Lorekeeper

NASIL BULDUK: FALLOUT 4

Evet, sonunda Fallout 4’ü %100 bitirmiş bulunmaktayım. Esasen üstünden birkaç ay geçti ve bu yüzden oyunu (tamamen) bitirir bitirmez taze bir hafızayla böyle bir yazıya girişmemin daha akla yatkın ve mantıklı olduğunu savunmanız bir hayli makul. Lakin inanın Fallout 4‘ün, içerisinde kelimenin tam anlamıyla yapacak hiçbir şeyim kalmadıktan sonra bile aklımdan çıkmadığını söylesem sanırım abartı olmaz. O yüzden neler yazacağım üstüne düşünecek daha fazla vaktim oldu.

Steam‘in yalancısıyım: Fallout 4 şu anda “505 saat oynanmıştır” yazısıyla listemdeki onca oyunun arasında en çok oynanan olarak rekorunu koruyor. En azından şimdilik… Tam şu anda bu satırları okurken oyunun kusurlarını göz önünde bulundurduğunuzda 505 saat gibi bir süre oynamış insana “İşsiz misin?” diye sorma gereği duyduğunuzun farkındayım — ki Steam profilimden bunu görüp de bana bizzat soran arkadaşlarım da mevcut zaten. Fakat genel anlamda “completionist”, yani bir şeyi tamamen bitirmeden başından kalkamayan biriyseniz ve bilhassa Fallout serisine düşkünseniz, kusurlarına rağmen oyunun bir nebze sürükleyici olduğunu düşündüğünüzü varsayıyorum — veya, en azından, serinin hatrına oynanması gerektiğine inandığınızı…

505 saat. Ortalama 10 ay. Oyunu ilk çıktığı gün aldığımda internetimin yavaşlığı sebebiyle yüklenme ne kadar geciktiyse oyunu bir an önce açıp başlamak konusundaki sabırsızlığım da bir o kadar artmaktaydı. Prensip gereği özellikle bağımsız yapımcı olmayan şirketlerin ürünlerini ön-sipariş olarak almadığımdan bunu yapan birçok arkadaşım oyunu çıkış tarihinden önce yüklemeye başlamıştı ve ben kendi internetimin benimle dalga geçmesiyle bocalarken millet çoktan Facebook ve benzeri platformlara “Şu çok güzel, bu rezil” diye tecrübelerini not etmeye uğraşıyordu. En sonunda oyun yüklenir yüklenmez de çeşitli yazılım sorunlarıyla karşılaşmadım değil (Bethesdaaaaaa!!!) fakat neyse ki internette benim gibi bahtsız bedeviler de vardı da onların çözümleriyle düzeltebildim.

Evet. Oyunun çıkışından 2 gün sonra Fallout 4… inmiş durumdaydı. Herhangi bir sorun yoktu. Yeni Oyun’a tıkladım ve Bethesda‘nın vadettiği o “bitmez, tükenmez” maceraya kendimi fırlattım! Kabul etmeliyim ki birçok insanın yakındığı sorunlar benim de canımı sıkmıştı: RPG’nin basitleştirilmesi, verilen kararların sığlaşması, hikâyenin fazla tekdüze olması, sonraları çıkan DLC’lerin beklenileni karşılamaması… Hepsi ama hepsi Bethesda’nın benden bir yığın beddua yemesine sebep olmuştu; hâlen daha oluyor da! Fakat şunu da belirtmeliyim ki oynadığım o 505 saatin hepsini sil-baştan oyna deseler, gözümü bile kırpmadan söz konusu Yeni Oyun’a basar, silinen hafızamın kaybettiği her boşluğu hiç sıkılmadan doldururdum! Çok ciddiyim. Çünkü onca kusuruna, hatasına ve hayal kırıklıklarına rağmen Fallout 4, bana çok az oyunun yaşattığı hisleri sunmuştu: Kaybolmuşluk hissine. Anlatacağım.

