönden sizde neredeyse bulunduğunuz gerçeklikten kopma ve orada yaşama isteği uyandıracak bir refah ve mutluluğa sahipti.
Neredeyse…
21. yüzyılın ortalarına yaklaştıkça, değişim de onun beraberinde geliyordu. Teknolojinin ve onun büyük rol oynadığı sözüm ona Altın Çağı’nın olmazsa olmazı olan doğal kaynak sıkıntısı, kendisini gün geçtikçe daha da belli ederek ülkeleri bu konuda acilen belirli önlemler almaya itiyordu. Doğalgaz ve petrol gibi doğal kaynakların hızla azalması ve her damlasının gün geçtikçe değer kazanmasıyla birçok ülke nükleer enerjiye bel bağlamaya başlamış, petrol ile birlikte uranyum yatakları da hiç olmadığı kadar değerli hale gelmişti. Gel zaman, git zaman; nükleer enerjinin yeterliliği de bir noktaya kadardı tabi. Hızla artan nüfus yoğunluğu ve her birinin karmaşık gereksinimleri hiçbir enerji kaynağıyla boy ölçüşemiyor hale gelmiş, artık ulusları bile birbirlerine düşürmüştü. Savaş kapıda görünüyordu…
Enerji sorununu uzun vadede giderecek somut bir çözüm kimsede yoktu. Bu yüzden herkes elindeki sınırlı kaynakları da kurutmadan gözünü diğerlerininkilere dikmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmeye başlamıştı. Çok geçmeden Birleşmiş Milletler’deki tartışmalar kızışmaya başladı. Herkes bir diğer ülkenin üzerine çeşitli bahaneler atarak enerji paylaşımlarında bulunmaları için talepte bulunuyordu. Avrupa Birliği, bu sözü geçen bahaneler doğrultusunda hiç acımadan petrol fiyatlarını yükseltip duran Orta Doğu’ya askeri bir operasyonda bulunmayı planlasa da, çok geçmeden bunun da bir işe yaramayacağını gördüğünde kendi içinde parçalanmaya başlamıştı bile. Benzer şekilde Orta Doğu da elinde bulunan sınırlı fakat bereketli petrol ve uranyum kaynaklarını kullanarak bir yarım yüzyıl daha yetecek enerji ihtiyacını giderebilirdi. Ancak onun yerine bu kaynakları silahlanma amaçlı kullanıp bazı yarım kalmış işleri tamamlamayı makul görmüşlerdi.
Tarih 2052’yi en sonunda vurduğunda, gezegenin sosyo-politik durumu iyice saçmalamış haldeydi. Sürekli birbirini yiyen ülkelerin ve hiçbir konuda anlaşmaya varamayan Birleşmiş Milletler üyelerinin hemfikir olduğu tek nokta, artık gerçeklerle yüzleşip Birleşmiş Milletler örgütünü terhis etmekti. 26 Temmuz 2052’de örgütün dağılma kararıyla, sadece ülkeler aptalca bir harekette bulunmasın diye yürürlükte olan belirli protokoller geçerli olmamakla kalmamış, aynı zamanda halkın her geçen gün varılması daha da zor görünen barış için de umudu tamamen ayaklar altına serilmişti. 1945’in insanlığa yaşattığı o dehşet, artık büyük bir hızla kendini yeniden gösteriyordu. İnsanlar en kötü senaryodan korkmaya başlamıştı…
Bu krizden en az hasarla çıkmayı başaran Amerika Birleşik Devletleri ise, kalan belki de son uranyum yataklarının bulunduğu Alaska’yı elinde tutarak hem gezegenin en avantajlı ülkesi haline dönüşmüş, hem de kendini kocaman bir hedef tahtası haline getirmişti – ve Amerika da bunu biliyordu. Hedefe ilk okunu atan, Amerika’nın bu durumundan hiç hoşnut olmayan, uzak diyarların Çin Halk Cumhuriyeti’ydi, elbette. Amerikan hükumeti – ve halkı – bir süredir Çin’den gelen olası bir saldırının korkusuyla yüz yüze kalmış, bu da herkesi paranoyak hale getirmişti. Kendi tarihinde ilk defa, Amerika Birleşik Devletleri bir işgal olasılığıyla burun burunaydı hatta!