Fallout serisini anlatmama gerek yok herhâlde? Hani böylesine bir blog yazısına meraklanıp tıklamaya zahmet eden her insan, -tahminimce- Fallout serisine az çok aşinadır diye düşünüyorum. Fakat yine de olur da bilmeyenler çıkar diye söylemekte fayda var: Fallout, öyle pek de mutlu sonu olmayan bir hikâyedir. Keza her şeyin başlangıcı olan o hiç görülmemiş ve oynanmamış Büyük Savaş ile onu yaratan sebepleri, bu “mutluluktan uzak olma” konusunda bir hayli ısrarcıydı. Kelimenin tam anlamıyla dünyanın sonu gelmişti, insanlık için ha var ha yok dediğimiz umut kıvılcımlarının da kendine pek hayrı yoktu. Neslimiz tükenmemişti elbet, hâlen daha orada-burada bulunan ve nispeten küçük gruplar hâlinde yaşayan insanlar bulunuyordu. Gerek bombalardan kaçmayı başarabilmiş bahtsız (!) Vault sakinleri olsun, gerekse de insanlar için ne kadar güvenli olduğu tartışılır durumdaki çeşitli sığınak alanlarından türeyen yeryüzü halkı… Bir şekilde insanlık, o kadim inadına devam edip “Hâlâ buradayız!” diye çığlık atıyordu; fakat ağır hastalıktan sesi gitmiş bir insanın olabileceğinden daha başarılı bir şekilde değil.

Hislerden bahsetmiştim; kaybolmuşluk hissinden — tam olarak neden bahsettiğimi anlatacaktım:

Bildiğiniz üzere Fallout 4’te kanka olabileceğiniz dört farklı gruplar bulunuyor: Brotherhood of Steel, Commonwealth Minutemen, The Institute ve The Railroad. Hepsinin kendine göre getirileri-götürüleri var. Çıkışından birkaç hafta sonra, birçoğu benden önce oyunu bitiren hemen herkes çoğunlukla oyunun gözardı edilemeyen kötü yanlarına odaklandığı için bu gruplar arasındaki seçimin fazlasıyla ihmal edildiğini fark ettim — ya o ya da ciddi ciddi kimi seçeceklerini umursamamışlar gibi göründü bana. Onları suçladığımı söyleyemem. Cidden de kimse bir RPG’den beklediği şeyleri Fallout 4’te göremedi; seçimlerimiz vardı fakat muazzam seviyede tekdüzelerdi, karakter gelişimi cidden tembelce işlenmişti, çeşitli örgütlerin de bir o kadar sığ olması ve Allah kahretsin ki hayal kırıklığı demenin bile yetmediği o son…! Gerçekten de insan, oyunda attığı her adımda “Yahu ben bile şu kontrollerle yönettiğim karakterden daha iyi kararlar verirdim!” demeden edemiyordu.

 

Lakin bu kadar kusurun arasında itiraf etmeliyim ki Fallout 4, karar verme bağlamında beni iyi köşeye sıkıştırdı. Zira ne kadar sığ ve tekdüze olsalar da oyunun içten içe sorduğu soru gerçekten de etkileyiciydi ve ardına bıraktığı ikilem de bir o kadar başa belaydı. Elbette ki oyunun o son rötuş kararlarından, yani hangi örgüte yanaşmamız gerektiği kısımdan söz ediyorum.

Dediğim gibi, dört örgüt/grup… Dört farklı sav. Hepsinin kendine has geçerli sebepleri ve savundukları fikirleri var; hepsi, şu ya da bu şekilde insanlığın geleceğini düşünüyor. (Evet, The Railroad bile.) Oyunun bir noktasına kadar bu dört grup ile birlikte hiçbir sorun yahut çatışma olmaksızın yaşayabiliyorsunuz. Commonwealth Minutemen, bölgedeki insanların iyiliğini ve kaldıkları yerleşkelerin sürekliliğini öncelik olarak düşünen ve sırf bunun için Preston Garvey gibi “Hele ver haritanı, işaretleyeyim” demeden duramayan birini aralarına aldıklarını inandığım bir örgüt. The Institute, artık 7’sinden 70’ine kadar öcü olarak görülmeye başlanmış fakat somut olarak hemen hiç kimsenin bu söz konusu grup hakkında bir şey bilmediği, bilimsel gelişmelerin insanlığı tekrardan yücelteceğine inanan; gölgelerin arasından insanları kontrol etmeyi ve korkuyla ün salmayı alışkanlık hâline getirmiş bir grup bilim insanı. Brotherhood of Steel, bu söz konusu “öcülere” savaş açmak için mazinin başkenti Washington DC’den, Massachussets’e kadar gelmeyi kendine görev bilmiş yarı-askeri ve fazlasıyla tekno-radikal bir örgüt. The Railroad ise bu üç grubun, hatta genel anlamda bütün Commonwealth halkının aksine, The Institute’un çeşitli algoritmik bağlamlardan ötesi olmayan makinelerden başka bir şey olarak görmediği, adeta köle olarak kullanıp kontrol etmek istedikleri insanların üstüne saldığı androidlerin (sentetiklerin) aslen bu zulümden kurtarılması için çabalayan bir grup özgürlük savaşçısı olarak düşünülebilir.

Oyunun başlangıcında vereceğimi ön gördüğüm kararlar aklımda belirgin olduğundan her şey benim için net ve güzel ilerliyordu. Brotherhood of Steel ile geçmiş tecrübelerimden yola çıkarak tıpkı bir önceki oyuna benzer bir tavır takınacaklarını ve (Enclave gibi olmadıklarından) The Institute ile bir şekilde uzlaşmaya varacaklarını bekliyordum — daha doğrusu umut ediyordum. The Commonwealth Minutemen’in pek de The Institute ile bağlantısı olacağını düşünmediğimden ve hatta bu insanlara karşı davranmak pek mümkün olmadığından ciddiye aldığım bir örgüt değildi. The Institute, diğer insanlar gibi ben de öcü-örgüt olarak veya en azından fazlasıyla küstah (Bkz. Dr. Zimmer / Fallout 3) gördüğüm, saklandıkları yerin bir hayli fiyakalı ve ihtiyacı olanlara yardım edebilecek kadar teknolojik olduğunu düşündüğüm, en kötü bu insanları bir şekilde durdurup tesislerini ele geçirmeyi umduğum bir yerdi. The Railroad ise — yine Fallout 3’ten yola çıkarak — The Institute hakkındaki bu beklentimi yerine getireceğini ümit ettiğim ve sentetik insanlar hakkındaki düşünceleriyle hemfikir olduğum yegâne örgüttü…

Lakin oyun ilerledikçe korktuğum anlar da yaşanmaya başlamadı değil. Hiçbir şey beklediğim gibi gitmedi. Brotherhood of Steel artık ilk serideki (Fallout, Fallout 2 ve hatta Fallout: New Vegas) vurdumduymaz hâlinden bile daha kötü ve tehlikeli davranmaya başlamıştı; Commonwealth Minutemen desen o lanet olası Pip-Boy haritamı mıncıklayıp beni çeşitli yağmacı saldırılarına yollamaktan fazlasını umursamayan bir hâle gelmişti; The Institute, tıpkı beklediğim üzere daha önce Fallout serisinde eşi-benzeri görülmemiş bir teknolojiye sahip olsa da dış dünyaya ve özellikle sentetik insanlara olan tutumuyla onların yıkımını getireceği belli olan bir grup oluvermişti; The Railroad ise söz konusu bu tesise karşı pragmatik olma konusunda daha ne derece ilgisiz hâle gelebileceği bilinmeyen bir grup vurdumduymazdı.

Biraz pireyi deve yapıyormuşum gibi görülebilir — ki muhtemelen de haklısınızdır. Lakin Fallout serisi, -özellikle bir önceki oyunlarından yola çıkarsak- beni çeşitli konularda derinden etkileyen ve artık kendi dünyammış gibi umursadığım bir gerçekliğe sahip bir evren hâline geldi. Dolayısıyla gerek bir önceki oyun olan New Vegas’ın geleceği için mücadele ederken kendi içimde savaş vermem gereken kararsızlığım, gerekse de bu son oyunun bana sunduğu acımasız ikilem, beni ciddi anlamda sarsmıştı. Ortaya da en sonunda ne yapacağına bir türlü karar veremeyen, sürekli “Load Last Save” yapmaktan oyunu adam akıllı oynamayan bir fanboy çıkmıştı.

Hikâye ilerledikçe ve bu üç grup arasındaki gerilim de bir o kadar yükseldikçe (Minutemen hâlâ yağmacı kestiriyordu bana; Garvey, bırak, çekiştirme Pip-Boy’umu!), artık korktuğum şey de baş gösterdi: Herhangi bir uzlaşmadan ziyade sadece ve sadece ortalığı patlatmalı bir sonuç olacaktı. Hiç kimse karşı çıktığı örgütle uzlaşmaya varmaya niyetli değildi. Onu geçtim, benim karakterimin bu konudaki vurdumduymazlığı (RPG/karar sisteminin eksikliğinden söz ediyorum) durumu daha da kötü hale getiriyordu! Çünkü Fallout evreni, o 2 saatlik aptal savaştan bu yana bunu gerektiriyordu; çünkü savaş… savaş hiç değ — Preston, dinime imanıma o Pip-Boy’a bir daha elini sürersen ve “Super Mutant” veya “Yağmacı” kelimelerini bir kez daha dile getirirsen, ağzından elimi sokup dalağını sökeceğim ama ha!