Birleşmiş Milletler’in dağılmasının ardından geçen 14 yıl görece sakindi. 14 yıl dedim çünkü 2066’nın kış mevsiminde olan olmuş, Çin Halk Cumhuriyeti ilk büyük hamlesini yaparak Alaska’ya saldırıp büyük bir zaferle eyaleti işgal etmişti. Elbette ki bundan hiç mi hiç haz etmeyen Amerika’nın da Alaska’yı geri alma planları vardı: Bunlardan en önemlisi General Atomics ile RobCo şirketlerinin hükümet gözetimi altında ortak anlaşma sonucu tasarladığı Liberty Prime adlı fazlasıyla büyük ve fazlasıyla milliyetçi bir robottu. Tasarımı ve silah gücü gerçekten de Alaska’yı Çin’den kurtaracak şekilde olsa da robot zamanında bitirilememiş, ordu da – aşağıda bahsedeceğim üzere – Prime olmadan karşı saldırıya geçmek zorunda kalmıştı.
Çin’in bu pervasız tavrı Amerikan halkı için pek de umut verici değildi. Halk bunalımdaydı. Amerikan hükümeti – bilhassa Amerikan hükümeti – bile artık her şeyin düzeleceğiyle ilgili boş vaatler sunmuyor, insanlara en kötüsüne hazırlanmaları için öğütlerde bulunuyordu. Dahası, bu öğütlerin boşa gitmemesi için ülkenin her bir karış toprağına yüzlerce sığınak inşa etmeye başlamıştı. Vault-Tec isimli şirketin inşaatını üstlendiği bu son teknoloji ürünü ve tasarım harikası sığınaklar, temelde Amerikan halkını salgın veya nükleer felaket gibi olası tehlikelerden koruma adına yapılıyordu – en azından resmi kaynakların söylediğine göre durum buydu! [Konunun diğer boyutundan başka bir Fallout yazımızda bahsedeceğiz.]
Alaska’nın düşmanın eline geçmesiyle, Birleşik Devletler’in toprağını geri alma azmi arasında sıkışan Kanada ise uzun baskılar sonucu Amerika Birleşik Devletleri topraklarına katılmıştı. Resmi kaynaklar, bunu Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı TEK DEVLET! TEK BAYRAK! TEK DİL! (ULAN!) misali, iki taraf için de “yararlı” olduğu nitelendirilen bir hamle şeklinde açıklasa da aslında durum, Amerika’nın yalnızca Alaska’ya rahat ulaşabilmek için uyguladığı bir strateji olmaktan öteye geçmiyordu. Kanada’da – ve Birleşik Devletler’de – yapılan sayısız sivil protesto ve tepkiler de buna mani olacak güce sahip değildi.
İşgalden yaklaşık 10 yıl sonra, yani 2076’da Amerikan Ordusu tarafından sürülen karşı saldırıda Amerika Liberty Prime olmadan büyük kayıplar vermiş olmasına rağmen, muharebeyi kazanıp Alaska’yı geri almayı başarabilmişti. Bu zafere katkıda bulunan en önemli element, Amerika’nın karşı saldırı için tasarladığı bir diğer ince iş olan Power Armor adlı güçlendirilmiş zırhlar giyen elit askerler olmuştu. Her ne kadar Çin’in de buna karşı boş durmayıp, kendine özgü gizlilik tabanlı teknolojileriyle ördüğü belli başlı savunma sistemleri olmuş olsa da, aslında Amerika’ya karşı Alaska cephesinde pek bir şansları olmamıştı.
Tarihler 2077’yi gösterdiğinde, gezegenin üzerine korkunç bir sessizlik çökmüştü: Ne bir savaş, ne bir felaket, ne de herhangi bir saldırı söz konusuydu. Sadece orada-burada yaşanan birkaç protesto eyleminin kötü sonuçlanmasıyla öldürülen insanlar olmuştu. Lakin bu kimseyi uzun vadede pek de endişelendirecek bir durum değildi. Bir de arada yapılan siren tatbikatları söz konusuydu elbette – ama ilk birkaçından sonra onları da pek takan olmamıştı. Hatta barışın çok yakın olduğunu ve bu küresel cinnetin en sonunda bittiğini düşünenlerin sayısı bile gitgide artmaya başlamıştı.