Bakın, şaka bir yana asıl demeye getirdiğim — ve Fallout 4’te birçok oyuncunun aksine hayal kırıklığına uğradığım — şey, şu koca hikâyede uzlaşma denen bir şeyin henüz icat edilmemiş, verilen kararlardan grupların zihniyetlerine kadar her şeyin siyah-beyaza boyanmış, insanların akıllarında “kill or be killed” fikrinin yegâne prensip hâline gelmiş ve hepsini geçtim, sözde karar vermede bize yardımcı olmak için oyunda bulunan karakterimizin (benimkinin adı Nate’di) bir hayli vurdumduymazlığın doruk noktasına ulaşmış olması… Neden?

Merak ediyorsanız, söyleyeyim: The Institute’u seçtim. Evet, bir grup dar kafalı, kendini entelektüel sanan, icat ettiği oyuncaklarla herkesten üstünmüş gibi davranan, küstah, acımasız ve ben-merkezli Institute. The Railroad’u seçmedim çünkü The Institute’un ana karargâhı gibi bir yeri o çok değer verdikleri sentetik varlıklar için bir ütopya haline getirebilirlerdi. Brotherhood of Steel’i seçmedim çünkü söyledikleri ve çabaladıklarının hiçbir mantıksal değeri olmadığı şöyle dursun, önlemeye çalıştıkları yegâne tehlikenin temelini hazırladıklarının farkında bile değillerdi. Commonwealth Minutemen’i seçmedim çünkü… şey, niye seçeyim ki? Heriflerin pek bir şeyi umursadıkları yok.

The Institute’u seçtim çünkü bulundukları üsteki teknolojilerini -bir nebze umut olsa gerek- aslen kullanmaya niyetlilerdi; ve en sonunda “liderleri olduğumdan” belki bir ihtimal sentetikler ve yüzeydeki halk konusunda fikirlerini değiştirebilirdim. (Bunu “ben” yapmasam da kontrol ettiğim karakter yakın gelecekte yapabilirdi. Evet, evet, biliyorum — boş umutlar.)
The Institute’u seçtim; çünkü aslen en yakın istediğim bir diğer örgüt olan The Railroad elimi zorladı.

DLC‘lerde de durum buydu. DLC dediysem, hikâyeleri azıcık ve tadımlık olarak serpiştirilmiş Automaton yahut Vault-Tec Workshop gibi DLC demeye bin şahit gereken ek paketlerden söz etmiyorum. Far Harbor‘dan bahsediyorum; hayal kırıklığı yaşadığım Nuka-World‘den bahsediyorum. Yine bir tekdüzelik, yine siyah/beyaz bakış açısı. Nitekim Far Harbor’un hikâyesi, ana senaryonun küçük kardeşi gibiydi — olay örgüsü bakımından çok fazla paralellik gözlemlenebilir düzeyde hem de. Nuka-World ise… şey, aslına bakarsanız oynayanların tahmin edebileceği karardan sonra pek fazla “hikâyeye” tanıklık edemediğim için çok bir şey ifade etmemişti bana.

Neyse. Planladığımdan da uzun bir yazı oldu bu. Başlığını da muhtemelen, “Evet, Fallout 4’ü Sonunda %100 Bitirdim, Bakalım Gevezeliğime Ne Kadar Süre Dayanabileceksiniz!” diye değiştirmeliyim. Zaten söyleyecek pek bir şeyim de kalmadı: O yüzden sözün özü, zurnanın zırt dediği yer, uzun lafın kısası, asıl demeye getirdiğim şey; Fallout 4, beklentilerin karşılanmadığı ve hikâye (bilhassa RP elementleri) açısından pek özen gösterilmediği açıkça belli olan fakat yalnızca barındırdığı potansiyeliyle bile kişiyi -bütün hatalarına rağmen- saatlerce bilgisayar başına kilitleyecek kadar sürükleyici bir yapımdı. En azından oyuna 505 saatini harcamış biri olarak benim düşündüklerim bunlar.

Sizi bilemem.