23 Ekim 2077. Herhangi bir Cumartesi’den farksız bir gündü: İşe yetişmeye çalışan insanlar, kendilerini protestoların kargaşasından korumaya çalışan aile bireyleri ve okul gezisi için bir grup ilkokul öğrencisini düzene sokmaya çalışan öğretmenler… Her şey gayet sakin ve sıradandı. Hatta Nuka-Cola şirketi o gün ilk defa, uzun zamandır test aşamasında olan yeni içeceğini halka sunmuş ve sayısız kamyonu, fabrikalarından marketlere yola sokmaya koyulmuştu. Herkesin günlük telaşa kapıldığı ve gelecek için plan yaptığı sıradan bir gün olarak başlamıştı, 23 Ekim 2077. Çok az insan durumun böyle olmadığını biliyordu.
İlk füze Batı Yakası’na düşmüştü.
Savaş sırasında ülkenin batısında tam olarak nelerin yaşandığıyla ilgili hala pek fazla şey bilinmiyor. Hatta sirenlerin bile çalmadığı, kurtulanların çoğunun kendilerinden görece uzak bombaları görüp de sığınaklara koşan insanlar olduklarıyla ilgili bir söylenti bile söz konusu. Uyarılma şansına sahip olmuş Doğu Yakası için de durum daha iyi sayılmazdı gerçi. Aslında sirenleri duyan insanların da buna pek telaşlı tepki verdiği söylenemezdi. Öyle ki bundan önce uygulanan sayısız saldırı tatbikatı durumu tam bir yalancı çoban masalına çevirmiş, ne olur ne olmaz deyip de sığınaklara koşan çok az insanı dalga konusu eylemişti – ki o da birkaç dakikadan fazla sürmemişti zaten. Ülkenin başkenti Washington DC ise tam bir hedef tahtasına dönmüş, üzerine çullanan yüzlerce başlığın patlamasına kurban gitmişti.
Gezegenin diğer kısımlarında tam olarak ne tür etkiler yaşandığı hala merak konusu. İlk tetiği kimin çektiği de bilinmiyor: Amerika ile Çin arasındaki füze alış-verişiyle panikleyen diğer ülkeler de kendi başlıklarını fırlatmaya koyulmuş, gezegende yaşanabilir bir nokta bile bırakmamakta ısrarcı davranmışlardı. Bütün dünya can çekişiyordu. Savaşın etkileri çoğu insanın hayal ettiğinden bile daha kötüydü. Öyle ki, ardı ardına gelen patlamalar sonucu yeraltı fay hatları ciddi anlamda etkilenmiş, gezegenin önemli bir bölümünde kıtasal değişimler yaratmıştı. İnsanlık tarihinin en dehşet verici neden-sonuç ilişkisi yaşanmıştı o 2 saatte ve uğruna savaşılan değerler de dâhil olmak üzere her şey muazzam bir yıkımla sonuçlanmıştı. Elde sadece ve sadece herkesin kaybettiği bir savaş kalmıştı.
”Biz savaşı bitirmezsek, savaş bizi bitirir” demişti H.G. Wells, bir keresinde. Kim bilir, belki eski düzenin liderleri Wells’i daha ciddiye alsalardı, bütün bunların yaşanmasına bile gerek kalmayacaktı. Ne var ki değişim – iyisi ya da kötüsüyle – gerek doğanın gerekse de insanların kaçınılmaz bir parçası olmuştur hep. O dünyanın insanları ne savaşmayı bitirmişti ne de savaşların onları tamamen bitirmesine izin vermişlerdi… Bir zamanlar büyük bir telaş ve azim dolu canlı bir gezegeni, korkunç ve sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bir sessizliğe büründürmüştü savaş. Her şeyi değişime zorlamıştı. Değişimin kaçınılmaz ve gerekli olduğu söylenir. Bunun her zaman doğru olmadığını söylemekte sakınca yok sanırım. Öyle ki, doğada hayatta kalabilmemizin olmazsa olmazı bir kavram diye nitelendirilen değişimi kendi silahıyla vurmayı başarabilmiş olan savaş, savaş hiç değişmiyor…